Türkiye’de İslamcılık Ve Dindarlığın Gelişiminde AKP’nin Tarihi Yeri

İslamcılığın Genel Özellikleri

İslamcılık, 19. yüzyılın ikinci yarılarında, Müslüman ülke burjuvazilerinin bir ideolojisi olarak ortaya çıktı. Avrupa burjuvalarından farklı olarak, İslam ülkelerinin burjuvazisi laik değil, dinci, İslamcı bir tavırla siyaset sahnesine çıktı. Orta Asya, Kafkaslar, Hindistan, Kuzey Afrika, Orta Doğu vs. tüm İslam ülkelerinde böyle oldu. Ama Müslüman ülke burjuvazisi bunu yaparken İslamı da kendi çıkarlarına uygun bir hale getirdi.

Elinde, belli bir elit kesime hitap eden medrese eğitiminden başka bir sistem bulunmayan, siyasi sistemi, hukuk sistemi, günlük yaşamı dine göre biçimlenmiş bir topluma sahip olan ve ulema dışında aydınları olmayan burjuvazi için başka bir alternatif de yoktu. Avrupa’da burjuvazinin geliştirdiği ideolojileri ithal etmek, ülkesini zorla işgal etmiş, ulusal ve dini kimliğini aşağılayan, onu asimile etmeye çalışan bir gücün önünde onursuzca dize gelmek olacaktı. Böyle bir tavrın, burjuvazinin ihtiyacını duyduğu kitle desteğini bir yana iteceği ortada idi. Özetle Müslüman ülke burjuvazisinin Batı’daki gibi laik olarak siyaset sahnesine çıkma yerine, İslamı kendi çıkarlarına uygun hale getirip dini temelde biçimlenmiş ideolojiyle ortaya çıkması, o dönemin nesnel ve öznel şartlarının bir ürünüydü. Sadece ideolojik olarak değil, ekonomik ve siyasi olarak da güçsüz bulunan Müslüman burjuvazi için başka bir yol yoktu.

19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında İslam dünyası içinde evrensel bir özellik kazanan İslamcılığın, belli başlı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

Batı sömürgeciliğine ve emperyalizme karşıydı.

Siyasi olarak parlamenter biçimleri, örneğin meşrutiyeti savunuyordu. Şeyhlik, emirlik, sultanlık, şahlık gibi yönetim biçimlerini İslam’a uygun bulmuyordu.

İslam birliğini (İttihad-ı İslam, Panislamizm) savunmasının yanı sıra, ulusal birliğe ve ulusal ekonomiye de sahip çıkıyordu.

Dinsel, ulusal bütünleşmenin önünde engel olarak gördüğü, mezhepsel bölünmelere, tarikatlara karşı çıkıyordu.

Batı’dan modern eğitimin, bilim ve tekniğin alınmasını, ilerleme için şart olarak görüyordu.

Kadın konusunda daha özgürleştirici reformlardan yanaydı.

Bu saydığımız özellikler, Müslüman dünyasında sözünü ettiğimiz dönemde var olan İslamcı akımların soyutlanmış genel özellikleridir. Bu özellikler her ülkenin somut durumuna göre farklı biçimler almışlardı. Yani bu genel özelliklerin yanı sıra her Müslüman ülkenin kendine göre İslamcılığı vardı. Örneğin Tatar Türkçü-İslamcılığı ile Osmanlı İslamcılığı, Mısır’daki İslamcılıkla Hindistan’daki, İran ve Ortadoğu’daki İslamcılık bire bir aynı değildi.

İslamcılık Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra önemini yitirdi. İslamcılığın içinden ortaya çıkan milliyetçilik öne geçti. Milliyetçiliğin içinden de sol ideolojiler çıktılar. İslamcılık ise genel bir eğilim olarak, burjuva demokratik niteliklerini geri plana itip, “dindarlığa” evrildi. Ama bu süreç konumuzun dışında kalır.

Osmanlı’da İslamcılık

Osmanlı İmparatorluğu tıpkı Türkçülük gibi İslamcılığın da en son geliştiği ülke oldu. 1908 İkinci Meşrutiyet’le birlikte belirgin bir akım olarak ortaya çıkan Osmanlı İslamcılığı, imparatorluğun yıkılıp ulusal bir devletin kurulmasıyla birlikte tasfiye oldu.

Osmanlı İslamcılığı, 1900’lerin başlarında var olan burjuva ideolojilerden biriydi. Batıcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ve bunların yanında İslamcılık aynı amaçlara hizmet ediyorlardı. Bunlar partileşmemiş burjuva fraksiyonlar durumundaydılar ve çoğu yerde de iç içe geçmiş bir haldeydiler. Örneğin İslamcılar, Batıcılar, Türkçüler Osmanlıcı idiler. Veya Türkçüler aynı zamanda İslamcıydılar, İslamcılar aynı zamanda Batıcıydılar vs. Osmanlı İslamcılığı ifadesini; Sırat-ı Müstakim, Beyanü’l-Hak gibi yayın organlarında, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin çıkardığı dergilerde, Musa Kazım, Mehmet Akif, Sait Halim Paşa gibi kişilerde ifadesini buldu. Osmanlı İslamcılığı:

İmparatorluğun yarı-sömürge durumuna, kapitülasyonlara, gümrüklerin yabancı güçlerin inisiyatifi altında olmasına karşı çıkıyordu. Batı’dan bilimi ve tekniği alıp hızla sanayileşmeyi savunuyordu.

Osmanlı İslamcılığı Hanedanlığa yani II. Abdülhamid yönetimine karşıydı. Abdülhamid’in Panislamizmini, kendi çıkarlarını korumak için dini istismar etmek olarak görüyorlardı. İslamcılar Meşrutiyet istiyorlardı ve İttihat Terakki yanlısıydılar.

Osmanlı İslamcıları, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün korunmasından yanaydılar. Bu nedenle ulusal kurtuluş mücadelelerine, genel olarak milliyetçiliğe karşıydılar. Onların savunduğu “İslam Birliği” anlayışı, esas olarak, Müslüman toplulukları (Araplar, Kürtler, Arnavutlar, Çerkesler, Türkler gibi) Osmanlı devlet yönetimi altında tutmayı hedefliyordu.

Osmanlı İslamcılığı örgütlü bir güce, örneğin bir siyasi örgüte dönüşmedi. Osmanlı İslamcıları dergiler etrafında bir araya gelmiş olan, kendi aralarında da önemli görüş farkları bulunan, genel olarak da devlet memurluğu yapan kişiler olarak kaldılar.

Abdülhamid’e karşı örgütlü, çerçevesi belli bir muhalif güç haline gelemeyen İslamcılar, 1908 devriminden sonra İttihat ve Terakki’nin, devletin bir parçası haline geldiler. Osmanlı İslamcıları muhalif bir güç olarak değil, tersine muhalefete karşı İttihatçı iktidardan yana olan, bazı dini itirazları olmakla birlikte genel olarak İttihatçıların burjuva reformlarını ve uyguladıkları dış politikayı destekleyen bir güç olarak var oldular. Bunlar İttihatçılarla aynı sınıfsal temele dayanıyorlardı.

Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İslamcılığının da ideolojik tezlerini çökertti. En başta İslam kardeşliği, Halife’nin liderliği ve otoritesi, dinin insanlar arasında en kuvvetli bağ olduğu tezleri doğrulanmadı. Osmanlı içindeki Müslüman uluslar, başta Araplar olmak üzere, Arnavutlar, Kürtler isyan ettiler. Bu kadar da değil Arapların yanı sıra örneğin Hintli Müslümanlar din kardeşlerinin boğazına sarıldılar. Arabistan’da, Orta Doğu’da ve İngilizlerle savaşılan yerlerde (örneğin Çanakkale’de) böyle oldu.

Kurtuluş Savaşı süreci Osmanlı İslamcılığını prestij olarak daha da geriletti. Bu mücadele, İslamı da kullanmakla birlikte, ulusal temelde bir mücadele oldu. Ama dini kullananlar sadece burjuva ulusalcılar değildi. İngilizler başta olmak üzere işgalci güçler ve İngilizlerle işbirliği yapılarak sorunların çözüleceğine inanan Vahdettin ve Osmanlı yönetimi de dini kullandılar. Bu süreçte Osmanlı İslamcıları, Anadolu’daki direnişten yana olanlar ve İngiliz işbirlikçileri biçiminde bölündüler. Direnişe karşı iç ayaklanmalar dini duygular kışkırtılarak gerçekleştirildi. Kurtuluş Savaşı süreci Ankara ile İstanbul arasında din adamlarının karşılıklı fetva savaşı biçiminde geçti. Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasından sonra da 1924 yılında çıkarılan yasalarla Osmanlı İslamcılığı tümüyle tasfiye edildi. Bu tasfiye karşısında cevap verilmesi gereken iki soru vardır:

Birincisi neden daha düne kadar İslamcılarla birlikte yürüyen, dini kullanmaya çalışan burjuvazi böyle keskin bir tavır aldı? İkincisi, medreselerin kapatılıp dini eğitim veren bir tek kurumun bırakılmaması, tekke ve zaviye gibi toplumsal dini örgütlenmelerin yasaklanması, eğitim, hukuk, siyaset alanından İslamın kovulması, hatta Arapça’nın, Kur’an kurslarının bile yasaklanması gibi keskin tedbirler karşısında İslamcılar neden direnemediler?

Birinci sorunun cevabı, imparatorluğun yıkılıp yerine ulusal bir devletin kurulması sürecinin getirdiği değişikliklerde aranmalıdır. İmparatorluğun ayakta tutulmasına, hatta Birinci Dünya Savaşı fırsat bilinerek genişletilmesine yönelik politikalar, savaş sonunda egemen sınıflar tarafından tümüyle tasfiye edilmek zorunda kalınmıştır. İttihat ve Terakki imparatorluk döneminin bir kuru- muydu, iç ve dış politikalar buna göre biçimlenmişti ve Kurtuluş Savaşı sürecinde tümüyle tasfiye edildi. İttihatçılığa son darbe 1926 yılında İzmir Suikastı bahane edilerek vuruldu. Osmanlı İslamcılığı da bir imparatorluk projesiydi ve imparatorluk yaşarsa ayakta kalabilirdi. Ama Osmanlı imparatorluğu, yukarıda değindiğimiz gibi İslamcı birçok temel tezi de yok ederek yıkıldı. Egemen sınıflarda özellikle Araplara ve Arapların dini olarak ortaya çıkan İslama karşı ciddi bir tepki oluştu. İslamcılık Dünya Savaşı sırasında Osmanlı egemen sınıflarının (iktidarda bulunan İttihat ve Terakki’de birleşmiş egemen sınıflar bloğunun) bir işine yaramamış, başkalarına yardımcı olmuştu. Kurtuluş savaşı sırasında da din, gene büyük problemler çıkarmıştı. Bütün bunlara ek olarak yeniden yükselişe geçen Kürt ayaklanmalarına önderlik edenler aynı zamanda din adamlarıydı.

Bu saydıklarımız dinin o dönem için burjuvazinin başına açtığı sorunlardı. Türkiye burjuvazisi geleceğe yönelik planları açısından da İslamcılığı artık faydalı değil zararlı buluyordu. Burjuvazi kendi geleceğini Batı ile yani emperyalizmle bütünleşmede, savaş sırasında ve Kurtuluş Savaşı sürecinde zorla tasfiye ettiği azınlık burjuvazisinin boşluğunu doldurmakta görüyordu. Bu nedenle örneğin İslamcılığın temel tezlerinden olan İslam Birliği artık burjuvazi için hem boş bir hayal, hem de emperyalizmle ilişkilerde pürüz çıkartabilecek bir söylemdi. Çünkü imparatorluk döneminde Müslüman toplulukları Osmanlı devletine bağlı tutmaya yarayan bu tez, şimdi ifade edildiğinde emperyalistlerin işgali altındaki bu bölgeleri onlardan geri almayı istemek anlamına gelecekti.

Sonuç olarak Türkiye egemen sınıfları dünya savaşı sırasında ve Kurtuluş Savaşı sürecinde pek faydasını görmedikleri, tersine zararını gördükleri, gelecek açısından da astarı yüzünden pahalı görünen İslamcılığı tümüyle tasfiye ettiler. Öyle ki devlet (yani kendileri) dışında dini hiçbir otorite, hiçbir örgütlenme bırakmak istemediler. Öyle de yaptılar. Laiklik adı altında, Sünni İslam devlet dinine, din adamları da devlet memurlarına dönüştürüldüler.

İkinci sorunun, yani İslamcıların ve dindar çevrelerin, tekke ve tarikat çevrelerinin, bu tasfiyeye karşı neden direnemediklerinin cevabı ise, burjuvazinin geçmiş süreçte sağladığı birikim ve kurumlaşmaların gücünde aranmalıdır. Osmanlı özellikle III. Selim’le birlikte, devlet kurumlarından başlayarak bir modernleşme çabasına girmişti. II. Mahmut ve ardından gelen Tanzimat dönemi, bu süreci daha da ileri götürdü. Bu süreç aynı zamanda devlet kurumlarının ve eğitimin dinden arındırılma süreciydi. II. Abdülhamit dönemi bu sürecin zirvesi oldu. Bu dönemde ordu, devlet bürokrasisi, hukuksal alan, eğitim, dindar ama dini eğitimle değil, modern eğitimle yetiştirilmiş kadrolardan oluşuyordu. Ulemanın etkinliği ve kurum olarak medreseler tükenmiş durumdaydılar. II. Meşrutiyet döneminde her dini söylemi ve eylemi “irtica” olarak damgalayıp, toplumun gözünde mahkûm edebilen ortamın alt yapısı Abdülhamid döneminde oluşturulmuştu. İttihatçılar ve Meşrutiyet aydınları, Abdülhamid’in yetiştirmeleriydiler. Cumhuriyet ilan edildiğinde gençlik, öğrenci, aydın kesimler ve ordu başta olmak üzere devlet bürokrasisi dinci, İslamcı olmayan kadroların egemenliği altındaydı. Üstelik Kurtuluş Savaşı bu unsurların toplum gözündeki prestijini daha da artırırken, İslamcı ve dindar kesimleri daha da gözden düşürmüştü (sebeplerini yukarıda anlattık). Osmanlı saltanatının yanı sıra, dini liderliği de (Halifeliği) şahsında birleştiren Vahdettin, vatan haini ilan edilmişti. Özetle İslamcı kesimlerin, tekke ve tarikat çevrelerinin direniş oluşturacak ne moralleri ne de arkalarında mücadeleye hazır ciddi bir kitle vardı. Kemalistlerin laiklik adı altında attıkları adımlar, daha önceki tarihsel sürecin bir devamıydı ve bunların tepkisiz kabul ettirilebilmesinin altında bu tarihi birikim yatıyordu.

Bu adımlara karşı ciddi bir tepki oluşmadı. Ama Kemalistler yılgınlığı daha da derinleştirmek için, keyfi diyebileceğimiz bir şiddet uygulamaktan çekinmediler. Örneğin “şapka devrimine” karşı çıktılar diye onlarca insan asıldı, İskilipli Atıf Hoca gibi bir Osmanlı İslamcısı, uyduruk gerekçelerle idam edildi.

Cemaatlerin ve “Cemaat Dindarlığının” Doğuşu

Sadece İslam’ın siyasal ve toplumsal örgütlenmesine değil, bunların yanı sıra insanların dini inançlarını devlet dayatması dışında kendi imkânlarıyla öğrenme ve öğretmelerine konulan yasaklar, süreç içinde kendi karşıtını doğurdu. Bugün “cemaat” diye adlandırılan kurumlar, tek parti döneminde ortaya çıktılar. Nurcular, Süleymancılar, Işıkçılar, Nakşî örgütlenmeler, dini yasaklara karşı tepki olarak biçimlendiler.

Tek parti döneminde oluşmaya başlayan cemaatler, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kendilerini açığa vurabilecek bir örgütlenmeye ve güce erişebildiler. Cemaatlerin savunduğu din ve İslam anlayışı, Osmanlı İslamcılarından çok farklıydı. Bu nedenle biz bunları İslamcılıktan ayırt etmek için, din anlayışlarını “Cemaat Dindarlığı” ya da kısaca “Dindarlık” olarak isimlendireceğiz.(1)

Cemaat Dindarlığı ile Osmanlı İslamcılığı arasındaki önemli farkları şöyle sayabiliriz:

İki anlayış, sınıfsal olarak farklı temellere dayanıyordu. Osmanlı İslamcıları Abdülhamid’i devirip iktidara ortak olmak için mücadele eden burjuvazinin temsilcileriydiler ve 1908’le birlikte iktidar olmuşlardı. Cemaat Dindarları ise tek parti yönetiminin dini yasaklarına ve ekonomik ezilmeye karşı küçük ve orta burjuva kesimlerin, küçük tüccar ve sanayicilerin tepkilerini ifade ediyordu. Bunlar iktidarda değillerdi ve iktidarın nimetlerinden yararlanmak bir yana, eziliyorlar, göz ardı ediliyorlardı.

Cemaat Dindarlığı, Osmanlı İslamcılığının ve genel olarak İslam dünyasındaki İslamcı hareketin bir devamı değildi. O birikim üzerinde yükselmemişti. Hatta Cemaatler, genel olarak İslamcılara ve İslamcılığa düşman olarak ortaya çıktılar. Bu nedenle Dindarlığın, İslami anlayışı ve kavrayışı, Türkiye’ye bakışı Osmanlı İslamcılarıyla çoğu yerde zıttı. İslamcılar için İslam, sadece dini bir inanç değil aynı zamanda siyasi, ekonomik ve toplumsal bir proje idi. Dindarlar için ise İslam ya da Müslümanlık İslam’ın beş şartını yerine getirmeye çalışmaktan ibaret, ibadet biçimine indirgenmiş bir dindi. Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, tesettüre uygun giyinmek, kadın vücudunun basın yayın organlarında sergilenmesine karşı çıkmak, sanata karşıtlık, içki karşıtlığı, Ayasofya’nın cami yapılmasını istemek, Türkiye’deki Cemaat Dindarlığının çerçevesini ve içeriğini belirliyordu. Bu anlayış pratik olarak da cami, Kur’an kursu yaptırma, devlet eğitimini dinselleştirmeye çalışma işleriyle uğraşıyordu.

Osmanlı İslamcıları mezhepçiliğe, tarikatlara karşıydılar. Buna karşılık Dindarların tümü mezhepçi ve tarikatçıydı.

Osmanlı İslamcılığı döneminin aydın, ideolojik olarak otorite sayılabilecek kafalarını içinde barındırıyordu. Dindarlık ise ideolojik düzey açısından acınacak bir düzeydeydi.

Dindarlık, Osmanlı İslamcılığından ve genel olarak İslamcılıktan kopuk, köksüz bir hareket olarak doğdu. Bu nedenle Cemaat önderleri, kendi yapılanmalarının geçmişini hiçbir tarihi birikime bağlayamadılar. Her şeyi kendileriyle başlattılar ve örgütleri kendi adlarıyla (Nurcu, Süleymancı gibi) anılır oldu.

Osmanlı İslamcıları kendilerini genel İslamcı hareketin bir parçası olarak görüyor, bu harekete sahipleniyorlardı. Örneğin Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Musa Carullah gibi İslamcılar, bunların yayın organlarından eksik olmuyordu. Cemaatler ve Dindarlık ise 1970’lere kadar bu İslamcılardan habersizdi. 1970’li yıllarda bu İslamcıların ismi Türkiye’de de konuşulmaya başlandığında en sert tepkiyi Dindarlardan aldılar.

Osmanlı İslamcıları Abdülhamid’in muhalifi ve İttihatçıydılar, Tanzimat’a ve Meşrutiyete sahip çıkıyorlardı. Dindarlık ise Abdülhamit hayranı ve İttihatçı düşmanıydı. Cemaat Dindarlığı, Tanzimat’ı ve Meşrutiyeti Osmanlı’ya, Müslümanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak görüyor, hakaretsiz anmıyordu.

Osmanlı İslamcıları burjuva demokratik bir siyasi görüşün savunucusuydular, hanedanlığa karşı parlamenter demokrasi için mücadele ettiler. Devrim sürecinde, azınlıklar da dâhil tüm demokratik güçlerle birlikte davrandılar. Cemaatler ise Osmanlı padişahlığı şahsında tek kişi, otoriter, faşizan bir rejim rüyası görüyorlardı. Bu nedenle Türkiye’deki tüm faşist darbelerin genel olarak destekleyicisi oldular. Demokratik güçlerle işbirliği şöyle dursun, bu güçlerin can düşmanı idiler.

Osmanlı İslamcıları, burjuva temelde de olsa emperyalizme karşıydılar. Osmanlının yarı sömürge durumuna karşı çıkıyorlardı. Dindarlık ise kraldan çok kralcı bir emperyalizm işbirlikçisi olarak ortaya çıktı.

Osmanlı İslamcılığı genel olarak Türk milliyetçiliği de dahil olmak üzere milliyetçiliğe karşıydı. Dindarlık ise azınlık düşmanlığı temelinde, ırkçılığa varan bir milliyetçi anlayışa sahipti.

Osmanlı İslamcılığı ile tek parti döneminde biçimlenmeye başlayan Türkiye Dindarlığı arasındaki farklar böyle özetlenebilir.

1970’li Yıllar

Cemaat Dindarlığı 1970’li yıllara kadar Türkiye’de önemli bir siyasi güç haline gelemedi. Hatta dindarlık bu yıllara kadar Türkiye’deki milliyetçi-faşist hareketin bir parçası durumundaydı. 1970’li yıllarda Dindar hareket önemli değişimler yaşadı. Cemaat Dindarlığının tarihi gelişimi açısından 1970’li yıllarda meydana gelen en önemli iki değişiklik şunlardır: Birincisi bu anlayış bu yıllarda siyasi bir örgütlenmeye dönüştü ve ortaya Milli Görüş olarak ifade edilen yeni bir çizgi ortaya çıktı. İkincisi, hem Mısır ve Pakistan’daki deneyimlerden (özellikle Seyyid Kutub, Mevdudi ve Orta Doğu’daki Hizbu’t-Tahrir’den), hem de Türkiye’deki antiemperyalist, antifaşist sol hareketin gelişiminden etkilenen Dindar gençler, İslamcılığı yaklaşık 50 yıl aradan sonra tekrar Türkiye’nin gündemine soktular.

a) Milli Görüş

1960’lı yıllar sadece sol hareket açısından değil, Dindar hareket açısından da gelişme, kitleselleşme yılları oldu. Birçok yayın organı çıkarıldı, İslamcı düşünürlerin eserleri Türkçeye çevrildi, yeni aydın kadrolar yetişti. Bu yıllarda Dindar hareket gençlik, özellikle de öğrenci gençlik içinde tabanını genişletti. Örneğin MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) 1970’li yıllarda Dindar gençlerin denetimine geçti ve derneğin amblemindeki Bozkurt’un yerini Kitap aldı. Bu hareketlilik ve kitleselleşme siyasi bir partiyi, MNP’yi (sonra MSP) de doğurdu.

Sol çevrelerde MNP’nin emperyalizmin bir tezgâhı olduğu görüşü yaygındır. Hatta benzer görüş, Türkiye’de İslamcı hareketin yeniden başlatıcısı sayılan Ercüment Özkan’da da vardır. MNP kurucularının emperyalizmin desteğini aradıkları, MNP ve MSP’nin hem emperyalist güçlerden hem de işbirlikçi egemen sınıflardan bağımsız değerlendirilmemesi gerektiği doğrudur. Ama bunlara bakarak MNP ve MSP’yi doğrudan emperyalizmin, dış güçlerin bir tezgâhı olarak görmek yüzeyselliktir ve yanlıştır. Bu partiler ve Milli Görüş uzun bir tarihi birikimin ve Cemaat Dindarlığının sağladığı gelişimlerin, Türkiye sınıflar mücadelesinde 1960’lı yıllarda meydana gelen değişimlerin ve bunların Dindar hareket üzerindeki etkilerinin yani birçok iç etkenin de ürünüydü.

Cemaatler DP döneminden beri siyasi partiler içinde çalışıyorlardı. Sağ partiler içinde Cemaatlerin milletvekilleri de vardı. Bunlar örneğin YTP (Yeni Türkiye Partisi), MP (Millet

Partisi), AP (Adalet Partisi) gibi partilerde siyaset yapıyorlardı. Bu milletvekillerinin bir kısmı partilerinden istifa ederek önce MNP’yi, sonra da MSP’yi kurdular. Böylece tarihimizde ilk defa Cemaatler siyasi örgüte de dönüştüler. Türkiye sağında Dindar bir siyasi çizgi ortaya çıktı. 1940’lı yıllarda da dini referans gösteren partiler kurulmuştu. Ama bunlar Cemaatlere dayanmıyorlardı ve ciddi bir taban bulamadılar, dağılıp gitmişlerdi. O dönemde Cemaatler henüz ciddi bir güç durumunda değillerdi. Milli Görüş bu partilerin tekrarı, ya da yeniden doğuşu anlamında bir devamı değildi. Ama elbette bu deneyimler ve birikimler MNP ve MSP’nin ortaya çıkmasında etkili oldular.

MSP, bir yandan Cemaatleri partileştirirken, aynı zamanda Cemaatleri siyasi olarak da böldü. Örneğin Yeni Asya gazetesini çıkaran Nurcuların “Okuyucular” kanadı ve Sabah gazetesini çıkaran Süleymancılar, Işıkçılar Demirel’in AP’sini desteklemeye devam ediyorlardı. MSP daha çok Nakşî Cemaatlere ve Nurcuların “Yazıcılar” kanadına dayanıyordu.

MSP ile birlikte o zamana kadar Cemaatlerde ve Türkiye’de olmayan bir siyasi çizgi de ortaya çıktı: Milli Görüş. Milli Görüş çok çeşitli ideolojik etkilenmelerin ve çeşitli siyasi güçlerin etkisi ve baskısı altında biçimlendi.

Örneğin Milli Görüş ideolojik olarak, esasta temsilcisi olduğu Cemaatlerin Dindarlığını temsil ediyordu. Bu Dindarlığın özelliklerini yukarıda saymıştık. Milli Görüş bu anlayışı siyasete taşıdı. Ama Milli Görüş Cemaat Dindarlığının yanı sıra, İslamcı görüşlerden de etkilendi. Örneğin İslam Birliği, Batıya karşı geliştirilen söylemler, ekonomik kalkınma projeleri bu etkilenmenin ürünüydü. Fakat Milli Görüş hiçbir zaman açıktan İslamcılığı savunmadığı gibi, Cemaatlerin İslamcılık karşıtı dindarlığını devam ettirdi. Örneğin İslamcılığın mezhepçiliğe, tarikatlara yönelttiği eleştiriler, gene İslamcılığın Arap rejimleri başta olmak üzere İslam ülkelerindeki devlet yönetimlerine yönelik eleştirileri Milli Görüş’te yoktu. Tersine Milli Görüş Suudi sermayesi ile ilişki içindeydi ve İslam dünyasına yönelik çağrılar halka değil, mevcut devlet yönetimlerine yapılıyordu.

Milli Görüş resmi ideolojiden de kendisini kurtaramamıştı. Resmi ideoloji, Cemaatler yoluyla Milli Görüş’e girmişti. Örneğin Türk milliyetçiliği temelinde ifade edilen Rum ve Ermeni düşmanlığı, Yahudi düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, solu en baş hasım olarak belleme, Osmanlının fetihlerine sahiplenme, orduya düşkünlük bu etkilenmenin ürünüdür. Ayrıca Milli Görüş uzlaşmacılığından dolayı, devletçi olan hiçbir görüşle tümüyle ters düşmemeye dikkat ediyordu.

Milli Görüşün siyasi çizgisi sadece bu saydığımız ideolojik etkilenmelerle belirlenmedi. Siyasi parti olmak en başta siyasi bir program demekti. Bu program N. Erbakan gibi eğitimi, yetişme tarzı, kişiliği, bir Cemaat mensubundan epeyce farklı olan kadrolar tarafından yazılmıştı. Bu siyasi kadrolar, sahip oldukları kişisel eğilimlerinin yanı sıra, başka siyasi etkenleri de hesaba katmak zorundaydılar. Özellikle koalisyon ortağı olma koşulları ortaya çıktığında, bu siyasi etkenler daha da öne çıktılar. Örneğin bu parti sadece Cemaat kitlesini değil, bunların dışındaki oy sahiplerini de dikkate almak zorundaydı. Ayrıca Türkiye’deki egemen sınıfların ve emperyalist çevrelerin olurunu almadan, onların istemlerine cevap vermeden ne hükümet ortağı olunabilirdi, ne de orada kalınabilirdi. Ayrıca Milli Görüş’ün ve parlamentonun dışında kurulu bir devlet çarkı da vardı. Dolayısıyla devletin emperyalist kurumlarla iç içe geçmiş ordu, polis, bürokrasi gibi unsurlarının dediklerine de kulak vermek gerekiyordu.(2) Sonuçta parti belirli bir güce eriştikten sonra, tüm bu güç dengelerinin etkisi altında görece bir bağımsızlık da kazandı, Cemaatlerin ilk baştaki etkisi azaldı, parti kadroları partiyi ve kendilerini hesaba katan politikalar da geliştirmek zorunda kaldılar.

Çıkarları birbiriyle çelişen çeşitli kesimlerin tümüne hoş görünme, tümünü memnun etme çabası ortaya, eklektik ama esas olarak faydacı ve tutarsız bir çizgi çıkardı. Öyle ki MSP yöneticileri, başta Erbakan olmak üzere iktidara ortak olabilmek ve iktidarda kalabilmek için her tür gösterişi, ilkesizliği yapmaktan çekinmediler. 1970’li yılların öne çıkan sloganı “Milli kalkınma hamlesi” ve bunun ardından gelecek olan “Manevi kalkınma”, İslam dünyasının birliğini sağlama, birer demagoji olmaktan ileri gidemedi.

Sonuç olarak, içinde barındırdığı bütün karmaşık unsurlara, Cemaatlerin tümünü kendi çatısı altında toplayamamasına rağmen Milli Görüş, esas olarak Cemaat Dindarlığının partileşmesini temsil ediyordu.

b) İslamcılık

Önce Ercüment Özkan’ın Hizbu’t-Tahrir deneyimi, ardından çıkarılan birçok dergi ile İslamcılık bu yıllarda tekrar gündeme getirildi. Ama çıkışını; kendiliğinden biçimde, yeterli hazırlığa sahip olmadan, Cemaat Dindarlığından tam kopuşu sağlayamadan, Türkiye’de üzerinde yükselecek ciddi mücadele ve örgütlenme birikimlerine sahip olmadan yapan İslamcı akım, başarılı olamadı. Bu akım bir yandan Cemaatlerin ve Milli Görüşün, diğer yandan devletin ve Ülkücülerin fiili ve ideolojik saldırıları altında, kendini toparlayamadı, bağımsız bir örgütlenmeye bile kavuşamadı. Bu akıma yönelik saldırılar, özellikle İran devrimi ile birlikte, önder kadroların öldürülmesine kadar vardı. Örneğin Akıncılar Derneği eski başkanı Metin Yüksel, Abdi İpekçi’nin öldürülmesinin ardından 23 Şubat 1979’da Ülkücüler tarafından öldürüldü. İslamcı gençlik hareketinin parlak isimlerinden Sedat Yenigün 5 Temmuz 1980 günü Fatih’te faili meçhul biçimde öldürüldü. Bu akımın belki de en yetenekli lideri Şeyhmus Durgun, 1979 yılında yazdığı bir yazıdan dolayı tutuklandı ve 1985 yılında cezaevinde katledildi.

12 Eylül Cuntası Dönemi

Türkiye’de genel olarak dindar hareket, 12 Eylül öncesinde karmakarışık bir durumdaydı. 1979 yılında gerçekleşen İran Devrimi bu karmaşıklığı daha da arttırmıştı. Nurcu, Süleymancı, Nakşî gibi bölünmelere ek olarak, Cemaatler kendi içinde de bölünmüştü. Bölünmüşlük MSP yanlıları, AP yanlıları biçiminde siyasi alana da yansımıştı. İslamcı akım kendi başına bir güç olabilme çabasındaydı.

Milli Görüş, Cemaatler ve İslamcı eğilimler 12 Eylül cuntasını bu karmaşa içinde karşıladılar. Bunların cuntaya karşı tavırları da homojen olmadı. Cuntayı hararetle destekleyenler kadar (Gülen çevresi, Necip Fazıl gibi), mesafeli duranlar da (Nurcu Yeni Asya çevresi, Nakşîler gibi) oldu. Ama ne Cemaatlerden, ne Milli Görüşten ne de İslamcılardan hiç kimse, cuntayı açıkça karşısına alan (örneğin devrimcilerin yaptığı gibi), halkı bu cuntaya karşı mücadeleye çağıran bir tavır almadı.

Cuntayı açıkça destekleyenlerin dışında kalan Dindar kesimin tavrı şöyle yorumlanabilir: Cuntanın hışmını üzerimize çekecek hiçbir davranışta bulunmayalım. Üstelik cunta solu, demokratik hareketi eziyor, hatta milliyetçi hareketi de dağıttı. Dolayısıyla bu bir fırsat da olabilir. Bu nedenle sessiz duralım, cuntayı kızdırmayalım.

Üstelik solu, demokratik hareketi (işçi hareketini, küçük üretici örgütlenmelerini, kadın hareketini, gençlik hareketini, Barış Derneği türünden demokratik kurumlan vs.) ezen, milliyetçi hareketi de geri çekip dağıtan cunta Dindar kesime, Cemaatlere hoş gelen mesajlar da veriyordu. Anayasaya zorunlu din dersi konulmuş, bilimsel öğretim Üniversitelerde bile terkedilmiş, cunta lideri ayetleri kaynak gösteren konuşmalar yapmaya başlamıştı. İslam Birliği toplantılarına artık devlet düzeyinde katılınıyordu.

Ayrıca demokratik kurumlar, muhalif olan her örgütlenme acımasızca yok edilirken Cemaatlere dokunulmamıştı. Gazete kapatma, gözdağı verme türünden uygulamalarla, bunların çizgi dışına çıkma ihtimalleri yok edilmeye çalışılmış ama üstlerine gidilmemişti.

Ve ANAP’la birlikte Cemaatlerin, Dindarlığın altın çağı da başlamış oldu.

1990’lı yıllara kadar Cemaat Dindarlığı genelde ANAP içinde temsil edildi ve gelişti. ANAP iktidarları, başta Nakşîler olmak üzere (Özallar da Nakşî idi), Cemaat çevrelerinin hükümete ortak olduğu, Suudi sermayesi ile işbirliği içinde ekonomik olarak epeyce palazlandığı bir dönem oldu. El Baraka, Faysal Finans gibi kurumlara olağanüstü ayrıcalıklar tanındı. Birçok şirket, finans kurumu, vakıf kuruldu. Milli Görüş bu dönemde sönüktü. 1983 yılında kurulan Refah Partisi seçime sokulmamış, 1987 yılında yapılan seçimde de yüzde 7,16 oy alabilmişti. Doğu Bloğunun dağılmasıyla ve birinci Körfez Savaşı ile birlikte dünya genelinde İslamcı bir hava esmeye başladı. Bu süreçte Irakla savaştan başarıyla çıkan İran da, en azından kendi yakın çevresinde etkisini daha da artırmıştı. Bu dış etkenler Türkiye’de önü sonuna kadar açılmış, karşısında rakip bırakılmamış olan, devlet destekli Dindarlığı iyice geliştirdi. Bu hava içinde RP oy oranını yüzde 16,8’e yükseltti. 1995 seçimlerinde bu oran yüzde 21,4’e çıktı ve Erbakan 1996 yılında kurulan DYP-RP koalisyonunun Başbakanı oldu. 28 Şubat 1997 muhtırası ile de siyasi yaşamı bitirildi. Bu muhtıra ile birlikte Milli Görüş de tasfiye edildi.

AKP Ve Cemaat Dindarlığında Yeni Aşama: “Muhafazakâr Demokratlık”

Bütün cunta ve muhtıralarda olduğu gibi 28 Şubat’ın hedefinde de önce Türkiye devrimci hareketi ve Kürt hareketi vardı. 1999 yılında A. Öcalan uluslararası bir komployla yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Cezaevlerinde F-Tipi uygulamaya geçildi ve bu süreçte yüzlerce devrimci katledildi. Ama burada konumuz bunlar değil.

28 Şubat, 1970’li yıllarda ortaya çıkan ve o yıllara damgasını vuran iki oluşumu, Milli Görüş’ü ve İslamcılığı tasfiye etti. Bu muhtıra ve AKP ile birlikte, geleneksel Cemaat Dindarlığı hem rakipsiz hale getirildi hem de yeni bir aşamaya girdi. İslamcılıktan başlayalım.

Hamza Türkmen; “1985-1994 yılları, Türkiye’deki İslami uyanış ve tevhidi bilinçlenme sürecinin en güçlü olduğu dönem oldu.” (Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri, Ekin Yayınları, 2. baskı, 2008, s. 103) diye yazıyor.

Türkiye’de devlet zoru ile yaratılan ortamın ve dünyadaki genel havanın etkisi ile İslamcılık yeniden canlandı. Bu canlanış Türkiye’de bazı ilklerin yaşanmasını da beraberinde getirdi. “Türkiyeli Müslümanlar Platformu” oluşturuldu. Bu platform 1991 yılındaki Körfez savaşı sırasında Cuma namazı çıkışlarında Amerikan ve İsrail karşıtı gösteriler düzenledi. Savaşa karşı Türkiye tarihinde İlk kez İslamcı kesim devrimci örgütlerle birlikte gösterilere katıldı. 28 Şubat sonrasında bu kesim AKP ve Gülen Cemaati içinde eritilip etkisiz hale getirildi. Yani Türkiye İslamcılığının 1970’li yıllardaki ilk çıkışının ardından, 1980’lerin sonlarındaki ikinci çıkışı da başarısızlıkla sonuçlandı.

1990’lı yılların sonlarına doğru Milli Görüş çizgisi de, emperyalizm ve Türkiyeli egemen sınıflar açısından, bu arada iyice palazlanmış Cemaat burjuvazisi açısından da miadını doldurmuştu. Ne dünya ne de Türkiye artık 1960’ların 70’lerin dünyası ve Türkiye’si değildi. Aradaki farkları anlatmaya kalkmak bu yazının çerçevesini aşar. Konumuz açısından şunları söyleyebiliriz:

Emperyalizm 1990’lı yıllarda, İs- lamı bir ideolojik silah olarak kullanarak, İslam dünyasını yeniden fethe çıkmıştı. Türkiye kökenli ama uluslararası bir örgüte dönüştürülmüş olan Gülen Cemaati bu işin öncü kollarından biriydi. Emperyalizm İslamı “Ilımlı İslam” ve “Köktenci İslam” diye kabaca ikiye ayırmış, kendisine hizmet etmeyen, işbirliği yapmayan bütün Müslümanları düşman ilan etmişti. Örneğin Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, Suriye’deki Müslüman Kardeşler hiç de “ılımlı” değillerdi ama emperyalizmin can dostuydular.

Kendi varlıklarının güvencesini ve geleceklerini emperyalizmle işbirliğinde, bu sistemin dünyada varlığını sağlamlaştırmasında gören Türkiyeli egemen sınıflar ve onların devleti, itirazsız bu sistemin yanındaydılar.

Milli Görüş çizgisi, Irak, İran, Suriye, Libya gibi Müslüman ülkeleri de hedef tahtasına koymuş olan emperyalizm için kullanıma çok müsait olmadığı gibi, bazı bakımlardan ayak bağı durumundaydı. Örneğin Siyonizm düşmanlığı İsrail’le güç birliğine, geleneksel Ortak Pazar (AB) karşıtlığı Avrupa emperyalizmi ile işbirliğine güçlükler çıkartıyordu. Batı karşıtı söylemler, İran, Libya gibi ülkelerle kurulan ilişkiler, İslam Ortak Pazarı, İslam Dinarı, D-8 kurulması gibi söylemler rahatsızlık vericiydi. Böyle bir anlayış temelinde Türkiye’de gelişecek Dindar hareket emperyalizme güçlükler çıkarabilirdi. Bu nedenle kaldırılması daha uygun olurdu. 1960’lı ve 70’li yıllarda yükselen sol dalgaya ve Sovyet Bloğuna karşı mücadelede işe yaramış olan bu anlayış, artık ayak bağı durumundaydı.

Topun ağzına konulduğunu ilk anlayan da herhalde Erbakan ve etrafındakiler oldu. Erbakan her zamanki pragmatizmi ile bu yeni çizgi için de aday olduğunu, değişmeye hazır bulunduğunu gösteren davranışlar geliştirdi. Örneğin 1996 yılında yapılan RP’nin 5. Kongresinde Özal’ın liberal 83 ruhuna sahip çıkıldı. Böylece Er- bakan 1970’li yılların temel argümanı olan “Milli kalkınma hamlesi”nden vazgeçmeye hazır olduğunu ima ediyordu. Aynı kongrede “Mustafa Kemal yaşasaydı RP’ye üye olurdu” görüşü ifade edildi. Bu da orduya yollanan bir mesajdı. Avrupa Birliği karşıtlığı yerini AB yandaşlığına bırakmaya başladı. IMF karşıtı söylemler terk edildi. Siyonizmi birinci düşman bilen Erbakan, İsrail’le stratejik anlaşmalar imzaladı. Susurluk’ta ortaya saçılan pisliğe sahip çıktı. Koalisyon ortağı Çiller’in bütün kirli işlerini aklamaya çalıştı. Ama bütün bunlar bir işe yaramadı. Çünkü Erbakan’ın geliştirdiği iç ve dış ilişkiler, arkasında yatan tarihi birikim, fırsatçılığı ve faydacılığı egemen sınıflara ve emperyalizme güven vermiyordu. Yeni başlangıcı yeni ve güvenilir, Milli Görüş gömleğini çıkarmış, Siyonist lobilerin taktığı madalyalarla dolaşmaya hazır kadrolarla yapmak daha garantili idi.

Daha bir yılını bile doldurmamış olan AKP 2002’de yapılan seçimlerde yüzde 34 oyla tek başına iktidar oldu. AKP oy oranın daha sonraki seçimlerde daha da arttırdı. AKP oyları, 2007 seçimlerinde yüzde 47’yi, 2011 seçimlerinde de yüzde 50’yi buldu. AKP’nin bu seçim başarılarının altında güdümlü, yönlendirilmiş seçim sistemi yatıyordu. AKP’nin aldığı yüksek oylar nitelik olarak, örneğin 1982 Anayasasının aldığı yüzde 92 oydan, ya da Mısır’daki ve benzeri rejimlerdeki tek adamların aldığı yüzde 80’den aşağı düşmeyen oylardan farklı değildi. Bu başarı, güdümlü, halka, seçtirilmek istenilenlerden başka alternatif bırakmayan seçim sisteminin bir ürünüydü. Şöyle ki:

Parlamento devrimci demokratik güçlere, işçi hareketine, gençliğin, kadınların temsilcilerine zaten kapalıydı. Yüzde 10 barajı vardı. Yani parlamentoya birkaç büyük düzen partisi dışında başkasının girmesi yasaklanmıştı. Bu barajlarla da yetinilmiyor, demokratik güçler ağır bir baskı altında tutuluyordu. Bu güçlere dergi bile çıkarttırılmıyordu. Dernekleri, dergi büroları sürekli basılıyor, çalışanlar tutuklanıyordu. Sol bir dergiyi açıkta taşımak bile gözaltına alınmak için sebep olabiliyordu. İşçi sınıfının sendikal örgütlenmesi bile darmadağın edilmişti. Evlere giren onlarca televizyon kanalı, toplam tirajı milyonları bulan gazeteler, dergiler bu güçlerin aleyhine çalışıyorlardı. Özetle düzene gerçekten muhalif olan, ezilen kesimlerin istemlerini dile getirmeye çalışan güçlerin seslerini kitlelere duyurmamaları, onlara ulaşamamaları için elden gelen her şey yapılıyordu. Örneğin Kürtlerin sahip olduğu tek televizyon kanalına bile tahammül edilemiyor, bu kanalın yayını uluslararası bir sorun haline getiriliyordu.

Sol güçler, Kürtler böylesine bir baskı altında tutulurken, sağ ve muhafazakâr alan da AKP için temizlendi. RP ve onun ardından kurulan Fazilet Partisi kapatıldı. Erbakan’a siyaset yasağı konuldu. AİHM ve emperyalistler de bunu onayladılar. FP’den birçok milletvekili AKP’ye geçti. Özetle Milli Görüş kadroları zorla tasfiye edildiler ve Tayyip Erdoğan’ın karşısında ciddi bir rakip bırakılmadı. Bu kadar da değil, sağda AKP’den başka oy alabilecek parti de kalmadı. ANAP tasfiye edildi ve işe yarar kadroları AKP’ye aktarıldı. Aynı durum DYP’nin başına geldi. Milli Görüş, ANAP ve DYP arasında bölünmüş olan Cemaatlerin tümü, değişik yöntemlerle (tehditler de dâhil), AKP’ye yönlendirildi. Cunta destekçiliği, Amerikan işbirlikçiliği, Türki Cumhuriyetlerde CIA’nın bir kolu olarak çalışması sayesinde büyüyen ve önemli bir güç haline gelen Gülen Cemaati, bu süreçte önemli işler gördü.

Devrimci, demokratik güçlerin baskı altında tutulması, Milli Görüşün zorla siyaset dışına sürülmesi, sağ partilerin içinin boşaltılıp etkisizleştirilmesi sayesinde AKP ve Tayip Erdoğan rakipsiz hale getirildi. AKP kurulalı daha bir yıl bile olmamıştı. Ama AKP öyle yeni kurulan partiler gibi, maddi açıdan güçsüz, doğru dürüst bir gazetesi bile olmayan, beş on dakikalık seçim konuşması için televizyonlarda sıra bekleyen, birçok şehre, ilçeye ulaşamayan, türlü bahanelerle mitingleri, seçim gezileri engellenen bir parti değildi. Bütün büyük gazeteler, bütün adı sanı bilinen televizyon kanalları, haftalık, aylık yayın organları, hatta yabancı basın T. Erdoğan ve AKP propagandası yapıyordu. Basında, televizyonlarda sesi en çok duyulan liberal aydınlar, Erdoğan ve AKP’yi parlatan teoriler oluşturuyorlardı. Basının, yazarların bütün bunları Allah rızası için, hayır olsun diye yapmadığını, bu alana hatırı sayılır paralar akıtıldığını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok her halde.

Bütün bunların olduğu bir yerde seçimlerin demokratikliğinden, adayların ve partilerin eşit koşullara sahip olduğundan söz etmek mümkün mü? Bu kadar da değil, AKP’nin oylarının önemli bir kısmı rüşvetle satın alınan oylardır. Dünyanın ve ülkemizin sorunlarından habersiz, yaşama bakışı günlük geçim derdiyle sınırlandırılmış, dini ön yargıların ve her yandan pompalanan milliyetçi görüşlerin ağır etkisi altında bulunan yığınlar, bir torba kömür, yiyecek paketi, ev eşyası rüşvet verilerek kolayca kandırılabildiler. Hele bir de bu rüşvetin dini referanslarla, dini söylem ve ritüellerle verilmesi, hem rüşvetin meşru görülmesini sağladı hem de etkisini arttırdı.

AKP’yi tek başına iktidar yapan, Milli Görüş’ün oylarını yüzde 2,5’e düşüren işte bu, arkasında devlet zorunun bulunduğu, güdümlü seçim sistemiydi.

AKP’nin Tarihi Yeri

Tarihi gelişime Cemaat Dindarlığı açısından baktığımızda görünen şudur: Tek parti döneminde ortaya çıkan ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra serpilip gelişen Cemaat Dindarlığı 1970’li yıllarda hem kitleselleşti hem de bölündü. Bu ortamda sahneye Milli Görüş ve İslamcılık çıktı. Cunta sonrası süreçte, Milli Görüş ve İslamcılık geçici bir canlanma yaşadı ve AKP ile birlikte tasfiye edildiler. Ama bu döneme esas damgasını vuran Gülen Cemaati oldu.

Cunta sonrasının en önemli olgularından biri, Gülen Cemaati diye bilinen dindarlığın ayrı ve en önemli güç haline gelmesiydi. 12 Eylül öncesinde Fethullah Gülen vardı ama “Gülen Cemaati” diye ciddiye alınan bir oluşum yoktu. Gülen Cemaati 12 Eylül cuntasının, ANAP iktidarlarının ve Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte dünya genelinde azgınlaşan emperyalist saldırganlığın Türkiye’ye bir hediyesidir. Gülen Cemaati emperyalist kurumlarla ve devlet kuramlarıyla sahip olduğu organik ilişkilerle, 12 Eylül cuntasını, emperyalizmin İslam ülkelerine yönelik operasyonlarını desteklemesiyle, İran devrimine ve emperyalizmin “köktenci” dediği İslami anlayışa açıktan karşı olmasıyla, İsrail’e yakınlığıyla, dinler arası diyalogu (bunu “emperyalist merkezlerle iyi ilişkiler içinde olmayı” biçiminde tercüme etmek gerekir) savunmasıyla, geleneksel Cemaat Dindarlığından ayrı bir yer edindi. Milli Görüş ve 1970’lerin etkili Cemaatlerinden Süleymancılar, Işıkçılar gerilerken, Gülen Cemaati öne çıktı. Örneğin cunta sonrasında bir dönem en önde yayın organı olan, esnafa bedava dağıtılan Işıkçıların Türkiye gazetesi, yerini Zaman gazetesine bıraktı. Gülen Cemaati yeni yeni TV kanalları açarken Işıkçı TGRT Amerikalılara satıldı. Benzer şekilde, Kur’an kurslarına dayalı bir çalışma içinde olan Süleymancılar da gerilediler. Devlet eliyle yapılan sayısız cami, sayısı artan ve yeni imkânlar sağlanan imam hatipler, yeni ilahiyat fakülteleri, Gülen’in dershaneleri ve mahalle okulları Kur’an kurslarını geri plana itti. Nakşîler, İskenderpaşa Camii Cemaati, İsmail Ağa Camii Cemaati gibi isimler altında zaman zaman popüler olsalar da, onlar da Gülen Cemaati’nin gerisine düştüler.

AKP ve onun Muhafazakâr Demokratlığı, Gülen Cemaati’nin anlayışıyla uyum halindeydi. Hatta bazı ihtiyat kayıtları koyarak AKP’ye Gülen Cemaati anlayışının iktidar olması olarak da bakabiliriz.(3) AKP ile birlikte bu anlayış, devletin resmi dini haline getirilmiştir.

AKP’nin AB ve Amerikan işbirlikçiliği, görünürdeki farklarına rağmen Cemaat Dindarlığından kopuşu değil, bu anlayışın gelişiminde yeni bir aşamayı temsil eder. Bu anlayış 1960’lı ve 70’li yılları, demokratik harekete karşı devletin ve emperyalizmin yanında savaşarak geçirmişti. 1980’li ve 1990’lı yıllarda da gene Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Afganistan’da Batılı emperyalist güçlerle birlikte olmuştu. Yani Ortak Pazar ve IMF karşıtlığı, Batı aleyhtarlığı, İslam Birliği söylemleri emperyalizmle birlikte davranmaya engel olmamıştı. Cemaat Dindarlığı ve onun bir biçimi olan Milli Görüş tarihi, emperyalizme karşı mücadele değil, emperyalizmle işbirliği tarihiydi. AKP ile birlikte söylemdeki Batı karşıtlığı yerini açıktan savunulan emperyalizm işbirliğine bıraktı. Tayip Erdoğan “Milli Görüş” gömleğini çıkardığını söyleyerek işe başladı. Bundan kastedilen en önemli özellik Batı karşıtlığının, emperyalizme karşı söylemlerin terk edildiği, Amerika’nın bir dediğinin iki edilmeyeceği idi. Erdoğan Avrupa Birliği’ne karşı olmak şöyle dursun, buna, “medeniyet projesi” diyordu. Erdoğan IMF ve Amerika’ya sahip çıkıyor, savunuyordu. T. Erdoğan ayrıca, Amerika’nın 2004 yılında ilan ettiği Büyük Orta Doğu Projesi’nin eşbaşkanı olduğunu da ilan etti.

Batı’ya karşı sadece tavırda değil, söylemde de meydana gelen bu değişikliğin, ekonomik bir boyutu da vardı. 2000’li yılların Cemaatleri artık 1960 ve 70’lerin, kendi bulunduğu bölgeye ve Türkiye’ye hapsolmuş, küçük ve orta işyeri sahipleri değildi. Bunlar Arabistan, Libya, Orta Doğu ülkelerinin yanı sıra, Balkanlara, Avrupa pazarına, Orta Asya cumhuriyetlerine, Kafkaslara, hatta Çin’e açılmış durumdaydılar. Onlara bu imkânı sağlayan ise başta Amerika olmak üzere, emperyalist saldırganlığın sağladığı imkânlar ve destekten başkası değildi. Tıpkı Türkiye’nin geleneksel işbirlikçi tekelci sermayesi gibi, Cemaat sermayesi de geleceğini emperyalist sistemle daha ileri düzeyde işbirliğinde görüyordu. Dolayısıyla artık Cemaatler açısından, zaten esas olarak biçimsel olan Avrupa Birliği karşıtlığının, Amerikan düşmanlığının modası geçmişti. “Yenilenmek” gerekiyordu. Erbakan ve etrafındakileri değil, T. Erdoğan ve Abdullah Gül’ün başını çektiği “yenilikçi” kanadı desteklemek daha uygundu. Bu nedenle AKP ile formüle edilen “Ilımlı İslam” genel olarak Cemaatlerin de çıkarlarına uygundu.

Sonuç Olarak

Küçük burjuva yoksul yığınların düzene karşı tepkilerinin dini biçimde dışa vurumu olarak ortaya çıkan Cemaat Dindarlığı, süreç içinde devletin emperyalizmin işbirlikçisi bir güce dönüştü. Kendileri de küçük ve orta burjuvalar olan Cemaat ileri gelenleri, küçük burjuva yığınların tepkilerini, emperyalizme ve düzene hiçbir zararı olmayan dini biçimlere soktular. Böylece bu muhalefeti düzen partilerinin oy potansiyeline çevirdiler. Hatta bu anlayışla örgütledikleri gençliği, devrimci, demokrat harekete karşı savaşan bir güce dönüştürebildiler. Gelinen noktada Cemaatler genel olarak emperyalizmle ve devletle, Türkiye’deki emperyalizme bağımlı sömürü düzeniyle bütünleşmiş, muhalif olma niteliklerini yitirmiş bir duruma gelmişlerdir. Bu durum Cemaatler açısından fena bir başarı sayılmazsa da, Türkiye’deki düzenin geleceği açısından pek sağlıklı sayılmaz. Çünkü emperyalizm ve Türkiye’nin işbirlikçi sınıfları, Cemaatleri kendilerine ortak ederek, özellikle küçük burjuva yığınların tepkilerini düzene kanalize edebilecek önemli bir araçtan da yoksun kalmışlardır. Artık yoksul dindar kitleler, işçiler, gençler sorunlarının çözümü için ve tepkilerini dışa vurmak için Cemaatlerin dışında başka kapıları çalmak zorunda kalacaklardır. “Ananı da al git” diyen bir Başbakan’ın, özürlü bir işçiye, “Sana iş vermişler daha ne istiyorsun” diyen bakanların, adı daha şimdiden “abdestli kapitalist”e çıkmış patronlaşmış Cemaatlerin, sendikacılığı, hükümetle işbirliği içinde bürokraside yükselmek ve milletvekili olmak için bir araç olarak gören anlayışın, işçileri ve yoksul yığınları uzun müddet oyalayabilmesi mümkün değildir. Burada da her yerde olduğu gibi, kapitalizmin sorunlarını çözebilmek için ancak geçici çareler bulabildiğini ama bu geçici çarelerin yeni ve daha büyük sorunlara kapı açtığını görüyoruz. Cemaatlerin ve dinin bu düzeyde kullanılması, sistemin günlük sıkıntılarına ilaç olmuştur ama ilerisi için daha büyük sorunlara gebe bir durum da yaratmıştır.

Dipnotlar

1-“İslamcılığın Doğuşu Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Gelişimi” isimli çalışmamızda bu akımı “Dincilik” olarak isimlendirmiştik. Kitap yayınlandıktan sonra “Dincilik” nitelendirmesinin İslamcı çevreler tarafından tepkiyle karşılandığını öğrendik. Bu nedenle “Dincilik” yerine “Cemaat Dindarlığı”, “Dindarlık” kavramını kullanmayı uygun bulduk. İslamcılıkla Dindarlık arasında böyle bir ayırımın Türkiye'deki İslamcı çevreler tarafından da yapıldığını not edelim. Örneğin Türkiye'deki İslamcı hareketin öne çıkmış isimlerinden Hamza Türkmen bu anlayışı “Milli Dindarlık” olarak isimlendirmektedir.

2-Erbakan 28 Şubat 97 muhtırasıyla düşürüldükten sonra bu gerçeği Ali Bulaç'a şöyle itiraf etmişti: “Böyle bir ülkede sağlıklı, adil, deklare edilmiş kurallara uygun siyaset yapmak mümkün değildir. Demokrasinin tam olarak işlemediği Türkiye’de % 80 oy alıp iktidara gelip hükümet olsanız da bir faydası yok.” (Ali Bulaç, Göçün ve Kentin Siyaseti (MNP'den SP'ye Milli Görüş Partileri), Çıra Yayınları, Mart 2009, 1. Basım, s. 577)

3-AKP kadroları Gülen çevresinden değil Milli Görüş'ten ve sağ partilerden devşirilen kadrolardan geliyordu. Hatta içlerinde Ertuğrul Günay gibi keskin CHP'liler de vardı. Gülen Cemaati örneğin Pakistan'daki Cemaat-i İslami ya da Mısır'daki İhvan-ı Müslimin gibi doğrudan bir siyasi örgüte dönüşmedi partileşmedi. AKP kadroları cemaatten daha çok düzene devlete emperyalizme bağlı olan kadrolardan oluştu. Bu nedenle aralarındaki anlayış ortaklığına rağmen AKP ve Gülen Cemaati iki farklı yapı durumundadır. 1970'lerde Erbakan ve MSP'nin Cemaatler üstü Milli Görüş isimli bir siyaset geliştirmesine neden olan etkenler AKP ve T. Erdoğan için de geçerlidir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi