Proton Savaşlarından Higgs Parçacığına

Gökbilimci Giordano Bruno, kilisenin egemenliği altındaki evren modeli anlayışını sorgulayınca Engizisyon mahkemesinde yargılanmış, düşüncelerinden vazgeçmeyince de yakılarak öldürülme cezası ile cezalandırılmıştı, 1609 yılında. Charles Darwin, 19. Yüzyıl ortalarında, diyalektik materyalizmin gelişmesine de katkı sunan, doğa bilimleri alanındaki araştırmalarıyla ulaştığı evrim buluşunu uzun süre saklamak zorunda kalmış, yıllar sonra açıkladığında ise “hatırlı” çevresi tarafından aforoz edilmişti. ABD ise, Darwin’in araştırmalarına yasak koymuş ve aradan yüzyıl geçtikten sonra, Sovyetler Birliği ilk uzay mekiğini yörüngesine fırlatınca paniklemiş, aldığı bir kararla, evrim teorisinin bütün okullarda okutulmasını emretmişti.

Bilimi öteden beri bir egemenlik aracı olarak gören ve ancak sermayelerini büyütüp egemenliklerini pekiştirdiği ölçüde bilimsel araştırmalara hareket alanı sağlayan yaklaşım, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nin (CERN) de yolunu açtı. Sovyetler Birliği ve ABD evren bilimi alanında bir hayli yol alınca, 12 Avrupa ülkesi bu yarışta yer almak için harekete geçti. CERN’nin kuruluşu; Almanya, Fransa, Belçika, İngiltere, İtalya, Danimarka, Hollanda, İsviçre, İsveç, Norveç, Yunanistan ve Yugoslavya tarafından, İsviçre’nin Cenevre kentinde, 1954 yılında gerçekleşti. Bugün; 20 ülkenin üye olduğu, 80 ülkeden 6 bin 500’ü bilim insanı, toplam 15 bin 500 personelin çalıştığı, yüzlerce bina ile yüksek teknolojinin kullanıldığı, 8 milyar Euro maliyetli dünyanın en büyük nükleer fizik araştırma merkezi durumundadır. Türkiye 1956’dan beri CERN’de gözlemci olarak yer almaktadır. Birkaç yıl önce Sarayköy Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde inşası süren 3 bin metrekare kapalı alana sahip Proton Hızlandırıcı Tesisi’ni inşa çalışmalarını sürdüren Türkiye, bu süreçte aktif olarak yer almak için 2008’de CERN’e tam üyelik başvurusu yaptı. Ama henüz sonuç almış değil.

İlk Çarpışma

CERN Bilişim Teknolojileri Departman Başkanı Wolfgang Von Lueden, ilk çarpışmanın startı verilmeden, çarpışma anı ve sonrasının görüntülerini kaydedecek teknik hakkında şu bilgileri vermişti:

“CERN’de geliştirilen ve deneyde kullanılacak Web Grid’te 1 milyon cpu yani işlemci şu anda ana bilgisayara bağlı çalışıyor, saniyede 40 milyon fotoğraf çekilecek. 2 milyonunu data olarak tutacağız yani saniyede 250 bin DVD kaydediliyor. Bu kapasitenin yüzde 35’i. Kapasitenin geri kalanı diğer ülkelerde. CERN’le çalışan, Türkiye dahil dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde toplam 140 bilgisayar merkezi kuruldu. 14 tane de büyük data merkezimiz var. Datanın tamamını CERN’de tutamayız. Her 40 milyon fotoğraftan saniyede 200 kare seçiliyor...”

Yarım yüzyıldan fazla zaman önce hazırlıkları başlayan bu “savaş” alanında protonların kafa kafaya çarpıştırılmasının ilki 10 Eylül 2008’de gerçekleştirilmişti. Dokuz gün sonra çarpışmaya mola verildi. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda (LHC) 50 bin noktadan yapılmış lehimli bağlantılarından biri 8 bin amperlik akıma dayanmayıp kazaya yol açınca çarpışmaya ara verildi.

LHC ikinci kez 22 Kasım 2009’da hareket ettirildi ve 23 Kasım’da çarpışmalar sıklaştırıldı. Aynı yılın 30 Kasım’ında ise protonlar daha da hızlandırılarak 1 elektron voltun 1.8 trilyon katı olan 1.8 TeV’e yükseltildi. Bu ikinci çarpışmada 2.36 GeV’lik (GeV, 1 elektron voltun 1 milyar katıdır) çarpışma enerjisi elde edilmiş bulunuyor. Cenevre semalarında amaç dışı dolaşıp çarpışma alanına ekmek kırıntısı taşıdığı belirtilen ve sistemi bir dönem kilitleyen provokatör kuş yeniden eyleme geçmeyince, çarpışma enerjisi önce 10 TeV’e, 2011 yılında ise 14 TeV’e çıkarıldı. Kasım 2009’daki çarpışmalarla ABD’deki Tevatron Çarpıştırıcısının 2001 yılından bu yana faaliyetteyken ulaştığı 0,98 TeV’lik proton-antiprotonların çarpışma düzeyini bir hayli aşan LHC’de, güneşin merkezindeki sıcaklığın 100 bin katı sıcaklığa, ışık hızının ise yüzde 99,99’una erişilmesi hedeflenmişti. İyi de bunca yatırımdan sonra bu proton savaşlarından ne kazanıldı.

CERN Neyi Çözecek?

4 Temmuz 2012 tarihinde, CERN, milyarlarca Euro harcanarak peşine düşülen Higgs parçacığına ulaşıldığını ya da daha doğrusu, Higgs parçacığına yakın 60 adet parçacığın keşfedildiğini duyurdu. Büyük beklentilerin baskısı altında yapılan bu açıklamaya göre, 60 yeni parçacık üzerinden Higgs parçacığına her an ulaşılabilir. 25 Temmuz’da bilgilerin istatistiki ve matematiksel ayrıntılarına ulaşılabileceği de açıklamada yer almıştı. 2011 yılında yapılan deneyimlerle Higgs’e yaklaşıldığı zaten açıklanmıştı, geçtiğimiz Aralık ayında. Ama 4 Temmuz’da yapılan açıklamada, 126,5 GeV civarında atom altı parçacık bulunduğu belirtilerek biraz daha somut konuşulmuş oldu.

Peter Higgs’in 1960’lı yılların başından itibaren peşine düştüğü ve adını soyadından alan Higgs parçacığının bulunduğu ilan edilince, dünya basını, bu haberi, “Tüm cisimlere kütlesini veren parçacık bulundu” şeklinde sayfalarına taşıdı. Higgs “evreni inşa eden tuğla” idi ve Higgs’in bulunması bilim alanında yeni bir atılıma yol açacaktı. Dünyanın egemeni tekeller bu müjdeli haberi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Finansmanı sağlayan sermaye grupları tek yaratıcı Tanrı’yı bir kenara bırakıp evrenin sırrının çözülerek kendilerini sonsuza dek yaşatacak formülün bir an önce bulunmasını istiyorlardı. Bu da olmazsa, yeni mikro buluşlarla sömürü alanını büyütmenin olanaklarına kavuşacaklardı. Uzay alanı, gelişkin savaş sanayi, TV, radyo, bilgisayar, cep telefonu gibi birçok aracın bugünkü donanımı kuantum fiziği sayesinde, mikro teknolojideki ilerlemeyle elde edildi. CERN çarpışmasında çok büyük olasılıkla “bluetooth” ötesine ilerleyen teknolojide yeni aşamalar kaydedilecektir.

“Evren neden yapılmıştır” sorusuna, Thales’in 2 bin 500 yıl önce verdiği “sudan yapılmıştır” yanıtından bu yana bilim maddenin sırrını çözmeye çalışıyor. Sezgiye dayalı mantık bilimi, tekniğin az çok ortaya çıkardığı bilgiyle birleştiğinde, ilkin, bir ya da birkaç atomun birleşmesiyle oluşan molekülün maddeyi meydana getiren en küçük birim olduğu görüşüne varılmıştı. Sonra atomda karar kılındı. Bilim çevrelerine bu görüş uzun süre hakim olmuş ve atomun maddenin bölünemeyen en küçük parçası olduğu kabul görmüştü. 1930’lu yıllar ve sonrasında teorik fizikteki ilerlemeler, teknolojideki gelişmeye paralel yapılan deneyler, atomun da bölünebilirliğini kanıtladı. Molekülden atoma geçiş yapan bilim, atomdan da çekirdek ve elektrona ulaştı. İşin peşinden koştukça hep yeni bir “başlangıç” noktası, yeni boyutlar ortaya çıkmış, nötron ve proton keşfedilerek oradan kuark, lepton, notrino ve bozonlara ulaşılmıştır.

CERN deneyiminden önce maddede son durak kuark iken, bu kez Higgs parçacığının bulunduğunu ilan edecek parçacıklara ulaşıldığı açıklandı.

Edinburgh Üniversitesi’nden, şimdilerde 83 yaşında olan İngiliz teorik fizikçi Prof. Peter Higgs, bir uzay alanından söz ederek bu alanın kütle halini almamış parçacıklarla dolu olduğunu ileri sürer. Maddenin bu parçacıkların titreşiminden etkilenerek kütle halini aldığı görüşünü savunur. Yani, bu görüşe göre, maddenin kütle kazanması, madde olarak ortaya çıkması, öncesinden var olan parçacıklarla dolu alanla etkileşime giren enerji parçacıkları sayesinde olmuştur. CERN’deki proton savaşlarıyla Higgs parçacığına ulaşılırsa, maddede “başlangıç” noktası, kuarktan Higgs parçacığına kaydırılmış olacaktır. Ne var ki, maddenin başlangıcını bulma gibi metafizik yaklaşımlar bir yana, Higgs alanı da henüz açıklığa kavuşturulmuş, tanımlanmış değil.

Maddeye ille bir başlangıç zamanı bulmaya çalışan bu görüş, uzamının bir noktasını da Edwin Hubble’dan alır. Evrende bulunan nesnelerin hareket hızını ölçen Hubble’ın formülünde (Bu formüle Hubble Sabiti adı verilmiştir) nesnelerin belli bir hızla birbirinden uzaklaştığı ileri sürülür. Belirli bir galaksinin uzaklığı ve hızı tespit edildiğinde oradan geriye doğru gidilerek evrenin yaşı ve boyutlarının açığa çıkarılabileceği belirtilir. Bu denklemle yola çıkıldığında maddenin ve zamanın başlangıç noktasına ulaşılacağı ifade edilir.

İyi de Higgs parçacığıyla bizi buluşturan bu teorinin Higgs alanını yaratan başlangıcı da bulması gerekmez mi?

Bu görüşün ileri sürülmesinde Sovyet kozmoloğu Alexander Friedman ve Fransız Abbe Georges Lemaitre tarafından ilk kez 1920’de ileri sürülen “büyük patlama” görüşü önemli bir yer tutar. Geçtiğimiz yüzyılın ortalarında bu görüş üzerinde oynanarak bütün bir evrenin tek cisimden, büyük bir patlamayla meydana geldiği, patlamanın oluşturduğu enerji ve ısının etkisiyle yayıldığı belirtilir. Sıcaklığın yayılması ve seviyesinin düşmeye başlamasıyla atom altı parçacıklar, parçacıkların etkileşimiyle atomların ve daha büyük bileşimlerin oluştuğu ifade edilir.

Madde bu şekilde oluştuğuna göre; şimdi hedef, maddenin ortaya çıktığı başlangıç noktasına inmektir! Büyük Hadro Çarpıştırıcısı’nda, tam olarak “büyük patlama” anı değilse de, patlamadan saniyenin milyonda biri kadar zaman sonrasında görülen fiziksel durumu fotoğraflama ve böylece evrenin oluşumunu gözlemleme şansı yakalanmak istenmiştir. CERN’de 1000 milyar derece sıcaklıkta nötron ve protonların kendisini oluşturan kuarklara bölünmesi sağlanır ve sözü edilen büyük patlama modelinin dillendirildiği durumla deneyin ortaya çıkardığı fotoğraflar örtüşürse, hem patlama kanıtlanmış ve hem de evrenin oluşumu çözümlenmiş olacaktır!

Deneyin uzaktan gözlemcileri CERN’deki çarpışmada bir an önce sonuca gidilebileceği beklentisine girdi. Konu az çok gündemden düşmüşken Higgs parçacığının bulunduğu yönünde açıklama yapılınca bu beklenti yeniden alevlendi. Ama yalnızca 1 metrenin bir katrilyondan biri büyüklüğündeki proton ya da nötronların bölünmesi ve bu bölünmeden çıkacak sonuçların beklenen düzeyde değerlendirilmesi belki de on, on beş yılı bulabilecektir.

Maddenin Sırrına Ulaşılabilecek Mi?

Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda enerji ve ısı seviyesinin daha da yükseltileceği lav ortamında nelerin elde edildiği/edileceği ve hangi sonuçlara ulaşılabileceğini henüz biliyor değiliz. Kozmik lavın soğuduğu ve “büyük patlama” sonrası ortaya çıktığı ileri sürülen nötron, proton, elektron, foton ve nötrinolardan meydana geldiği belirtilen karışım elde edilebilecek mi, ya da nelerin elde edilebileceği konusunda konuşmak için erken. Ama bugünden, büyük patlamacıların şaşaalı açıklamalarla kendilerini kaptırarak ileri sürdükleri yarı mistik yaklaşımlar hakkında söylenmesi gereken çok şey var.

Öncelikle belirtmeliyiz ki, maddenin oluşum biçimini ve onun en karmaşık ögelerini, geliştirilmiş dev bilgisayarlarla değil, o bilgisayarlarla elde edilen verilerden de yola çıkarak, maddenin en yüksek biçimi olan düşüncenin eylemiyle çözebiliriz. Bilimde, bilimsel sonuçlara varabilmek için düşünme yöntemi belirleyici önem kazanmaktadır. Bugün, bilimsel deneylere karşın, CERN bilim insanlarının üzerinde de egemen olan, metafizik düşünüş tarzıdır. Maddenin bir yaratılış zamanı ve anının olduğu yaklaşımıyla, özünde, yaradılışa ve yaratıcıya varılmaktadır. Büyük patlama teorisine, 1920’lerdeki ilk halinden saptırılarak verilen biçim ve evreni CERN’deki deneyle ortaya çıkarma yaklaşımı, maddeyi belirli bir döneme indirgeyerek öncesizleştirme anlamına gelir ki, bu da, doğa bilimin deneylerle kanıtlanmış maddenin sürekliliği ilkesine terstir.

Enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası, maddenin sonsuz biçime dönüştüğünü ve yok olmazlığını ortaya koymuştur. Madde, bilmem kaç katrilyon çarpı katrilyon kez dönüşüme uğrarsa uğrasın, kaç evresinde evrimsel gelişme ya da patlama süreçlerinden geçerse geçsin, onun hiçbir özelliği kaybolmayacağı gibi, yoktan var olacak özellikler kazanması da mümkün değildir. Maddede ifade edilecek eski ve yeni özellikler kendisinde var olan sonsuz çevrim içerisinde değişik aşamalarda, değişik bileşim ya da ayrışımların ortaya çıkardığı özelliklerdir. Bilim, maddenin sonsuz biçimdeki bu özelliklerini çözebilir, açıklığa kavuşturabilir.

Örneğin, doğada oksijen molekülü iki atom halinde bulunduğunda oksijen, üç atom halinde bulunduğunda ise ozonu oluşturur. Yine, gama ışınları üzerinde yapılan bir deneyimle, bir elektronla bir antielektrondan pozitronun elde edildiği görülmüştür. Tersten işletirsek; bir proton bir elektronla buluştuğunda birbirlerini yok ederek gama ışınlarını meydana getirirler. Bu da maddenin bir biçiminden farklı bir biçimine, yani enerjiye ve enerjiden maddeye dönüşümünü göstermektedir. Ve bilim açısından artık sıradanlaşmış bu olgulardan en karmaşık olgulara, maddenin, haliyle evrenin sırrını çözmek elbette mümkündür. Ama bu, öncelikle bilime, bilimin ortaya çıkardığı olgulara diyalektik materyalist bir görüş açısından yaklaşmayı gerektirmektedir. Düşünce, birbirinden koparılmış parçalar ve tekil olgularla sınırlı dar bir yaklaşımla bütünü göremez. Olgular arasındaki bağlantıları bütünlüklü algılama, çözümleme ve yorumlayabilme yeteneği maddenin ve dolayısıyla evrenin sırrını çözebilecektir.

Teorik fizik, enerjinin korunumu ve dönüşümü yasasını bütünde görmek ve bilince çıkarmak zorundadır. Bu halka kavranmadığındandır ki, fizikçiler her yeni gelişme karşısında tökezleyip kalıyorlar. Maddenin keşfine çıkıldığı ilk dönemlerde molekül maddenin bölünmeyen en küçük parçasıydı. Sonra atom onun yerini aldı. Atomun yerine atomaltı parçacıklar geçti. CERN’deki deneyle tokuşturulan protonlar bölününce bu kez Higgs parçacığı devreye girecektir. Bilim ilerledikçe Higgs parçacığının yerini de yeni parçacıklar alacaktır.

Engels; atomun, maddenin bölünemeyen en küçük parçası kabul edildiği bir dönemde (bundan yaklaşık 150 yıl önce), “Bununla birlikte, atomları, hiçbir zaman basit ya da genellikle bilinen en küçük madde parçacıkları olarak kabul etmek doğru değildir” demişti. Kuantum fiziği, ulaştığı atomaltı parçacıklarla Engels’in değerlendirmesini doğrulamıştır. Ama fizikçiler bu gerçeği görmezden gelip maddenin en küçük parçasının peşinden koşmaya devam ediyorlar. CERN’de ya da bir başka deneyimle maddeye dair yeni bulgular elde edilebilecektir. Bu yeni bulguların hangi isimlerle anıldığı da önemli değildir. Ne var ki, yeni bulgular araştırmaları Nobel ödülüne kilitlemiş bilim insanlarının ufuklarının sınırlılığına takılıp kalırsa sonuç alınamaz. Bilimdeki maraton koşusu, teknolojik düzeyin daha da yükselmesiyle “Higgs bozonu”ndan sonra da, daha küçük matematiksel bölünürlüğe götürecek, maddenin değişik formatlarının peşinden tüm hız sürecektir. Her yeni durumda yeni düzeneklerin ortaya çıkması ve farklı parçacıkların farklı roller oynadıkları sonsuz defa keşfedilmeye devam edilecektir.

Maddenin hareketi, Newton fiziğinde ifadesini bulan kaba haliyle ele alınamayacağı gibi, Kuantum fiziğinin bilinemezciliğe savrulan biçimiyle de çözümlenemez. Madde; güneşin kor halinden suyun buz haline, sürtünmeden ortaya çıkan ısıdan ışık haline, yeraltı magmalarından elektriğe, çeşitli kimyasal bileşimlerden kuarklara, düşünebilen insandan beynin ürünü bilince, elektromanyetikten zamana sonsuz biçimde vardır ve bu biçimler de kendi içinde daima hareket halindedir.

O nedenledir ki, maddenin bölünemeyen en küçük parçacığına ulaşma yaklaşımı, Tanrı’nın yaradılış felsefesiyle buluşan idealist bir yaklaşımdır. Aynı şey “büyük patlama” (Big Bang) teorisi için de geçerlidir. İlkin dünyayı, ardından güneşi evrenin merkezi gören anlayış, güneşin de samanyolu galaksisinin bir parçası olduğu keşfedilince, samanyolunu evrenin merkezi görmeye başladı. Oysa şimdilerde bu sisteme benzer büyüklükte milyarlarca galaksinin evrende hareket halinde oldukları bilinmektedir. Tartışmalı bir bilgi olsa da, evrenin ancak yüzde dördünün sırrının çözüldüğünü düşünürsek, büyük patlamacıların şimdi de evreni, büyük patlama ile ortaya çıkmış canlı-cansız yaşamın ve dolayısıyla maddenin oluşumunun başlangıç noktası olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Bilimin varlık koşulunu da yok sayan bu görüş, yaradılış felsefesinin bilim sosuna bulandırılmış bir başka versiyonudur. Bazı veriler, patlama meraklılarının evreni ve maddenin ortaya çıkışını 15-20 milyar yıllık zamanla ölçülmesini daha şimdiden boşa düşürmüştür.

Her madde gibi dünya, güneş, samanyolu ve diğerleri de kendinde var olan enerjinin korunumu ve dönüşümü ile bilebildiğimiz bugünkü biçimini almışlardır. Böyle olduğuna göre zamanı geldiğinde farklı biçimler almaları da kaçınılmazdır. Evrende ya da uzayda nitel farklılıklara yol açacak sayısız büyük patlamaların yaşanmış olması mümkün. İçinde bulunduğumuz evren de büyük bir patlama ile meydana gelmiş olabilir. Böyle bir iddiada bulunmak bilime ters değildir. Ama bu, maddeye bir başlangıç noktası biçmez; sadece, maddenin bir biçimden bir başka biçime geçişine işaret eder; onun evrensel ilişkiler içerisindeki gelişim seyrinin kimi keskin dönemeçleri olarak değerlendirilebilir bir durumu göstermiş olur. Dünyanın güneşten koparak oluşması gibi, yaşadığımız evren de kendisinden daha büyük bir oluşumdan kopmuş, ya da başka bileşenlerin hareketiyle oluşmuş olabilir. Kaldı ki tek bir evrenden bahsetme görüşü de artık ilgi görmeyecek kadar eskimiş bir görüştür.

Teorik Fiziğin Çıkmazı

CERN örneğinde de görülebileceği üzere, günümüzde fizik alanındaki bilim insanlarının en büyük sorunu, en basitinden en karmaşığına fiziksel olayları bilince çıkaracak bütünsel bir yaklaşıma sahip olmamalarıdır. Uğraştıkları alan, ortaya çıkardıkları yeni veriler, nesnel olarak materyalizm yönünde gelişme zemini yaratmaktadır. Buna karşın, egemen maddi ilişkilerin ürettiği egemen düşüncelerin ağırlığı fizikçilerin üzerine bir karabasan gibi çökerek ufuklarını daraltmaktadır. Düşünme araçlarını da inisiyatifinde tutan egemen güçlerin düşünceleri, bilim insanlarının düşüncelerine adeta kilise papazlarının vaazları gibi yön vermektedir. Oysaki bilim, felsefe ve fizik teorisindeki gelişmeler, araştırmalarda elde edilen her yeni olguyla buluştuğu ve yeni öngörülerle beslendiği ölçüde atılım yapacak, ilerleyebilecektir.

Geçtiğimiz yüzyılın başlarında Max Ernst, Ludwig Planck siyah cismin ışıması üzerinde durarak kuantum fiziğinin ilk işaretini vermişti. Paketler halinde aktarılan elektromanyetik enerjiye, enerji kuantumu adı verildi. Her ışık enerjisinin ışık frekansına orantı katsayısı Planck’ın bulduğu siyah cisim ışımasının deneyleriyle saptanmaktadır. Kuantum fiziğinin önemli bir basamağı olarak kabul edilen bu formüle “Planck Sabiti” dendi. Bu önemli bir bulguydu ve başka bulguların da önünü açacaktı.

Aynı dönemde Albert Einstein devreye girdi. 1905’te ileri sürdüğü Özel Görelilik Teorisi, yüksek hızlarla, maddenin değişik biçimleri arasındaki ilişki ve varoluş biçimleriyle ilgiden çıktı, o ilişkileri tanımlamanın teorisi oldu. Einstein’ın 1915’te formüle ettiği Genel Görelilik Teorisi ise kütle çekim alanıyla ilgilidir. Einstein’ın geliştirdiği görelilik teorisiyle Engels’in madde, hareket, uzay ve zaman konusundaki görüşleri de kanıtlanmış oldu.

Louis de Broglie de Newton fiziğinin dalga - parçacık ayrımını mutlak gören yanlışını ortaya koydu ve cisimlerin ikili özelliğine dikkat çekti. De Broglie’ye göre, cisimler hem dalga hem de parçacık özelliği taşıyorlardı. Bir cismin aynı anda farklı niteliksel özelliklere sahip olduğunu ortaya koyan bu gelişme, fizik alanında düşünme alışkanlıklarını yıkan dikkate değer bir gelişme olmuştur.

Fizik alanında yaşanan bu önemli gelişmeler ciddi tartışmalara yol açtı. 1920’lerin sonlarına doğru iki yılda bir toplanan fizikçiler kuantum fiziğine farklı yorumlar getirdiler. Danimarkalı fizikçi Niels Henrick David Bohr’un başını çektiği bir grup fizikçi, 1930’larda “Standart yorum”u geliştirdi. “Kopenhag yorumu” da denilen bu teorinin dayandığı temel, “dalga fonksiyonun olasılık tanımı” üzerinden belirsizliğe yelken açmak olmuştur. Yoruma göre, ölçümle tespit edilen olgular gerçek olarak kabul edilebilir, ölçümle kanıtlanmamış olgularla ilgili hiçbir değerlendirme yapılamaz.

20. yüzyılın başındaki buluşlarla kanıtlanan doğa bilimin diyalektik niteliğinin karşısına geçen fizikçiler, Werner Heisenberg’in meşhur fizik toplantıları döneminde, 1927’de ilan ettiği “Kesinsizlik ilkesi”yle yaradılışçı felsefeye bilimsel bir format biçmeye çalıştılar. Bu ilke ile Heisenberg, parçacığın konumu ve hızını aynı anda belirlemenin mümkün olmadığını ileri sürdü. Yani parçacığın konumu ne düzeyde kesinlik kazanıyor ise hızı da aynı düzeyde kesin olmaktan uzaktır; hızı kesinlik kazandığı oranda parçacığın konumu kesinlik kazanmaktan uzaklaşır. Bu; Louis de Broglie’nın, kanıtlanmış, bir cismin ikili özelliğe sahip olabileceği ve bunun ölçülebileceği bilimsel buluşuna da terstir.

Einstein ve Max Planck, teorik çelişkilerine karşın, fiziğe bir katkılarının olamayacağını düşündükleri bu toplantılardan çekildiler. Kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı bilimsel olgulara mistik bir içerik kazandırmaya çalışan Niels Bohr, Werner Heisenberg ve beraberindekiler bu toplantıları sürdürdüler ve Einstein’ın görelilik kapsamındaki görüşlerini de, kendi dillerinde bilinemezciliğin argümanına dönüştürdüler. Kuantum fizik teorisi ise, “Schrödinger’in kedisi”, “Sicim teorisi” gibi versiyonlarıyla beslenerek karmaşıklaştırılan bir bulamaç halini aldı.

Hitler hayranı ve 1939’da Hitler’in atom bombasını üretme projesinin de başında yer alan Heisenberg’in öznel idealist görüşleri sonraki yıllarda da fizikçiler arasında ilgi gördü. 1930’lu yıllarda ortaya çıkan standart yorumun iz düşümü yaklaşım, 1970’li yıllarda yeni argümanlarla formüle edilerek, 1980’li yıllarda yapılan “katkılarla” bir “Standart model”e dönüştürüldü. Bu modele göre, bütün varlıklar maddenin bölünemeyen en küçük parçaları olan elektron, kuark, foton, gluan ve Higgs parçacıklarından oluşurlar. Maddenin son noktası bu parçacıklardır ve ötesi yoktur. İşte CERN deneyine, maddenin ilk oluşum noktasına ulaşmayı tasavvur eden ve büyük patlama figüründe tanrısal yaradılışın bir başka versiyonunu örgütleyen bu yaklaşım yön vermektedir.

Şimdilerde, henüz bir yaygınlık kazanmamış olsa da, “kuark ve elektronlar mı, frekanslarda titreşen Sicim benzeri sistemler mi bölünemeyen en küçük birimdir” sorusunu soran ve “titreşen cisimler” yanıtını veren “Sicim teorisi” de fizik çevresinin içerisine düşmüş bulunuyor. Bu teorinin de standart modelden özünde bir farkı yoktur.

Yalnız fizikçilerin üzerinde pek durmadıkları bir başka görüş daha vardır. Bu, İsveçli fizikçi Hannes Alfven’in ileri sürdüğü, “Plazma evren” olarak formüle edilen yaklaşımdır. Elektriksel iletken gazları inceleyen Alfven, dünyada çok az miktarda bulunan plazmanın evrende etkili olduğunu keşfeder. (Evrenin yüzde 99’unun plazma gazından oluştuğu günümüzde artık bilinen bir olgudur.) Fakat fizikçiler bu görüş üzerinde sonraki yıllarda pek durmamışlardır.

Sonuç Olarak

Maddenin hareketi ve dönüşümü gibi, bilgi de, bilim de yeniye ulaşmada sonsuzdur. Büyük Hodron Çarpıştırıcısı’nda elde edilen veriler bizi maddenin başlangıcındaki “yaradılış” öyküsüne ulaştırmayacak olsa da, yeni buluşlara ulaşmak mümkün olabilecektir. Teknoloji geliştikçe, kuşkusuz ki maddenin bölünürlüğündeki yolculuk da sürecektir. Bu yolculukta CERN, bir ara durak olarak, burjuvazi için, yeni buluşlarla muazzam düzeyde yeni pazarların yolunu açmaya adaydır. Sermaye tekelleri, yatırdıkları milyar dolarların karşılığı olarak, ağzını açmış CERN’deki olası yeni gelişmelerin yolunu gözlemektedir.

Max Planck, Boltzmann’la yaptığı tartışmalara dair bir değerlendirmesinde şöyle demişti:

“Bu arada sanıyorum ilginç bir gerçeği saptama fırsatını bulabildim. Bilimsel açıdan yeni olan bir gerçek aslında bu gerçeğe karşı çıkanları inandırıp öğretmek yoluyla başarıya ulaşmıyor, tam tersine bilimsel bir Doğru’nun genel kabul görmesi, genellikle bu doğruya karşı çıkanların yavaş yavaş dünyadan ayrılıp gitmeleri yoluyla oluyor.”

Kuşku yok ki, bilimin özgürce ve sınırsız ilerleyişi de, bu ilerleyişi frenleyen burjuva egemen güçlerin ikna edilişi yoluyla değil, bilimin önünde barikata dönüşen egemenliklerinin hızla kaldırılması yoluyla sağlanacaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi