Ulusal Sorunda TKP Revizyonizmi

Sosyalist İktidar Partisi (SİP) kökenli kadroların kurduğu TKP, Ocak 2007 tarihli 8. Kongresinde sosyal-şovenizmi çizgileştirmişti.(1) Ezilen Kürt ulusuyla Türk burjuva sömürgeciliği arasındaki mücadelenin giderek tırmandığı, aradan geçen bir buçuk yıllık dönemde, bu çizgi kendi mantıki sonuçlarına doğru ilerledi.

Ezilen Kürt ulusunun kaderini tayin etme, ayrı devlet kurma hakkını tanımak yerine, tersine bu hakka karşı açıktan tavır alan ve sorunu “ABD ülkemizi bölüyor” görüş açısı içinde ele alan TKP, kategorik olarak devlet iktidarının yanında, Kürt ulusal hareketinin karşısında yer aldı.

Gelenek Dergisi’nin Şubat 2008 tarihli sayısı, bu çizgiyi teorik bir çerçeveye oturtuyor. “Bir Emekçi Sorunu olarak Kürt Sorunu” başlıklı dergi, ulusal sorunda Marksizmle savaşıyor, ulusal soruna dair Marksist-Leninist çizgiyi açıkça ve kasıtlı olarak tahrif ediyor. Marksizmi bu bakımdan “gözden geçiriyor”. Düpedüz, revize ediyor.

Gelenek Dergisi; ulusların kaderlerini tayin hakkı, gönüllü/köleci birlik, ezen/ezilen ulus gibi, ulusal sorunda Marksist görüş açısının temel kavramlarını açıkça terk ediyor. Bunların yerine sınırların değişmemesi, ayrılığa karşı mücadele, ülkelerin birliğinin korunması, emperyalistler ülkemizi bölüyor, emperyalistler Türkiye Cumhuriyetini tasfiye ediyor gibi Kemalist terminolojiyi ikame ediyor.

Kemalist resmi teze göre; ulusal bir sorun olarak Kürt sorunu yoktur, ekonomik bir sorun olarak azgelişmişlik sorunu vardır.

TKP’nin ‘yeni’ teorik açılımına göre ise, Kürt sorunu yoktur, emek sorunu vardır! Kürt emekçilerinin ise, omuzlarında Türk emekçilerinden ayrı, özel ve özgün bir baskı ve sömürü boyunduruğu yoktur.

TKP’nin sol Kemalist tezinde, resmi ideolojinin “Vatanın birliği ve bölünmez bütünlüğü” kavramı, “İşçi sınıfının birliği ve bütünlüğü” adına savunuluyor! Lenin’in, farklı uluslardan işçi sınıfının en güçlü birliğinin ancak ulusların kaderlerini tayin hakkıyla mümkün olacağı ilkesi ise açıktan reddediliyor.

Ulusal sorunda Leninizm ve Kemalizm

Lenin’in ulusal soruna yaklaşımı, karartılamayacak kadar açık ve berraktır. TKP revizyonistleri, Lenin’in “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” (UKKTH) ilkesini tavizsiz savunmasını, bir kalem hamlesiyle boşa düşürmeye çalışıyorlar. Onlara göre, bu bir ilke değil, bir taktikti! Bu ‘taktik’, Ekim Devrimi’nin açtığı ve işçi sınıfı tarafından belirlenen dönemde geçerliydi. 1989-91 gerici olaylarıyla Doğu Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’ndeki rejimlerin yıkılışının ardından ise geçerliliğini yitirdi.

Gelenek yazarlarının dilinden aktaracak olursak;

“Bir zamanlar, sosyalist ülkeler ve burjuvazinin egemenliği altındaki ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerinin yanına, dünya çapındaki devrimci mücadelenin üçüncü bir halkası olarak ikircimsiz kaydettiğimiz ulusal hareketler, ilk halkanın kaybıyla beraber emperyalizmin elinde önemli bir silah haline geldi.” (Özgür Şen)(2)

“Ulusal hareketler için üç tarihsel dönem belirlemek mümkündür: i) burjuva devrimler çağı ii) sosyalizm çağı (1917-1991) ve iii) sosyalizmin çöküşünden günümüze uzanan ve henüz kapanmamış olan dönem.” (Metin Çulhaoğlu)

“Çağımızda ‘yeni’ devletler, emperyalizmin projelerine yerleşiyorlar, bunun neredeyse istisnası yok.” (Kemal Okuyan)

“UKKTH’nın bir gönüllü birlikte yaşama/zoraki birlikte yaşama denklemine indirgenmesi oldukça yanlıştır. Böyle bir kararın halklar tarafından bağımsız bir şekilde verileceğini düşünmek kadar safça bir düşünce olamaz. ... Bugün, ezilen ulus milliyetçiliği, emperyalizmin kanatları altında hiçbir şekilde hoşgörülemeyecek bir yapı sergilemektedir.” (Özgür Şen)

“Aydemir Güler, bugünkü durumda yeni devletlerin ortaya çıkışının eskisi gibi geç kalmış ulusların bağımsızlaşması değil tersine sömürgeleşme anlamına geldiğini söyledi.

Marksist bir öznenin değişen dünya koşulları karşısında sabit tutması gereken temel ilkesinin işçi sınıfı çıkarları olduğunu kaydeden Güler, ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ gibi, bir dönem sola kazandıran ancak Sovyetler’in dağılması sonrası anti-emperyalist zeminin kaybedilmesi ile bu karakterini yitiren bir ilkeye körü körüne bağlı kalınamayacağını söyledi. Güler ayrıca, solun bir dönem olumlu anlamlar çıkarmaya alışkın olduğu sınır değişikliklerinin, bugün tümüyle karşıya alınması gerektiğini savundu.”(3)

“Ayrılma hakkının kullanılması değil, tanınması dahi, abesleşmiştir. ... Samimi olarak ‘birlik’ demek yetmez, açılan kapağı, yani Kürt insanına ‘ayrı’ olma fikrini cazipleştiren nedenleri ortadan kaldırmak gerekir.” (Kemal Okuyan, abç.)

Dolayısıyla:

UKKTH 1917-1990 dönemi (‘sosyalizm çağı’!!) için geçerliydi, artık geçersizdir.

Günümüzde her yeni devlet emperyalizmin işbirlikçisi olur.

Günümüzde ezilen ulus milliyetçiliği emperyalizmin kanatları altındadır.

Tüm ulusal hareketler gericidir.

Her türlü sınır değişikliği gericidir.

Ayrılma hakkı reddedilmeli, ayrılma fikrine karşı mücadele edilmelidir.

Bu çerçevenin, Lenin’in ulusal sorundaki bütün tezlerinin çiğnenmesi, Marksizm-Leninizmin revize edilmesi anlamına geldiği açıktır.

Öncelikle, Lenin, “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine” ünlü tezlerini tam da emperyalizmin koyu karanlığının hüküm sürdüğü yıllarda ortaya koymuştur. Yani sorun ne Ekim Devrimi’nin ardından, “sola kazandırması” vb. gibi faydacılığın görüş açısından ortaya konmuştur; ne de 1917 öncesi dönem “burjuva devrimleri” çağına aittir! Burjuva devrimleri çağı 19. yüzyılın ortalarında kapanmıştır. 20. yüzyılla birlikte tekelci kapitalizm/emperyalizm ve proleter devrimleri çağı açılmıştır. Lenin, emperyalizmin ortaya çıkışıyla tırmanan ulusal baskı karşısında komünistlerin görevlerini formüle etmiştir. Dolayısıyla Lenin, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ulusal sorunla ilgilidir. Onun analizleri ve formüle ettiği görevler, emperyalizmin varlığını koruduğu ve emperyalist küreselleşmenin ulusal baskıyı daha da vahşileştirdiği günümüzde de tümüyle geçerlidir.

Lenin, tam da ezilen ulusların hareketlerinin rakip emperyalist bloklarca birbirine karşı kullanılmak istendiği bir dönemde, 1910’ların ilk yarısında bu tezleri ortaya koymuş ve uluslararası sosyalist hareket içinde egemen kılmaya çalışmıştır. Lenin’in bu noktadaki fikri açıktır:

“Nasıl ki, örneğin Latin ülkelerde olduğu gibi cumhuriyetçi sloganların halkın aldatılması ve malî soygun amacıyla burjuvazi tarafından kullanılması durumları, sosyal-demokratların (komünistlerin, bn.) cumhuriyetçiliklerinden vazgeçmeleri için bir neden olamazsa, aynı şekilde bir emperyalist devlete karşı ulusal kurtuluş savaşımından, bazı durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından. aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olamaz.” (4)

Hatta öyle ki, Lenin’in eserleri incelendiğinde, Lenin’e ve RSDİP (Bolşevik) programının ulusların kaderlerini tayin hakkı maddesine itiraz yöneltenlerin, tam da bugün TKP revizyonistlerinin yaptığı gibi, emperyalizmin gücünü gerekçe gösterdikleri, bu koşullarda kurulacak devletlerin emperyalizmin şu ya da bu gücünün kanadının altında doğacağını öne sürdükleri vb. görülür. Lenin’in bu kof tezlere verdiği yanıtlar, tümüyle Türkçe’ye çevrilmiştir, bu bakımdan özellikle “Emperyalist Ekonomizm” kitabı incelenmeye değer.

Yani TKP’nin bugünkü tezleri, bizzat Lenin’in ideolojik mücadele hedefindeki sosyal- şovenlerin pespaye, antika tezleridir. Uluslararası sosyalist hareketin tarihi içinde bu tezler, II. Enternasyonal oportünizminin yaklaşımlarına denk düşer.

Emperyalizmin hâkimiyeti ve tek kutuplu dünya koşullarında ulusların kaderlerini tayin hakkı talebinin geçersizleştiğini savunmak, emperyalizmin gücü karşısında diz çökmekten, proleter devrime ihanetten, ezilen ulusların haklı davalarına sırt dönmekten başka bir anlama gelmez. Tabii ki, Lenin’in dediği gibi, “Emperyalist sistemde, yalnızca ulusların kaderlerini tayin hakkı değil, siyasal demokrasinin tüm istemleri ancak kısmen ‘gerçekleştirilebilir’, ve o da ancak çarpıtılmış bir biçimde ve istisnai durumlarda (örneğin Norveç'in 1905'te İsveç'ten ayrılmasında olduğu gibi).”(5)

Ancak buradan ezilen ulusların, esir-köleleştirilmiş ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının geçersizleştiği sonucunu çıkarılamaz; tersine bu talebin öncelikle komünistler tarafından, emperyalizmi yerle bir edecek proleter devrimin öncüleri tarafından savunulması gerektiği sonucu çıkar.

Bazı ulusal hareketlerin burjuva önderliğinin ulusal dargörüşlülüğe batması, emperyalizmin siyasetine alet olması, ulusların kaderini tayin hakkını geçersizleştirmez. Nasıl ki ABD’nin “demokrasi götürme” safsataları komünistleri politik özgürlük savaşımının bayraktarı olmaktan alıkoyamazsa, emperyalizmin bazı ulusları kandırma girişimleri de komünistlerin ulusal kurtuluş mücadelelerine sırt dönmelerine neden olamaz.

Tersine, bu halklara, özelde de bu halkların işçi ve emekçi sınıflarına şunu söylemelidir komünistler: Ulusal baskıya karşı savaşımda özgücünüze dayanın, kardeş bölge halklarıyla işbirliğine yönelin, emperyalizmden medet ummayın, dar ulusalcılıktan ve bölge halklarına düşmanlıktan sakının. Burjuva sınıflarınızın peşinden bölgesel emperyalist/tekelci birliklere (AB vb.) değil, emekçi sınıfların iradesiyle bölgesel demokratik ve sosyalist federasyonlara yönelin. Ama komünistlerin ezilen bir ulusa asla söylemeyecekleri şey, mevcut ulusal boyunduruk, zorunlu birlik koşullarını kabul etmelerini istemektir. TKP ise, bu ezilen uluslara Sırp, Arap, Türk vb. ezen ulus milliyetçiliğini desteklemeyi öğütlüyor!

Ezilen ulusların başkaldırılarına sırt dönenler, ezen ulus milliyetçiliğinin “sol”dan payandalığını yapmakla kalmazlar, aynı zamanda ezilen ulus kitleleri arasında güvensizlik ve önyargı tohumları ekerler. Halkları bölmek ve aralarındaki güvensizlikten faydalanmak stratejisini izleyen emperyalizme bundan büyük bir hizmet de olamaz!

***

Burada TKP’li teorisyenlerin tahrif etmeye çalıştıkları Lenin’in ulusal sorun konusundaki tezlerini anımsatmayı bir görev biliyoruz. Böylece TKP’nin Kemalist tezleriyle Marksizm Leninizm arasındaki taban tabana zıtlık açıkça görülecektir.

a) Kemal Okuyan’ın “tanınması dahi abesleşmiştir” dediği ulusların kaderini tayin etme, ayrılma, ayrı devlet kurma hakkı için Lenin şunu söyler:

“Biz ulusların birleşip kaynaşmasından yanayız; ne var ki, ayrılma özgürlüğü olmaksızın, zora dayalı birlikten ve ilhaktan gönüllü birliğe geçilemez. ... Ayrılma özgürlüğünün yadsınması, teorik bakımdan başından sonuna yanlıştır, pratik bakımdan da ezen ulusların şovenistlerine köle olmaya varır.”(6)

“Nasıl burjuva toplumda, burjuva evliliğinin üzerinde yükseldiği ayrıcalıkların ve satın alınabilirliğin savunucuları boşanma özgürlüğüne karşı çıkıyorsa, yine o şekilde, kapitalist devlette ulusların kendi kaderini tayin, yani ayrılma özgürlüğünün reddi, sadece, egemen ulusun ayrıcalıklarının ve yönetimde demokratik yöntemler zararına polis yöntemlerinin savunulması anlamına gelir.”(7)

“Herhangi bir ulusun proletaryası tarafından ‘kendi’ ulusal burjuvazisinin ayrıcalıklarının en ufak şekilde desteklenmesi, zorunlu olarak, diğer ulusun proletaryasında güvensizlik doğuracak, işçilerin enternasyonal sınıf dayanışmasını zayıflatacak, onları kendi aralarında bölerek burjuvaziyi memnun edecektir. Ancak, kendi kaderini tayin veya ayrılma hakkının yadsınması, pratikte zorunlu olarak, egemen ulusun ayrıcalıklarının desteklenmesi anlamına gelmektedir.”(8)

“Şu anda, devrim sırasında ve devrimin zaferinden sonra, köleleştirilmiş ulusları kurtaracaklarını ve onlarla serbestçe birleşme esası üzerinde (ve serbestçe birleşme, ayrılma hakkını içermezse boş bir sözdür) ilişkiler kuracaklarını eylemde göstermemiş olan sosyalist partiler, sosyalizme ihanet ederler.”(9)

b) Kemal Okuyan, “Kardeşlik ve birlikten söz etmek için ‘ayrılma hakkı ’nın hakkını vermek gerektiğini söyleyenler, dünyada ve bölgede ne olup bittiğini gerçekten izliyorlar mı? ... Çağımızda ‘yeni’ devletler, emperyalizmin projelerine yerleşiyorlar, bunun neredeyse istisnası yok. ... Hem eşitlik ve ortaklık, hem de ayrılma hakkı için mücadele gerçekçi değildir.” derken, Lenin bunun tam tersini savunmaktadır:

“Proleterlerin birliği uğruna, onların sınıf dayanışması uğruna, ulusların ayrılma hakkının tanınması gerekir.”(10)

“Sosyalizmin amacı yalnızca insanlığın küçücük devletlere bölünmesine ve ulusların herhangi bir şekilde tecrit edilmesine son vermek değildir. Amaç yalnızca ulusları birbirine yaklaştırmak değildir, onları bütünleştirmektir. Ve işte bu amaca ulaşmak için biz, ... ezilen ulusların kurtuluşunu istemeliyiz, ve bu, havada, genel sözlerle, içi boş lafebelikleriyle ve sorunu geleceğe, sosyalizmin gerçekleştiği zamana ‘erteleyerek’ olmamalıdır. Nasıl ki, insanlık, sınıfların ortadan kalktığı döneme ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün sürdüğü bir geçiş dönemini aşarak ulaşabilirse, ulusların kaçınılmaz olan bütünleşmesine de, ancak bütün ezilen ulusların kurtulduğu, yani ezen ulustan ayrılma özgürlüğüne kavuştuğu bir geçiş dönemini aşarak varabilir.”(11)

“Ezen bir ulusun durumunu ele alalım. Başka halkları ezen bir ulus özgür olabilir mi? Hayır. Büyük-Rus nüfusun özgürlüğünün çıkarları, bu baskıya karşı mücadeleyi gerektirir. Ezilen ulusların hareketlerinin uzun, yüzyıllardır süren ezilme tarihi, bu ezilmenin ‘üst’ sınıflar tarafından sistematik olarak propaganda edilmesi, bizzat Büyük-Rus halkının özgürlük davasına, onun önyargıları vb. biçiminde korkunç engeller yaratmıştır”(12)

“Büyük-Rus proletaryası, sistematik olarak bu önyargılara karşı mücadele etmeden, kendi hedeflerini gerçekleştiremez, özgürlüğe giden yolu açamaz.”(13)

c) Kemal Okuyan, Leninist “ulusların tam hak eşitliği” formülünü reddederken, bunun kaynağını ortaya koyamayacak kadar korkaktır:

“(Michael) Löwy ’nin ‘tüm ulusların eşit haklara sahip olduğunu kabul etme ’ diye formüle ettiği ve dediğim gibi, ahlaki bir tutumdan başka değer taşımayan yaklaşımlarla ulusal soruna ilişkin bir teorik çerçeve oluşturmak söz konusu olamaz.”

Oysa bu ilkenin kaynağı bizzat Lenin’dir:

“Ulusların tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin hakkı; tüm ulusların işçilerinin kaynaşması -Marksizmin, tüm dünyanın deneyimlerinin ve Rusya’nın deneyimlerinin işçilere öğrettiği ulusal program budur.”(14)

Lenin’e göre “ulusal program”ın üç temel taşından birisi olan “ulusal hak eşitliği”, Okuyan’a göre “ahlaki bir tutumdan başka bir değer taşımaz”.

Lenin şunu da söyler:

“Özgür ve bağımsız bir ulusal devlet kurmak, şimdiye dek, Rusya’da Büyük-Rus ulusunun bir ayrıcalığı olarak kalmıştır. Hiçbir ayrıcalığı savunmayan biz Büyük-Rus proleterleri, bu ayrıcalığı da savunmuyoruz.

Ulusal hak eşitliğinin tanınması, ayrılma hakkının tanınmasını içerir mi, içermez mi? Eğer içeriyorsa, Rosa Luxemburg, programımızın 9. maddesinin (UKKTH, bn.) ilkesel doğruluğunu kabul ediyor demektir. Eğer içermiyorsa, Rosa ulusal hak eşitliğini tanımıyor demektir!” (15)

Bay Okuyan’ın “ulusal hak eşitliği”yle sorunu da tam olarak budur.

Geçerken, Rosa Lüksemburg’un UKKTH’na karşı yönelttiği itirazın bugünkü sosyal-şoven tezlerle birebir örtüştüğünü de vurgulayalım. Şöyle diyordu Rosa:

“Bağımsızlıkları, bizzat ‘Avrupa ahengi ’ denilen politik mücadelenin ve diplomatik oyunun ürününden başka bir şey olmayan şeklen bağımsız Karadağlıların, Bulgarların, Romenlerin, Sırpların, Yunanlıların, hatta kısmen İsviçrelilerin ‘kendi kaderini tayin’inden ciddi ciddi söz etmek mümkün müdür?” (16)

Rosa Lüksemburg, bir Polonyalı sosyalist olarak, yani bir ezilen ulus sosyalisti olarak, Polonya burjuvazisine karşı ideolojik mücadelesinde bu yanılgıya düşüyordu. Lenin de Rosa’nın tezlerini mahkûm ederken, bu durumu gözetmiş ve birkaç yerde vurgulamıştır. Esas sorununun bir ezilen ulus sosyalisti olarak Rosa’nın tutumu değil, onun tezlerini kendi sosyal şoven amaçları için kullanan ezen ulus sosyalistleri olduğunu vurgular. Rosa’da “kabahat olan, bunlarda suçtur”.

d) TKP’liler her türlü sınır değişikliğine karşı çıkarken, Lenin ezilen bir ulusun zorla belli bir devlet sınırı içinde tutulmasına karşı mücadeleyi “ezen ulus proletaryasının” görevi olarak koyar:

“Proletarya, ulusal baskı üzerine kurulmuş bir devletin sınırları sorununda, emperyalist burjuvazi için çok ‘tatsız’ olan bu sorunda susamaz. Proletarya, ezilen ulusların belli bir devletin sınırları içinde zorla tutulmalarına karşı savaşmalıdır, bu da ulusların kaderlerini tayin edebilmeleri uğruna savaştır. Proletarya, ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir. Yoksa, proletarya enternasyonalizmi boş bir sözden başka bir şey olmazdı, ezen uluslarla ezilen ulusların işçileri arasında ne güven, ne de sınıf dayanışması mümkün olurdu.”(17)

Lenin, “ulusların ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmesinin”, “emperyalist düzende temel, önemli ve kaçınılmaz bir gerçek” olduğunu söylerken, Aydemir Güler ise; “Ezen ulus- ezilen ulus kavram çiftinin yeniden değerlendirilmesi” gerektiğini belirtmektedir. (18)

e) Son olarak, TKP’liler ezilen ulus milliyetçiliğinin kesinlikle kabul edilemeyeceğini, “hoşgörülemeyeceğini”, her ulusal hareketin gerici olduğunu öne sürerken, Lenin yine bunun tam tersini söylemektedir:

“Ezilen bir ulusun her burjuva milliyetçiliği, baskıya karşı yönelen genel demokratik bir içeriğe sahiptir ve biz bu içeriği kayıtsız-şartsız destekleriz. Bunu yaparken kendi ulusu için istisnai bir konum elde etme çabasını titizlikle dışlar, Leh burjuvalarının Yahudileri ezme çabasına karşı mücadele ederiz”(19)(*)

Lenin her savaşı olduğu gibi, her ulusal sorunu ve ulusların kaderini tayin ettiği her durumu kendi somutluğu içinde ele alırken, ilerici ve gerici ulusal hareketleri özenle ayrıştırırken, TKP oportünistleri tüm ulusal sorunları eşitliyor, her ulusal hareketi gerici sayıyor, her türlü ulusal kaderini tayine karşı çıkıyorlar. Lenin’in diyalektik yöntemine karşı idealist ve metafizik bir yöntemi savunuyorlar. Bu hokkabazlık sayesinde, örneğin Belçika’daki Flaman burjuvazisinin gerici ayrılıkçı hareketiyle, Kuzey Kürdistan’daki emekçi karakterli Kürt ulusal hareketini eşitleyebiliyorlar. (Belçika sorununa aşağıda ayrıca değineceğiz.)

Sonuç olarak: Kemalist “ülkenin birliği” kavramıyla (buna Misak-ı Millicilik de diyebiliriz), Marksist Leninist “sınıfın birliği”, “emekçilerin birliği” kavramları birbiriyle örtüşmez, aksine, taban tabana zıttır. Birincisi, ezilen Kürt ulusunun kaderini tayin hakkının reddedilmesini, zorla engellenmesini gerektirir. İkincisi ise tersine, bunun tanınmasını ve bir ilke olarak bayraklaştırılmasını gerektirir.

TKP, ulusal sorundaki tezleriyle, Marksizmi açıkça, kabaca ve küstahça revizyondan geçiriyor. Çarpıtıyor. Bu, revizyonizmin daniskasıdır. Onlar, Marksizmi bayağılaştırıyor, “düzeltiyor”. Ezen ulus burjuvazisinin işine yarar hale getiriyor. Böylece Bernstein, Kruşçev gibilerin, yani Marksizmin “gözden geçirici”lerinin yolundan yürüyor.

İsimlerini Türkiye Kemalist Partisi olarak değiştirseler, kendilerini de sol Kemalistler olarak ilan etseler, bu utanç verici durumdan da kurtulmuş, rahatlamış olurlar.

Bazı tarihsel öncüller

TKP, güncel politikasındaki bu değişimi, yeni bir ‘tarih bilinciyle’ de bütünlemektedir. Tarih, politiktir ve dün, bugündür! Bu ‘yeni’ tarih bilinci, klasik Kemalist tarih tezinin benimsenmesinden ibarettir.

“Doğu Sorunu’nun son bulması yönünde ilk işareti veren 1917 Ekim Devrimi’nin 1990’lardaki geri çekilişiyle beraber paylaşım gündeminin raftan indiğine tanık olduk. Bu, Doğu Sorununun canlandırılması olarak da adlandırılamaz mı? ... Yaşadığımız bir Doğu Sorunu ise, bir yüzyıl önce Osmanlı’nın dağıtılmasında temel rolün yüklendiği Hıristiyan halkların misyonu Kürt ulusallığına devrolunmuş demektir.”(A. Güler)

Güler, burada ‘Doğu Sorunu’ kavramıyla emperyalistlerin, 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak için giriştikleri mücadeleye verdikleri isme gönderme yapıyor.

Ve ekliyor: “Doğu Sorunu’nun yeniden boy atması, Kürt ulusallığının sol ve işçi sınıfı ile 1960’larda girdiği ittifak ilişkisinin zeminini tasfiye etmiş bulunmaktadır. Tarihsel doğrultusu bir kez daha farklılaşan iki dinamik arasında ittifak bir hayaldir.”

Böylece TKP, feodal Osmanlı’ya başkaldıran Hıristiyan halkların (Bulgarlar, Yunanlılar, Ermeniler vb.) devrimci ulusal hareketlerini “Osmanlı’nın dağıtılması için emperyalistlerin planları” kapsamında ele alarak feodal Osmanlı sömürgeciliğini de savunmaktadır!

Feodal Osmanlı İmparatorluğu’nun zulmü altında inleyen bu halkların ulusal kurtuluş mücadeleleri; hem ezilen ulus boyunduruğunu kırıp atmaları bakımından, aynı zamanda feodal sultan ve paşa despotluğuna karşı birer burjuva demokratik devrimi olmaları bakımından da tarihsel bir ilerlemeyi ifade eder.

TKP bu noktada tarihsel materyalizme açıkça ihanet ederek, Türk milliyetçiliğinin tarih bilincini benimsemiştir. Devlete ve sınırlarına sahip çıkmak biçimindeki Kemalist burjuva bilincin parçası haline gelmiştir.

Aynı pencereden bakan A. Güler, şunları da söylemektedir:

“‘Kürt ulusallığı’ doğuşundan beri solla sorunludur! Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalizme karşı bir mücadelenin ürünü ve imparatorluk düzenine göre bir burjuva-tarihsel ilerleme olarak ortaya çıkmasının ardından, Kürt ulusallığının bu ürünle yapısal, nesnel bir çıkar farklılaşması içine girmesidir. Türkiye’de sol siyaset (ve işçi sınıfının çıkarları) söz konusu tarihsel ilerlemenin ötesine bakarken, Kürt ulusallığı kâh kapitalizm öncesi bir sınıf karakterine dayanması, kâh dinsel ideolojinin baskınlığı nedeniyle restorasyoncu, geri dönüşçü bir pozisyon almıştır. Bu durum, 1920’lerden 1960’lara kadar hiç değişmemiştir.” “Güler bu uyuşmazlığın sebebinin Türkiye solunun Kemalizmden etkilenmesi değil, iki hareketin çıkarlarının ortaklaşmaması olduğunu vurguladı.”(20)

Aydemir Güler, tarihi TKP’nin Şefik Hüsnü önderliği altında, Kürt ulusal isyanlarına karşı geliştirdiği sosyal-şoven çizgiye de iade-i itibar yapıyor. 1925 TKP’sinin Kemalist burjuvazinin kuyrukçusu karakterini yadsıyarak, aynı çizgiyi bugün de sürdürmenin zeminini hazırlıyor.

Öyleyse, “sorunun” bazı tarihsel öncüllerini anımsayalım.

Şeyh Sait İsyanı karşısında burjuva Ankara’nın yanında yer alan Şefik Hüsnü TKP’sinin yayın organı Orak Çekiç, şunları yazıyordu:

“Yobazların sarıkları yobaz zümresine kefen olmalı!” (manşet)

“İrticanın başında Şeyh Sait değil, derebeylik duruyor; irticaa karşı mücadelesinde halk hükümetledir.” “Ankara Büyük Meclisi’nde müfrit sol burjuvazinin tırnakları, kafasına kurun­u vustayı dolamış yobazların gırtlağına yapıştı.” (Orak-Çekiç, 26 Şubat 1925)

“Azınlık milletlerinin elebaşılarını ayaklandırmak eski bir İngiliz ve Rus oyunudur.” (Başyazı)

“Arkadaş, kara kuvvet bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz, her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile de ayrıca kozumuzu paylaşırız.” (Orak-Çekiç, 5 Mart 1925) (21)

Söylenen açık: Kürt hareketi şeriatçıdır, İngiliz-Rus oyunudur; burjuvazi ilericidir, soldur!

Türk burjuvazisi, Kürdistan’da siyasi ilhakı gerçekleştirirken, TKP ona “sol”dan destek sunuyor, isyan eden Kürt halk yığınlarının kan ve gözyaşı içinde ezilmesine alkış tutuyordu. Ancak bu alkış, Takrir-i Sükun yasasıyla TKP’nin de ağır biçimde ezilmesine engel olamadı! TKP’nin cumhuriyet burjuvazisiyle ilişkileri, sınıf kuyrukçusu çizgide gelişmiştir. Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesine soldan alkış çalınması, aslında bu kuyrukçu çizginin bir sonucu ve devamıdır.

V Komintern Kongresi’nde TKP’nin bu sınıf kuyrukçusu çizgisi tartışma ve eleştiri konusu olmuştur. Komintern delegesi Manuilski, şu eleştirileri yöneltir:

“Gerçekte, proletarya ile burjuvazinin sınıfsal işbirliği yapmasını savunan Aydınlık’çı yoldaşlarımızın yanlışları yeni değildir. Eski Avusturya İmparatorluğu’nun Ukraynalı Sosyal Demokratlarının ve Avrupa’nın Polonyalı Sosyalistlerinin tutumunu hatırlayan herkes, Türk yoldaşlarımızın yanlışlarının köklerinin İkinci Enternasyonal’in bütün sosyal-patriyotik (sosyal-yurtsever, bn.) ideolojisinde olduğunu anlayacaktır.”

“Türk yoldaşlarımız ciddi taktik hataları işlemişlerdir. Örneğin TKP’nin yayın organı Aydınlık’ta, Komünist Partisini yabancı kapitalizme karşı ulusal kapitalizmin gelişmesini desteklemeye çağıran bazı makaleler çıktı.”(22)

Türkiye delegesi Faruk’un (Ali Cevdet) Manuilski’ye yanıtında ‘azınlıklar sorunu’ ile ilgili kısım ise şöyledir:

“En önemli ulusal azınlığı Kürtler meydana getiriyor. Kürt sorunu son 50 yılda üç ya da dört kere feodal düzenle ilgili ve yan bir sorun olarak ortaya çıktı. ... Yürürlükteki yasalar, bütün Müslüman nüfusa aynı hakları sağlıyorlar. Bu yüzden aydın Kürtlerle şehirli Kürtlerin hiçbir ulusal ve ayrılmacı iddiası yoktur.”(23)

Burada Kemalist resmi tezin bir tekrarını görüyoruz: Sorun, feodaliteyle ilgili bir sorundur, şehirleşmeyle çözülmektedir, yasalar karşısında herkes eşittir!

1927’de Şefik Hüsnü’nün Komintern Dergisi’nde yayımlanan makalesinde konu şöyle ele alınır:

“1925 yılı başında, Kürtler’in büyük dinci, gerici ayaklanması, milliyetçi burjuvaziye Anadolu’nun doğu illerindeki feodal düzenin kalıntılarını tasfiye etmek için iyi bir fırsat oldu. Hükümet, köklü tedbirleri alacağına söz verdi. Ama ayaklanmayı kanla boğduktan sonra, soruna yalnızca siyasi ve idari bir çözüm getirmekle yetindi.”

(Şefik Hüsnü ağaların topraklarına el konarak sürgün edilmemesinden yakındıktan sonra sürgün edilenler hakkında şunları söyler): “Bu vatandaşlar, yalnızca bilgisizlikleri ya da bağnazlıkları yüzünden Kemalist rejime karşı ayaklanan feodal önderlerin arkasına takılma aptallığında bulunmuşlardı.”(24)

Yeri gelmişken, Şefik Hüsnü TKP’sinin “Doğu”yla ilgili ajitasyonunda temel yerde duran “Kemalizmin Şeyh Sait ayaklanmasının ardından ağalığı tasfiye etmemesi” vurgusunun başlı başına 1925 Ayaklanması’nın niteliğine dair TKP analizlerini çürüten bir olgu olduğunu belirtelim. Eğer sorun ilerici burjuvazinin kara ağalıkla mücadelesi olsaydı, ağalıkla bu ölçüde bir uzlaşma nasıl mümkün olabilecekti? Şefik Hüsnü’nün de itiraf ettiği gibi, “yalnızca Kemal hükümetine düşmanca tavır alan bazı feodallere” -yani ulusal tavır takınan ve bunu sürdürenlere- darbe vurulurken, ihanet ederek isyanların bastırılmasını sağlayanlara, ulusal egemenlik altına alınmaya boyun eğenlere dokunulmadı, hatta parasal araçlarla desteklendi. Bu olgu, ayaklanmanın niteliğini sergilerken, TKP tezlerinin çürüklüğünü ortaya koyar.(**) Ancak bu tezler Ağrı, Dersim vb. tüm Kürt isyanlarında yinelenmiştir. 1930 Ağrı ve 1937 Dersim isyanlarında, dinsel bir çerçeve de yoktur. Siyasi perspektifi itibariyle de dinsel ‘biçim’ taşımayan bu açık ulusal isyanlarda TKP’nin tutumu yine ‘gericiliğe’ karşı Ankara’nın yanında saf tutmak, devleti ağaları tasfiye etmesi için teşvik etmek biçiminde olmuştur.

Sol’un Kürt isyanlarıyla yüzleşmesi ve resmi tarihe soldan verilen bu destekten kopuşması için 1971 devrimci çıkışının gelmesi gerekecektir. ‘71’in devrimci yıldızları, Kürt halkının mücadelesinden yana taraf oldular, bu yönde tutum aldılar. Deniz, idam sehpasında Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini haykırdı, Mahir Dev-Genç kürsülerinde ve yazdığı broşürlerde Kürt ulusunun kaderini tayin hakkını savundu, İbrahim ise büyük bir ideolojik-politik cüretle Kürt sorununda Kemalist ideolojiden kopuştu ve devrimci hareketin önünü açtı. TKP’nin 50 yıllık revizyonist çizgisi böyle aşıldı.(***) Okuyan-Güler TKP’si ise sola, ‘71 öncesine dönme çağrısını yapıyor!

Bu arada, durumu değiştirme gücü olmasa da, Nazım Hikmet’in ve Hikmet Kıvılcımlı’nın farklı zamanlarda Kürt sorununda yaptıkları çıkışlar da anılmalıdır.

Hikmet Kıvılcımlı, zindanda bulunduğu yıllarda kaleme alarak partisine gönderdiği Yol isimli çalışmada başka şeylerin yanı sıra, Kürt sorununda ileri bir duruş takınır. Burada Kıvılcımlı, Kürdistan’ın Türk burjuvazisinin sömürgesi olduğunu saptar, Şeyh Sait, Ağrı vb. Kürt isyanlarına dair resmi TKP yaklaşımını mahkûm eder ve bu isyanları sahiplenir, ayrı bir Kürdistan Komünist Partisinin kurulması ve Kemalist sömürgeciliğe karşı silahlı mücadele başlatması gerektiğini öne sürer.(25)

Nazım Hikmet ise, yurtdışına sürüldükten sonraki dönemde gerek Kamuran Bedirxan’a yolladığı mektupta, gerek 1962 TKP Konferansında Kürt sorununda TKP çizgisinden daha ileri bir duruş sergiler. Mektubunda, “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt halkına tanımayı vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı. İşi, Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkara kadar götürdü. Bu devir Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşması dönemidir. Bu inkarla bu uzlaşmanın aynı devirde baş göstermesi rastlantı değildir.”(26) tespitini yapan Hikmet, Konferansta ise, TKP’nin Kürt sorununda Fransız KP’nin Cezayir’de düştüğü duruma düşmemesi uyarısını yapar. Nazım, burada, illa birlikte kurtuluş şart değildir, Kürt milletinin ayrı kurtuluşu da olabilir, fikrini öne sürer.(27)

Mustafa Suphi, ulusal kurtuluş savaşının başına geçmek ve bir İşçi Köylü Sovyet Cumhuriyeti kurmak programıyla Anadolu’ya geldi. Şefik Hüsnü ise, kurumsallaşmakta olan bir burjuva iktidarı koşullarında liderlik ettiği TKP’yi, Kemalist burjuvaziyi aşabilecek herhangi bir devrimci girişimden uzak tuttu. “Kara kuvvet”e karşı burjuvaziyi desteklemek ve dış politikada SSCB yanlısı bir çizgiyi savunmak onun hattı oldu. Böyle bir çizgiden, ne ezilen köylülüğün isyanına önderlik etmesi beklenirdi, ne de ezilen Kürt halkına derebeyliği aşacak bir ulusal özgürlük meşalesi tutması!

Mustafa Suphi TKP’sinin konuya yaklaşımı, programatik olarak şu şekildedir:

Hedef; “Amele ve Rençber (İşçi-Köylü) Şuralar Cumhuriyetedir...

“TKP, hükümet teşkilatında çeşitli milletlere mensup işçi, köylü şuralar cumhuriyeti oluşturulmasını kabul ve ‘hür milletlerin hür birliği’ esasında olmak üzere federasyon usulünü tercih eder. Parti, işçi ve köylü sınıfları da tamamen ayrı ve müstakil yaşamak cereyanlarına kapılmış olan milletlerin arasında kanlı çatışmalar çıkmasına yer vermemek için bu gibi meselelerin ‘plebisit’ (referandum) usulüyle: Genel oya müracaatla çözülmesine işaret eder”(28)

Yani:

a-Mevcut devlet aygıtının dağıtılması ve yerine İşçi-Köylü Konseyler (Sovyetler) Cumhuriyetinin geçirilmesi savunulmaktadır.

b-Konseyler Cumhuriyeti’nin “çeşitli milletleri” kapsayacağı ve yönetiminin “federasyon” usulüne göre olacağı belirtilmektedir.

c-Yeni birliğin “özgür bir birlik” olacağı vurgulanmaktadır. Bu noktada Osmanlı köleci birliğine karşı net bir tutum takınılmaktadır.

d-Mevcut devlet altında da ulusal hareketin işçi ve köylü kitlelerince de desteklendiği uluslar için referandum yoluyla kaderini tayin etmesini savunmaktadır.

Bu programatik ilkeler de açıkça göstermektedir ki, günümüz SİP-TKP’si Mustafa Suphi TKP’sinin mirasçısı-devamcısı değildir. TKP, mevcut “Türkiye Cumhuriyeti” burjuva devletinin ve mevcut köleci birliğin sürgit devamını savunmakta, Kürt ulusunun kaderini tayin hakkını tanımamaktadır. TKP, Şefik Hüsnü oportünizminin çizgisinin mirasçısıdır. Onu aklıyor, onun pozisyonunu güncelliyor.

Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP) ise, Mustafa Suphi TKP’sinin ve 1971 devrimci atılımının mirasçısıdır. Onların çizgisini miras almış ve sonuçlarına doğru ileriye götürmüştür. MLKP, 1920 TKP’sinin federatif nitelikteki İşçi-Köylü Şuralar Cumhuriyeti programını miras alır ve koşulsuz ayrılma hakkının korunduğu İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği’ni program edinir. “Cumhuriyetler Birliği”nin anlamı, her ulusun kendi Sovyet cumhuriyetini kuracağı federatif bir birliktir. Ulusal eşitsizliklerin kaldırılmasına bu yoldan ilerlemeyi öngörür, MLKP.

Keza MLKP, “Kürt ulusuna uygulanan asimilasyon ve sömürgeci faşist terör siyasetine ve kirli savaşa son verilmesini, Kürt ulusunun kendi devletini kurma hakkını kullanmasının ve bu amaçla ajitasyon, propaganda ve örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılmasını” savunur.

Kürt sorununu Misak-ı Milli sınırları çerçevesine daraltmayan MLKP, dört parçaya bölünmüş Kürt ulusunun “birleşme hakkı”nı da tanır ve savunur.(****)

“Ulusal hak eşitliği”, MLKP’nin program maddesidir: “Kürtlerle Türkler arasında her alanda tam hak eşitliği sağlanacak, tüm dil ve kültürler üzerindeki baskılara son verilecek, Türk milliyetçiliğine karşı sistemli bir savaşım sürdürülecek, Kürt ve Türk halklarının; Laz, Çingene, Abaz, Gürcü, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum ve diğer ulusal toplulukların tam hak eşitliği temelinde özgür iradeleriyle İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği'nde birlikte yaşaması için çaba harcanacaktır.”

SİP-TKP, Şefik Hüsnü TKP’sinin Türk burjuva cumhuriyetini koruma, onunla ittifak, onu aşacak devrimci girişimlerden sakınma, Kemalist burjuvaziye kuyrukçuluk “gelenek”ini devralır, günümüze taşır. 80 yıl sonra, artık tam bir trajedi olmakla birlikte “Emperyalizm Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etmek istiyor”, “Kapitalist düzen Türkiye Cumhuriyeti’ni taşıyamıyor. Türkiye Cumhuriyeti’ni ancak sosyalizm taşıyabilir.”(29) yaklaşımıyla kendisine burjuvazinin kokuşmuş diktatörlüğünü ayakta tutma, sürdürme rolünü biçer.

MLKP, Türkiye’yi emperyalizme bağlayan halkanın tam da Türk burjuva devleti, nam-ı diğer TC olduğunu bilir, işbirlikçi tekelci burjuvazinin sınıfsal egemenlik aygıtı Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılması, berhava edilmesi, yerine işçi-emekçi Sovyet Cumhuriyetlerinin kurulması için savaşır.

Antiemperyalist mücadelede devrimci ve reformist çizgi

Kürt ‘açılımı’ ve Marksizmi revize etme çabaları, TKP’nin politik stratejisiyle, ittifak arayışlarıyla ilgilidir.

Antiemperyalist mücadelede reformist çizgi mevcut burjuva ulus-devletin savunuculuğudur. Onun yıkılmaksızın emperyalizmden ‘bağımsızlaştırılması’ çizgisidir. Bu, milliyetçi şoven kesimlerle flört çizgisidir. TKP’nin çizgisi buna denk düşer.

Antiemperyalist mücadele devrimci çizgi ise, emperyalizmin gerçek dayanağı olan işbirlikçi burjuva devletin yıkılması, yerine işçi-emekçi sınıflara dayanan yeni bir devletin kurulması çizgisidir. Devrimci çizgi, işbirlikçi tekelci burjuvazinin (tüm ‘kanatlarıyla’) tasfiye edilmesini öngörür. Emperyalizmin egemenliğinin her görüngüsüne, emperyalistlerin Türkiye’yi yeniden sömürgeleştirme siyasetinin her boyutuna karşı dişe diş direniş, antiemperyalist devrimci çizginin varlık koşuludur. Ancak bu direniş, birincilerin aksine soyut bir emperyalizm karşıtlığı olarak kalmaz, somut olarak işbirlikçi tekelci burjuvazinin devletine yönelir.

Birinci çizginin ucu milli kapitalizme açılır. İkinci çizginin ucu sosyalizme.

Antiemperyalist mücadelede devrimci çizgi, burjuva devletin ezdiği diğer toplumsal kesimlerle, örneğin Kürt halkıyla ittifak arayışını döller. Reformcu çizgi ise, devlet bürokrasisi içinde emperyalizmin güncel yönelimlerinden rahatsız kesimlerle, somut olarak burjuva ve bürokratik Kemalizmle ittifak arayışını döller.

Bu iki karşıt çizgi SİP-TKP’yi devletin geleneksel yönetici elitiyle, “devlet elden gidiyor” paniklemesini yaşayan asker-sivil bürokrasiyle ittifak arayışına yöneltirken, MLKP’yi ise toplumun tüm ezilen kesimleriyle ve Kürt halkıyla ittifaka, onları işçi sınıfının etrafında cepheleştirmeye yöneltir. Yani hiçbir şey ne rastlantı, ne de şans eseridir.

Antiemperyalist devrimci çizgi, savunucusu parti ve örgütleri, faşist diktatörlük gerçeğini çözümlemeye, ona karşı politik özgürlük için savaşım bayrağını yükseltmeye, diktatörlüğe karşı savaşan başkaca ezilen kesimlerle işbirliği olanaklarını aramaya yöneltir. Kürt ulusal mücadelesiyle ittifak, ‘birleşik devrim’ olanaklarının zorlanması, Türkiye antiemperyalist devrimciliğinin yapısal olarak gündemleştirdiği bir yönelimdir. 1971’de ulusal sorun bakımından da bir devrimci ayracın açılmış olmasının arka planında bu yatar.

Antiemperyalist mücadelede reformcu çizgi ise, emperyalizmi ‘dışsal’ bir olgu olarak görmeye, faşist diktatörlük gerçeğini örtbas etmeye, demokrasi mücadelesinin önemsiz-ihmal edilebilir görülmesine, “Türkiye Cumhuriyetine” işbirlikçi burjuvaziden ayrı bir ‘kendinde’ varlık -ve keramet!- atfetmeye, mevcut ulus-devletin savunulmasına yöneltir. Devlet iktidarının dolaysız sahipleri olarak askeri-sivil bürokrasiyle, Kemalist kesimlerle ittifak arayışı da, dolayısıyla antiemperyalizmi reformist çizgide ele alan hareketlerin yapısal bir yönelimidir.

Burjuvazinin devleti yıkılmadan, parçalanmadan ne sosyalist devrim olabilir, ne de sosyalizm inşa edilebilir. SİP-TKP ise halklarımızı, emekçileri, gençliği Türk burjuva cumhuriyeti TC’nin kokuşmuş gövdesi korunarak, hatta onu koruma mücadelesi vasıtasıyla kurulacak bir “sosyalizm”in masallarıyla uyutmaya çalışıyor. Bu noktada, Marksizmin devlet sorunundaki bütün tezlerini de çarpıtıyor, revize ediyor.

TKP, “devletin çözülmesine” direnen kesimlerin desteğiyle hükümete gelme stratejisini izliyor. Devlet yönetme ayrıcalığını yitiren bürokratik kesimlerin “yurtsever cepheye” dahil olacakları sanısını stratejisine dayanak yapıyor. Türk devlet bürokrasisinin (hem askeri hem de sivil bürokrasi) iliklerine kadar emperyalizmin uşağı, kapitalist sömürücü sınıfların organik parçası olduğu gerçeğini gizliyor. Burjuva ve bürokratik Kemalizmle sınıf işbirlikçiliğini, “emekçi yurtseverliği” diye yutturuyor. Emperyalizmin tarihten bugüne suç ortaklarıyla birlikte “yurtsever cephe” kurmaya çalışıyor!

Emekçi yurtseverliğinin, öncelikle bu burjuva milliyetçi tabakalarla araya kalın bir sınır çizmeyi gerektirdiğini gizliyor.

Buna bağlı olarak, Aydemir Güler, egemen sınıf blokları arasında tırmanan kavgada TKP’nin her ikisine eşit mesafede olmadığını vurguluyor. AKP’ye cepheden karşı dururken, “diğer yaka”yla ilişkisini şöyle tarif ediyor: “Sosyalizm ikna edeceği, parçalayacağı, ideolojik temalarına tutarlılık kazandıracağı, kitlelerine önderlik edeceği tarafa, eşit mesafe doktriniyle yaklaşabilir mi? Sosyalizm, sadece laiklik, sadece bağımsızlık diyenleri emekçilerin kurtuluş programının bütünlüğü içinde ‘düzeltmeyi ’ önüne koyar. Üstelik konu yalnızca kitleler de değildir. Laikliği, bağımsızlığı soldan ve sınıfsallıktan bucak bucak kaçırmaya çalışan düzen güçleriyle yürütülecek tartışma veya ideolojik mücadele son derece önem taşıyacaktır. Siyasetin derin kırılma anlarında, işçi sınıfının ve sosyalizmin saflarına, kavga edilen taraftan değil, gericilikle kavgada tutarlı olamayanlardan iltihaklar olması beklenir. ” (30)

TKP’nin burjuva milliyetçileriyle flört ‘niyeti’ herhalde şu ana kadar en açık biçimde bu yazıda ifade edilmiştir. Böyle bir ittifak arayışı için, öncelikle Kürt ulusal hareketiyle araya kalın ve aşılmaz bir duvar çekilmesi şarttır: Hamama giren terler.

TKP’nin ulusal sorundaki çarpıtmacılığının, kaba revizyonist çizgisinin arkasında bu yatar. Leninizmin lafzını dahi terk ederek, açıkça Kemalist bir çizgi savunmaya başlamıştır. Bir kez daha görülüyor ki, sınıf işbirlikçiliği ile sosyal-şovenizm ayrılmaz bir bütündür.

Türkiye’yi emperyalizme bağlayan sınıf (işbirlikçi tekelci burjuvazi) ve onun egemenlik aygıtı olan Türkiye Cumhuriyeti devleti ezilmeden, ne bağımsızlıktan, ne de emperyalizmin kovulmasından söz edilebilir.

Askeri-sivil bürokrasi, bir tabaka olarak, proemperyalisttir, ayrıca Türk-İslam sentezinin yerleşmesinin başlıca aktörü olarak, hiç de laik değildir. Oysa TKP, tam da bu ordunun merkezinde durduğu burjuva siyaset kanadını sadece bağımsızlık demekle, sadece laiklik demekle ama bunu emekçilerin kurtuluş programına bağlamamakla (!) eleştirmektedir! Kurumsal devlet güçlerini ‘tartışmalar’ ve ‘ideolojik mücadele’ yoluyla ‘düzeltmeyi’ ve sosyalizme kazanmayı (!) hedef olarak önüne koyuyor.

TKP’nin “Türkiye Cumhuriyeti tasfiye ediliyor”, “Devlet çözülüyor”, “Çözülmeye karşı durmalıyız” vb. safsataları, özü itibariyle, yeni sömürge devlet burjuvazilerine kuyrukçuluk teorisidir.

Onlar, kendi “devrim”lerinin önünün egemen sınıfların “bir kanadı” tarafından açılacağına inanıyorlar. Devrimci durum tanımlarına da bu yön veriyor: “Devrimci durumun ayırt edici özelliği, ezilen sınıfların durumundan çok, ezen sınıfın, egemen sınıfın durumudur. Devrimci durum, egemen sınıfın devrimci sınıfa meşruiyet alanı açtığı çok özel bir kesit olarak da tarif edilebilir ”(31)

Böyle bir devrimin (!) ancak Che’nin “devrim karikatürü” ifadesiyle nitelenebileceği açıktır. 60’ların sol cuntacılığına geri dönüştür bu. Ki ortada ‘sol cuntacı’ da kalmamıştır, kafatasçı, kirli savaşçı faşist subaylarla 9 Martçılık oynamak, komedi bile olamaz.

Leninist ikili iktidar kavramını da tahrif ediyorlar:

“Lenin’in ‘iki diktatörlüğün birbirine dolanması’ diye tarif ettiği durumun Rusya’ya özgü olmadığını ve olamayacağını, bambaşka süreçlerin de benzer sonuçlara yol açabileceğini düşünmek gerekiyor. 1917 Rusya’sında burjuva devrimiyle sosyalist devrim arasındaki geçişkenliğe denk geldi ikili iktidar. Burjuva devrimleri tarih oldu ama burjuva devletlerinin krize sürüklenmesi evrensel bir kural. Örnekler var, mutlaka ileride de olacak, bu krizler sırasında otorite dağılmasının, farklı otoriteler arasında kontrol edilemeyen gerilimlerin, bağımsız bir işçi hareketinin varlığında odaklardan birisini başkalaştırması ve emekçi kitlelere iktidar alternatifi olma kanalı açması pekala mümkün.”(32)

Burjuva iktidar odaklarından birisinin “başkalaşması” ve bu yoldan emekçi iktidarının yolunun açılması teorisi, TKP mutfağında pişirilen dört dörtlük bir kuyrukçuluk teorisidir. Teorik planda söylenenlerin politik sonuçlarına vardırılması durumunda varılacak yer çok açık: Bugün sözüm ona “bağımsızlığı” ve “laikliği” savunan generaller cephesi, “başkalaşabilir”. Bu yüzden TKP bu cepheyi eleştirerek “düzeltmeyi” hedefliyor!

Hücrelerine kadar antikomünizm işlemiş, komünist ve devrimci tehlikeyi savuşturmak için iki faşist darbe gerçekleştirmiş, sınıf karakteri itibariyle işbirlikçi tekelci burjuvazinin organik parçasını oluşturan generallerin ve onlara bağlı askeri-sivil bürokrasi tabakasının “bağımsızlık

ve laiklik” uğruna sosyalizmin yolunu açacağını beklemektedir TKP.

***

Kürt ulusal sorunu ve mücadelesi karşısındaki pratik tutumu-tavrı, antiemperyalist bir gücün tutarlılığının ölçütüdür. Öyle ya, antiemperyalist, her türlü sömürgeci baskıya karşı çıktığı oranda tutarlı olur; bazı ulusların ezilmesine karşı çıkarken bazı ulusların ezilmesini onaylamak tutarsızlıktır.

Ama dahası var: Kürdistan’ın Türk burjuvazisi tarafından sömürgeleştirilmesi, emperyalist dünya düzeninin bir parçasıdır; onun hiyerarşik ilişkileri bağlamında gerçekleşmiştir. Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi, emperyalizmin himayesi ve onayıyla olmuştur. Bugün de Kürt ulusu üzerindeki siyasi ve ekonomik boyunduruğun sürdürülmesinde emperyalistlerin çıkarı ve desteği vardır. Bugün Türk devleti başta ABD olmak üzere birçok emperyalist devletten aldığı ekonomik, siyasi, askeri ve diplomatik destekle kirli savaşı sürdürmektedir. Tabii, bunun bedelini de işbirlikçiliğin ve bağımlılığın derinleştirilmesi yolundan ödemektedir. Bu yüzden de Kürdistan üzerindeki sömürgeci boyunduruğa karşı durulmadan emperyalizme karşı mücadele tutarlı olamaz.

Kürt sorunu, Türkiye’de burjuva milliyetçileriyle emekçi yurtseverlerini ayrıştıran temel bir ayraçtır. Bu ayraçta TKP’nin yeri, burjuva milliyetçilerinin yanıdır.

Türkiye’nin emperyalizmin boyunduruğundan kurtulması ile Kürt halkının ulusal kurtuluşu arasında bir örtüşme vardır. Türkiye’de emekçi yurtseverliği ve tutarlı-devrimci antiemperyalizm, Kürt ulusunun haklarının en tam savunusu temelinde geliştirilebilir.

Ulus devletçilik ve enternasyonalizm: Bölgesel demokratik ve sosyalist federasyonlar

Kemal Okuyan’ın Gelenek’in ilgili sayısında yazdıklarına bakacak olursanız, pek yaman bir enternasyonalisttir! Sözüm ona, bütün meseleleri ‘dünya devriminin’ penceresinden ele alarak değerlendirmektedir.

Fakat bu enternasyonalizm, somut bir ulusal sorunu ele almaya giriştiğinde hızla sahteliğini ortaya sermekte, cilası kazındığında altından ezen ulus milliyetçiliği çıkmaktadır.

Bay Okuyan’a göre, “Kürt sorununda ‘enternasyonalizm ’ baştan aşağı yanlış kurulmuştur ” Emperyalizm “Türkiye Cumhuriyetini tasfiye etmek istiyor”, dolayısıyla, Kürt ulusal mücadelesine destek vermekle Türkiye solcusu, “Enternasyonalizme, dünya devrimine ya da başka bir yere değil, düpedüz emperyalist projelere bağlanmakta olduğunu fark etmelidir. ” Keza bay Okuyan’ın Kürt emekçilerine önerisi ise; “Emperyalistlerin ve bizzat Türkiye burjuvazisinin Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye girişimleri karşısında Kürt emekçisinin memlekete sahip çıkma iradesi göstermesi”dir. Boylu boyunca devlete isyan etmiş Kürt coğrafyasına Okuyan’ın önerisi, “devrim” adına (!) devlete sahip çıkmalarıdır. Politik sefaletin de bir sınırı olması gerekmiyor mu?!

Neticeten, Türk emekçilerine de, Kürt emekçilerine de Kürt ulusal isyanı karşısında Türk burjuva devletinin safında yer almak önerilmektedir! Türk devleti ise bölgemizde emperyalizmin en sağlam kalelerinden birisidir! Ordusu, NATO’nun ikinci büyük ordusudur. Afganistan’da, Lübnan’da emperyalizmin çıkarları için asker bulundurmakta, tersinden, Kürdistan’da Kürt halk direnişine karşı savaşında her türlü NATO olanağından faydalanmaktadır. İsrail’in bölgemizdeki başlıca soluk borusu rolünü oynamakta, tersinden, İsrail Siyonist haydutlarından Kürdistan’daki kirli savaş için her türlü silah, lojistik, istihbarat vb. desteği almaktadır.

İşte Okuyan’ın enternasyonalizmi de antiemperyalizmi de bu kadar koftur.

Kürt ulusal mücadelesi, emperyalizmin işbirlikçisi bir devlete vurarak emperyalizme de darbe vurmaktadır. Bay Okuyan’ın, PKK’nin neden ABD ve AB terör listesine alındığına, Ocak ayından beri Güney Kürdistan’a yönelik sınırötesi hava ve kara saldırılarına ABD’nin neden açık destek ve istihbarat sağladığına dair bir açıklaması var mıdır?

Sadece Kürt ulusal sorununu ele alışı itibariyle değil, bölgesel devrim olanakları ve perspektiflerini ele alışı bakımından da TKP ulus-devletçidir, milliyetçidir:

“Türkiye devrimine coğrafyamızın fay hatlarında devasa bir kırılma yaratarak sağa sola doğru bir hareketlenmeyi tetikleme görevi yüklenmemelidir. ” (Kemal Okuyan)

Okuyan’ın savunduğu görüş açısında devrim (karikatür değil, sahici bir devrim!) olmadığı için, onun ufku da Türk burjuva ulus devletiyle sınırlıdır. Anadolu coğrafyasında patlak verecek bir devrimin, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da devrimci patlamaları tetiklemesi gibi ‘hayallerde ilgili değildir o. Okuyan’ın zihni, ‘çözülmesini’ engelleyerek başına geçeceği Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları kadar düşünebiliyor.

Ulus devlet sınırları, bir nesnel gerçeklik olarak tabii ki sınıf mücadelesinin seyri üzerinde etkili olur. Ancak, komünist devrimciler, burjuvazinin sınırlarını tanımaz, ufuklarını ve gelecek tasarımlarını burjuva ulus-devlet sınırlarına göre kurmazlar.

Bunun ötesinde, sosyalizm, tıpkı sınıfların ortadan kalkması dönemi olduğu gibi, aynı zamanda sınırların da ortadan kalkması dönemidir. Bu geçiş dönemine uygun devlet biçimi, ulus-devlet değil, halkların demokratik ve sosyalist federasyonlarıdır. Sovyetik cumhuriyetler birliği programı, sadece Türk ve Kürt uluslarını kapsamaz; aynı zamanda bütün bölge halklarını içine alarak genişleyebilecek bir bölgesel devrimci perspektifi de oluşturur.

Ezilen ulusların kurtuluş davaları, burjuva sınıflar tarafından Avrupa Birliği gibi tekelci birliklere bağlanıyor; bunun karşısında devrimci çizgi, emekçi-halkçı bölgesel federasyonların savunulması, bayraklaştırılmasıdır. Dünyada ezilen-küçük halkların, bu halklara mensup emekçi sınıfların, emperyalist projelerin karşısındaki programları, ezen ulus milliyetçiliğiyle uzlaşmak değil, bölge halklarıyla devrimci federasyonlar kurmaya yönelmek olmalıdır. Komintern’in “Komünist Balkan Federasyonu” perspektifi ve bu uğurda yürütülen mücadeleler, anlamlı bir miras oluşturur. Balkanlar’da halkların sınırsızca milliyetçi boğazlaşmaların içine sürüklenmeleri, küçük ulus devletler kurmaları ve ardından Avrupa Birliği’ne entegre edilmeleri biçimindeki emperyalist siyasetin alternatifi de, Sırp, Yunan, vb. egemenlerinin milliyetçi boyunduruğunun sürmesi değil, Balkanlar’da demokratik ve sosyalist halklar federasyonu programıdır.

TKP, ulus devletçi görüş açısından, burjuvazinin Misak-ı Milli sınırlarının bekçiliğine soyunurken, MLKP, “Balkan, Kafkas ve Ortadoğu halklarıyla demokratik ya da sosyalist federasyonlar oluşturma anlayışını” savunur. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da işçi-emekçi Sovyet cumhuriyetleri, bu bölgesel federasyonlaşmanın nüvesi ya da çekirdeği olacaktır.

Günümüzde ulusal sorun ve “Tüm ulusal hareketler gericidir” tezi

TKP’nin, günümüzde ya da “çağımızda” (onlar SSCB’nin yıkılmasıyla yeni bir çağın açıldığını savlıyorlar!) tüm ezilen ulus hareketlerinin emperyalizme bağlı olduğunu, tüm ulusal hareketlerin gerici olduğunu öne sürüyorlar. Pratik gerçeklik bu fikri yanlışlamaktadır. Günümüzde, gerici ulusal hareketler olduğu gibi, ilerici, devrimci ulusal hareketler de vardır. Emperyalizmin klasik sömürgeciliği 20. yüzyılın ortalarında esas olarak tasfiye edildi. Bunun yerini yeni sömürgecilik aldı. Günümüzde ulusal sorunlar, 1) ya emperyalizmin işgal ve himayeci sömürgecilik saldırıları bağlamında, işgal ve sömürgecilik karşıtı direnişlerle ortaya çıkmakta, 2) ya da emperyalizme bağımlı yeni sömürge devletlerin sınırları içinde, bu devletlerin ezdiği ya da sömürgeleştirdiği ulusların mücadeleleriyle ortaya çıkmaktadır. 3) Aynı zamanda, 20. yüzyıldan devrolunan bazı klasik sömürgelerde de doğrudan emperyalistlere karşı ulusal mücadele sürmektedir.

tipe örnek; Irak, Afganistan, vb.dir. Tarihsel olarak ulusal bağımsızlığını kazanmış olan bu ülkelerde emperyalist askeri işgal, yeniden bir ulusal sorun ve bu temelde bir ulusal kaderini tayin mücadelesi yaratmıştır.

tipe örnek; Kuzey Kürdistan, Batı Sahara, Berberiler, Latin Amerika yerlileri (Meksika- Chiapas, Şili-Mapuche, Bolivya-Aymara), Tamil’dir.

tipe örnek; İrlanda, Filistin, Bask, Porto Riko’dur.

Bunlara, kısmi ulusal egemenlik sorunlarından kaynaklanan direnişleri de ekleyebiliriz: Şebaa Çiftlikleri bölgesinin İsrail işgali altında olmasından kaynaklanan Lübnan Direnişi, Küba’daki devrimci halk iktidarını korumak üzere ABD ambargosuna verilen ulusal egemenlik mücadelesi vb.

Bu üç tipteki örnekleri verirken seçtiğimiz hareketlerin pek çoğu ya ilerici, ya da devrimci ulusal hareketlerdir. Sadece Afganistan, Irak, Filistin (Hamas), Lübnan (Hizbullah) gibi örneklerde, ideolojik bakımdan gerici olduğu halde, işgal karşıtı direniş zemininde durduğu için nesnel olarak ilerici rol oynayan İslamcı veya burjuva milliyetçi hareketler söz konusudur. Irak’ta ABD işgalciliğine karşı savaştıkları için ilerici olan direniş hareketleri, eğer Kürt ulusal haklarını en tam biçimde tanımıyorlarsa, bu onların gerici yanını ifade eder. Bunlar dışında yukarıdaki örnekler, öznel olarak da ilerici veya devrimci hareketlerdir.

Birinci ve üçüncü tipteki mücadeleler emperyalizme doğrudan darbe indirirken, ikinci tipteki hareketler, emperyalizme dolaylı olarak darbe indirmektedir. Yeni sömürge devletlerdeki bu ezilen ulusların omuzlarında çifte esaret zinciri vardır. Onlar öncelikle kendilerini doğrudan ezen ve boyunduruk altına alan yeni sömürge devlete başkaldırmaktadır. Böylece emperyalist zincirin bu halkasına darbe vurarak, bu halka dolayımıyla emperyalizme darbe vurmaktadır. Latin Amerika’da Kızılderili yerli halkların ulusal hareketi, emperyalizme karşı Latin halklarının uyanışının içinde ve ön saflarındadır. Kızılderili halklar, kıtadaki ırkçı politik sistemlere karşı başkaldırdıklarında, aynı zamanda emperyalizmin hegemonyasına da meydan okumaktadırlar. Batı Sahara ulusal hareketi Fas gericiliğine vururken, aynı zamanda İspanyol egemenliğine karşı da savaşmaktadır. Berberiler Cezayir gericiliğine ve dolayısıyla Avrupa emperyalistlerine karşı savaşmaktadır. Tamil kaplanları, Sri Lanka devletine indirdikleri her darbede Hindistan’a da vurmaktadır.

Filistin halkı, İsrail Siyonizmine vurarak Amerikan emperyalizmine de vurmaktadır. Lübnan Direnişi’nin İsrail’e tattırdığı Ağustos yenilgisi, tüm emperyalist güçleri etkilemiştir.

Kuzey Kürdistan’da PKK ve önderlik ettiği Kürt ulusal hareketi; işbirlikçi Türk burjuvazisinin egemenliğine vurduğu oranda Amerikan emperyalizmine de vurmaktadır. PKK’nin ABD ve AB terör listelerine alınması, zaten aradaki ilişkiyi açıkça ifade etmektedir. PKK, TKP’li teorisyenlerin iddia ettiği üzere, emperyalizmin güdümündeki bir hareket olmak bir yana, onun saldırısının hedefindeki bir harekettir. Bu durum, hem PKK’nin ABD’nin başlıca bir dayanağına (TC) darbe vuruyor olmasından, hem emperyalizmin inayetine değil, Kürt halkının özgücüne dayanıyor olmasından, hem de halen emekçi karakterini koruyor olmasından kaynaklanmaktadır. PKK’nin emperyalizme dair kimi hayalleri, kimi zigzaglı tavırları, temeldeki bu gerçeği değiştirmez.

İlerici-devrimci nitelikteki bu ulusal hareketler, emperyalizmin güç yitirmesine, dünyada sınıf mücadelesinin yükselmesine bağlı olarak, pekala ilerici, devrimci-demokratik ulus devletler de kurabilirler. Bu durumda bu yeni devletler dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar cephesini güçlendiren, emperyalizm cephesini zayıflatan rol oynarlar.

Bunların dışında Kosova-UÇK, Çeçenistan, Karadağ, Güney Kürdistan (Barzani) gibi, ulusal bir baskı-ezilme zemininden yükselen, ancak sınıf niteliği ve siyasal karakteri itibariyle gerici olan hareketler de vardır. Bunlar gerici ulusal hareketlerdir. Bu durumda da komünistler, bu ulusların ezilme durumlarının sürmesini, onların zorunlu birlikler içinde yer almasını savunmazlar. Ancak liderliğin ve hareketin gerici niteliğini de vurgular ve desteklemezler.

Son olarak, bir de hedeflerini örtmek için “ulusal hareket” maskesini takan, ancak bir ezilen ulus konumundan kaynaklanmayan, egemen burjuvazinin bir kesiminin ya da tümünün kâr hırsının yansıması olan hareketler vardır. İtalya’daki refah ırkçısı Kuzey Birliği Hareketi ya da Bolivya’daki tekelci burjuvazi ve toprak sahiplerinin Morales hükümetine karşı ayrıcalıklarını savunmak için geliştirdikleri Santa Kruz eyaleti özerklik hareketi gibi.(*****) Tarihsel kökleri itibariyle ezilen ulus hareketinden gelen ancak bugün toplumsal ve siyasal olarak egemen hale gelen Flaman burjuvazisinin gerici çıkarlarının örtüsüne dönüşen Belçika’daki Flaman ayrılıkçılığı da bu kategoriye dâhil edilebilir. Bu kategorideki hareketlerin ezilen ulus hareketi sayılması da, ulusal hareketler konusundaki tartışmalara konu edilmesi de yanlış olur. Oysa TKP oportünistleri, son iki paragraftaki örneklere dayanarak, tüm ulusal hareketleri gerici ilan ediyorlar. Buradan “ülkelerin birliğini” korumaya yönelik bir sözde “ilke” çıkartmaya çalışıyorlar.

Kürt sorununa emekçi çözüm

TKP’nin Kürt sorununu tanımlayışı ve bu soruna yaklaşımı, bütün kof söylemlerine karşın, gerçekte sıradan bir liberalin yaklaşımından farksız, kültürel özerklik çerçevesindedir.

TKP Merkez Komitesinin açıklaması sorunu şöyle tanımlıyor: “Evet, Türkiye ’de Kürtlerin sorunu vardır. Kürtler ana dillerinde eğitim görememekte, kültürlerini ve kimliklerini özgürce geliştirememekte, artık varlıkları inkâr edilemiyorsa bile ülkenin eşit değil ikincil vatandaşları muamelesi görmektedirler. ” (33)

Kürt sorunu yerine “Kürtlerin sorunu” ifadesinin kullanılmış olması herhalde bir rastlantı olamaz! TKP, dil ucuyla da olsa, kolektif bir varlık olarak Kürt ulusunun değil ama ‘Kürtler’in bazı sorunları olduğunu kabul etmektedir. Bunlar da anadilde eğitim ve kültürel hakların kullanımıyla ilgili sorunlardır. TKP’nin Kürt sorunundaki “programı” da bireysel kültürel özerklikten ibarettir. Dolayısıyla, TKP’nin soruna yaklaşımıyla AB’ci liberallerin yaklaşımı arasında, bu bakımdan fark yoktur. Liberaller de ‘Kürtler’in bireysel kültürel haklarının tanınmasını istiyor.

TKP, Kürt ulusunun kolektif haklarının tanınmasını istemek bir yana; askeri operasyonların durdurulması, kirli savaş suçlularının yargılanması, zorla göç ettirilen Kürt köylülerinin zararlarının karşılanması, koruculuğun dağıtılması, fiili OHAL uygulamasına son verilmesi vb. gibi kısmi demokratik talepleri dahi savunmamaktadır. Bu doğrultuda bir ajitasyon yürütmemektedir. Kürt halkının ezilmesine karşı bir eylem hattı ise hiçbir biçimde söz konusu değildir.

Zira; “Bugün solun Kürt sorununun çözümü adına ve Kürt halkına hitaben demokratik ulusal haklar ihalesine katılması saçmadır. ” (A. Güler)

Ancak tersinden, PKK’nin Dağlıca baskınının ardından, ırkçı faşistlerin sokaklara salındığı günlerde “Ülkemizi ABD’ye böldürmeyeceğiz” sloganıyla eylem yapabilmiştir TKP! Bu pankart ve eylemin de TKP binalarını faşistlerin hışmından koruyamamış olması, Türk devletinin ve onun linç güruhlarının azgınlıklarının ne dereceye vardığını gösterir; TKP’nin yaptığı eylemin gerici, sosyal-şoven içeriğini ise değiştirmez. Söylenen açıktır; ey Türk halkı, ABD, PKK eliyle ülkemizi bölmeye çalışıyor, biz buna izin vermeyeceğiz!

TKP, Kürt ulusal hareketiyle yollarını temelli biçimde ayırdığını da ilan etmiştir. Bunun gerekçesini şöyle açıklamaktadır:

“Türkiye’de sol ile Kürt ulusallığı arasında, bir doğrultu ortaklığı, maddi ve tarihsel zemini sağlam bir birlik durumu kalmamıştır. Solun gündeminde Kürt ulusal dinamiğiyle ittifak, ortaklık kalmamıştır. ” (34)

“Güler, işçi sınıfı hareketi ile Kürt hareketinin ortaklaşabilmesinin tek yolunun Kürt hareketinin ulusal bir dinamik olmaktan çıkması, yani hareketin içinden çıkacak sınıfsal bir kolun güç kazanması olacağını dile getirerek sözlerini tamamladı.” (35)

Söylenen açık: Kürt ulusal hareketi, ulusal bir hareket olarak kaldığı sürece, onunla ittifak yapmayacağız. Böylece TKP, nesnel olarak, Kürt halkına, onun meclisteki, sokaktaki ve dağdaki temsilcilerine ulusal taleplerden vazgeçmesini dayatan Türk sömürgeci devletiyle aynı safta durmakta ve aynı gerici koronun içinde yer almaktadır.

Kürt ulusal hareketinin faşist rejimi her bakımdan zorlayan, gerileten ve köşeye sıkıştıran bir rol oynadığı ve devrimimizin temel bir bileşeni olduğu her türlü tartışmanın ötesindedir. Ancak TKP gibi, burjuva devlet bürokrasisiyle ittifak kurmak uğruna gözünü karartmışlar bu gerçeği yadsıyabilir, Kürt halkına ulusal talepler öne sürmekten vazgeçmesini dayatabilir.

Peki, Kürt sorununda bir emekçi çözüm nasıl geliştirilebilir?

Bu öncelikle Türk halkının, Türk işçisinin, Türk emekçi köylüsünün, Türk halk gençliğinin Kürt sorunu gerçekliğiyle yüzleşmesi yolundan geliştirilebilir. Türk halkını, Kürt sorununa muhatap kılarak geliştirilebilir.

Türk emekçilerinin Kürt sorununa dokunması, bilinç ve eylemde demokratik bir tutumu seçmesi ve ileri sıçraması; Türk burjuvazisinin şoven ideolojisinden özgürleşmesi bakımından temel önemdedir. Şovenizmin kuşatmasını yarmadan Türkiye işçi sınıfının ‘kendisi için sınıf’ düzeyine sıçraması, bugünkü politik koşullarda mümkün olamamaktadır. Kürt düşmanlığı, ırkçı şoven histeri, “terör” kavramı, her seferinde yeniden ve yeniden Türk işçisini kuşatarak burjuva sınıfın egemenlik aygıtı olan devlete bağlamaktadır. ‘Başka halkları ezen bir ulus özgür olamaz’ Marksist Leninist prensibi, Türkiye ve Kuzey Kürdistan sosyo-politik yapısına bu biçimde yansımaktadır.

Ezen ulus komünistlerinin, antiemperyalist devrimcilerinin Türk halkına, Türk emekçilerine eğip bükmeden gerçekleri açıklama, Kürt ulusunun kaderini tayin hakkı yönünde ajitasyon yapma, Kürt ulusuna yönelik zulmün her belirtisine karşı Batı’da karşı koyuşu örgütleme görevi vardır.

Türk emekçilerinin, ezilen Kürt halkına destek vermek için yapacağı her eylem, iki halktan emekçileri birbirine yaklaştırır, sınıf birliğini güçlendirir. Batı’dan, Türk emekçileri cephesinden Kürt halk mücadelesine gelecek her destek, ulusal hareket içinde emekçi sınıf ve tabakaların da güç kazanmasına yol açmaktadır, açar.

Bu destek aynı zamanda burjuvazinin Türk ve Kürt halklarını birbirine karşı kışkırtma, gerici iç savaşı örgütleme girişimlerine de darbe indirir.

Tersine, Kürt ulusunun inkarı, Kürt sorununun yok sayılması, Kürt ulusunun kaderini tayin hakkının reddi yönündeki bilinçli-bilinçsiz her tutum, egemen sınıfların değirmenine su taşır, ezen ulus şovenizmini güçlendirir. Türk sömürgeciliğine ‘soldan’ verilen bir destek olur. Tutarlı demokratlık, emekçi çözümün anahtarıdır. Türk halkı, kendisi sahip olduğu ulusal hakları Kürt halkı için de istemelidir. Tüm uluslar eşittir, eşit haklara sahip olmalıdır.

Süregelen kirli savaşa karşı Türk halkı cephesinden yükselecek her itiraz kardeşleşmenin yolunu açmak bakımından muazzam bir değere sahiptir. Asker annelerinin “Vatan sağolsun demiyorum” çığlıklarından demokratik ve devrimci aydınlarının savaşa karşı yayımladıkları bildirgelere, 3 Kasım Ankara mitinginden 1 Haziran İstanbul mitingine; kirli savaşa karşı sayısız biçimlerde açığa vuran itirazları büyütmek, birleştirmek ve genelleştirmek yolundan yürünmelidir.

Tam ve koşulsuz ayrılma hakkının sağlandığı sovyetik halklar federasyonu, emekçi çözümün ufkudur. Ancak bugünden, Kürt sorununda güncel demokratik talepler uğruna yürütülecek mücadeleler bu ufka doğru ilerlemeyi sağlayacak somut politik gücü ortaya çıkaracaktır.

Dipnotlar:

(*)Lenin burada ezilen bir ulusun burjuva milliyetçiliğinin ilerici niteliğini vurguluyor. Kuzey Kürdistan’da ise söz konusu olan bundan da daha ileri bir şey, tabanı, kadroları ve liderliği itibariyle emekçi karakterini koruyan küçük burjuva ulusal bir harekettir.

(**)Bugünkü (1984-2008) Kürt ulusal isyanı ise tersine; aynı zamanda ağalık ilişkilerini ve feodalizmi de yararak ilerlemiştir. 1989-‘90’dan itibaren bir Kürt ulusal devrimi niteliğini kazanan bu hareket aşiretsel önderlikli değil, modern bir ulusal harekettir; aşiretsel yapıyı atomize ederek bir ulusal bilinç, bir ulusal kurumlaşma ve ulusal ordu yaratmıştır. Kürt kadınının toplumsal konumunda devrimsel bir değişim yaşanmıştır. Şefik Hüsnü TKP’sinin devamcılarının tutumu bakımından ise değişen bir şey yoktur.

(***) Bu noktada, doruk noktasını oluşturan, İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Kürt ulusal sorunuyla ilgili eserleri başlıca referanstır. Ancak, THKP-C ve Mahirler de TKP geleneğinden gelen Mihri Belli’nin çizgisinden kopuşurken, benzer tartışmaları yürütmüştür. Buna dair pek bilinmeyen bir örneği aktarmak, konuyu bütünleyecektir:

“Toplantıda Kürt meselesini tam bir şovenist, bir küçük burjuva milliyetçisi gibi ele almıştır Mihri Belli. ‘Türkiye’de aşağı yukarı dört milyon Kürt yaşıyor. Bu Kürt topluluğu ile, Türklerin kardeşliği, tarihin sınavından geçmiştir. 19. yüzyıla kadar, Kürtler, Osmanlı İmpatorluğu’nun doğu sınırlarını korudular. 1880’den 1925 Şeyh Said isyanına kadar sözü edilecek bir Kürt isyanı olmadı. O dönem, Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı, bölündüğü dönemdir. Milli toplulukların hemen hepsi isyan etti. Ermenisi, Rumu, Bulgarı, Arabı. Ama Kürtler isyan etmedi o çöküş döneminde. ... Ve proleter devrimcileri, bütün milli davaların savunucuları oldukları gibi, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün de en tutarlı savunucularıdır. Ve Türkiye’nin toprak bütünlüğü 1970 yılında bir tek şekilde savunulabilir: Kürt halkına eşit haklar tanımakla, onun varlığını tanımakla ve bu halkın gönül rızasıyla Türkiye’de kardeş Kürt halkıyla birlikte yaşamayı istemesini sağlamakla, biz meseleyi böyle koymaktayız.’ ... Aslında her zaman olduğu gibi, Mihri Belli sosyalistlere değil, küçük burjuva radikallerine hitap etmektedir burada. (THKP-C literatüründe, küçük burjuva radikali, Kemalist aydın ve subaylar için kullanılan bir tabirdir, bn.) Onlara, “sakın bizim hakkımızda yanılmayın, bizler enternasyonalist değil, gerçek milliyetçileriz. Siz bize dokunmayın, biz de sizin gerinizden emekleyerek gelelim, sizlere omuz verelim. Bu arada sakın ha, sizden öncekilerin yaptığı gibi, yanılıp da Kürtler üzerinde asimilasyon politikası falan da uygulamaya kalkmayın. Akıllılık edip, onlara kendi dillerini konuşma ve kültürlerini geliştirme hakkını lütfederseniz, milli sınırları daha iyi koruyabilirsiniz!” diyor. Marksist-Leninistlerin bütün meselelere halkların gerçek mutluluğunu, gerçek barışı sağlayacak olan sosyalist hareketi güçlendirme açısından bakacaklarını ve milli meseleye de bu açıdan bakmak gerektiğini; şartlara göre ayrılma, bölgesel özerklik, federasyon haklarının savunulacağını veya sadece asimilasyon politikasına karşı çıkılacağını unutuyor.” (1965-1971 Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç broşürü, aktaran THKP-C dava dosyası, Yar Yayınları, sf 352-353)

Zaman değişiyor, şartlar değişiyor, bu kez aynı kokuşmuş fikirler “yeni açılım” adı altında bugünün TKP’lilerince savunuluyor...

(****) “İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin faşist diktatörlüğü zora dayalı devrimle yıkılacak, yerine ayrılma hakkının korunduğu İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği kurulacaktır.

Kürt ulusuna uygulanan asimilasyon ve sömürgeci faşist terör siyasetine ve kirli savaşa son verilecek, Kürt ulusunun kendi devletini kurma hakkını kullanmasının ve bu amaçla ajitasyon, propaganda ve örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engeller kaldırılacaktır. Kürt ulusunun birleşme hakkı tanınacak ve savunulacaktır.” (MLKP Programı, 1. ve 12. maddeleri)

(*****) Bolivya’nın Doğusunda yaşayan zengin, beyaz, Avrupalı azınlık, köken olarak 2. Dünya Savaşı’nın ardından Kızıl Ordu’nun ilerleyişinden kaçan Macar, Yugoslav, vb. Nazilerinden gelmektedir. Toprak sahipleri oligarşisinin doğrudan hegemonyası altındaki bu topluluk, halkçı Morales hükümetinin ilerici adımlarını, ülkenin çoğunluğunu ve tarihsel atasını oluşturan Kızılderili yerli çoğunluğa karşı, beyaz zengin azınlığın hareketi olarak ifade etmektedir. Ülkenin yüzölçümü olarak yüzde 35’ini oluşturan Santa Kruz eyaleti, doğalgaz ve maden zenginliklerini de barındırmaktadır. Bu faşist hareket, Avrupalı beyazları kurmaca bir “Kamba ulusu” adıyla ifade etmektedir.

Sonnotlar:

  1. Bkz: TD Sayı 26
  2. Gelenek Dergisi, Şubat 2008, Bu dergiden yaptığımız alıntılarda sadece yazarın ismini kullandık, ayrıca kaynak belirtmedik.
  3. A. Güler’in Ankara’da verdiği “Ulusal Sorun: Eskisi gibi değil” başlıklı konferans, Sol Gazetesi, 9 Ocak 2008, abç.
  4. Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Tezler, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay. İçinde.
  5. age.
  6. Emperyalist Ekonomizm, sf 85-86
  7. Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, sf. 230
  8. age, 232
  9. Sosyalist Devrim ve UKTH Üzerine Tezler...
  10. Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, sf. 253
  11. Sosyalist Devrim ve UKTH Üzerine Tezler.
  12. Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, sf 219
  13. age, sf 220
  14. age, sf. 265
  15. age, sf. 222
  16. akt: Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, sf 204
  17. Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Tezler
  18. Lenin, Sosyalist Devrim ve UKTH üzerine tezler, A. Güler; “Ulusal Sorun: Eskisi gibi değil”, Sol Gazetesi, 9 Ocak 2008
  19. Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, sf. 219.
  20. Sol Gazetesi, 9 Ocak 2008, abç.
  21. Kaynak: Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar I, kısmen güncel Türkçe’ye çevirdik.
  22. Mete Tunçay, age, sf. 559
  23. age, sf. 563
  24. Komintern Belgelerinde Türkiye, Şefik Hüsnü, Yazı ve Konuşmalar, Kaynak Yayınları, s. 90-91
  25. Yol, iki cilt halinde Bibliotek Yayınları’nca basılmıştır. Yol’un Kürt sorunuyla ilgili bölümü ayrıca “Türkiye’de Ulusal Sorun” başlığıyla Diyalektik Yayınları’nca basılmıştır.
  26. Şefik Hüsnü, Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları, sf. 318
  27. TKP MK Dış Bürosu 1962 Konferansı, TÜSTAV Yayınları
  28. Kaynak: Mete Tunçay, age, metni güncel Türkçe’ye çevirdik.
  29. K. Okuyan, Sol, 24 Ekim 2007.
  30. Aydemir Güler, “Eşit mesafe, bağımsız tutum, mücadele”, 27 Mart 2008, Perşembe, SoL
  31. Kemal Okuyan, Gelenek sayı 97
  32. Kemal Okuyan, age
  33. Türkiye yeni baştan kurulmak zorundadır, 20 Mart 2008, TKP MK Newroz açıklaması
  34. Aydemir Güler, 27 Aralık 2007, Perşembe, SoL
  35. Sol Gazetesi, 9 Ocak 2008

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi