Devrim Devam Etmeli

Filistin Çalışmaları Enstitüsü Beyrut yöneticisi Mahmut Soueid tarafından Ekim 1997’de Suriye’nin başkenti Şam’da gerçekleştirilen röportaj. Röportajın tamamı IPS Beyrut tarafından bir kitap olarak yayınlanmıştır. Röportajın orijinal başlığı ‘Hesapları Çıkarmak’tır. Çeviriyi, Ceylan Yayınları’ndan çıkan “Filistin Halkının ‘Bilge’si George Habaş” kitabından alarak yayımlıyoruz. Dipnotlar çevirmene aittir.

 

Çeviren: Özge Kelekçi

 

*Lidda'dan ayrıldığınızda kaç yaşındaydınız? Erken yaşta da politik bir bilince sahip miydiniz?

1936-'39 Büyük Ayaklanması(1) sırasında ilkokuldaydım ve Filistin ulusalcıları tarafından örgütlenen grev ve eylemleri, “Kahrolsun sömürgecilik”, “Kahrolsun Balfour Deklarasyonu”(2) gibi sloganları çok net hatırlıyorum. Okulumuzun müdürü Tevfik Ebu el-Suud ateşli bir milliyetçiydi. Bir gün öğrenciler arasında kavga patlak verdiğinde, “Kendi aranızda kavga edeceğinize Yahudilerle kavga edin” dediğini hatırlıyorum. Bir gün matematik öğretmenimiz bir dakika sessiz kalıp ortalığı gözlememizi rica etmişti. Ne hakkında olduğu üzerine hiçbir fikrim yoktu, kimsenin de olduğunu sanmıyorum. Dakika sona erdiğinde, öğretmenimiz, “Tam da bu dakikada, genç insanlarımız anavatanları için darağacına gidiyorlar”(3) dedi. Bundan çok etkilenmiştim. Evet, en geniş anlamıyla bir milliyetçiydim, ama bir politikanın içinde yer almayı düşünmüyordum.

13 yaşımda iken, ilkokulu henüz bitirdiğim dönemlerde, ailem Lidda'dan Jaffa'ya taşındı. Orada Rum Ortodokslarının okuluna kayıt oldum. Fakat orası tam bir ortaokul olmadığı için ikinci yıldan sonra Kudüs'teki Terra Sancta'ya (Ortaokul seviyesinde özel bir Katolik okulu) geçiş yaptım. Mezun olduktan sonra Jaffa'ya geri döndüm ve burada iki yıl öğretmen olarak çalıştım. Boş zamanlarımda Ortodoks Kulübü’ne gidiyor, Mısır dergileri okuyor, özellikle de edebi ve kültürel konulara odaklanıyordum. 1944’te ise Amerikan Üniversitesi’nde (BAÜ) okumak üzere Beyrut’a gittim.

*Politika ile ilgilenmeye Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde mi başladınız?

Tıp eğitimimin içine dalmış durumdayken tarihi olaylar beni derinden etkiledi. Örneğin, 1947 BM Taksim Planı(4). Anavatanımın parçalanmasını kabul etmek çok zordu. Filistinliler 1948’de anavatanlarından sürülmeye başlandığında ise Arap dünyasının tüm büyüklüğüne ve gücüne karşın bir avuç çeteye nasıl yenildiğini düşünmeye başladım.

Tıp eğitimimin ikinci yılında, Ma’tuk El-Asmar isimli Nablus’lu bir sınıf arkadaşım, Profesör Konstantin Zurayk’ın(5) örgütlediği 20-25 kişilik kapalı öğrenci seminerlerinden söz etti. Zurayk’ın, Arap milliyetçiliği, Arap ulusu ve Rönesans gerekliliği üzerine konuşmalar yaptığını anlattı. Bunun üzerine ben de bu seminerlere katılmaya başladım. Ma’tuk, bana ayrıca, Arap birliğinin nasıl sağlanabileceği ve Filistin’in kurtuluşu üzerine tartışmak için Ramiz Shihadeh isimli başka bir BAÜ öğrencisi ile buluşmayı önerdi. Ancak o sıralar, Lidda’ya geri dönmeye odaklanmıştım. Dolayısıyla bu görüşmeler gerçekleşmedi.

*Yani, 1948 savaşı sırasında Lidda’ya döndünüz, öyle mi?

Evet, Haziran 1948’ti. Akademik dönem sona ermiş, üniversite kapanmıştı. O zaman Siyonist güçler, Jaffa nüfusunu göçe zorlamıştı ve Filistin’den sürgün doruk noktasındaydı. Ailem de dahil olmak üzere pek çok kişi Lidda’ya gelmişti. Ailemin ekonomik durumu iyiydi -babamın bir dükkânı vardı, tüccardı diyebiliriz- ve benden Beyrut’ta kalmamı talep ederek para gönderiyordu. Annem benim için hep endişeleniyordu.

Bu yüzden beni Lidda’da gördüklerinde çok telaşlandılar. Bu koşullar altında hiçbir yararımın dokunmayacağına inanıyorlardı. Ben de içinde bulunduğum durumu gözden geçirdim. Savaşabilir miydim? Tıp çalışmaya başladığım için bu alanda hizmet verebileceğimi düşündüm. Tıp eğitimime başladığımdan beri halkıma bu alanda hizmet edebileceğimi düşünüyordum. Lidda Hastanesi’nde Zahian ailesinden bir doktor vardı. Böylece, burada Dr. Mustafa Zahian’ın asistanı olarak çalışmaya başladım.

*Lidda’da o zaman durum nasıldı?

Yahudilerin eline geçmemiş diğer kent ve köylerde olduğu gibi Lidda’da da olağanüstü bir tedirginlik vardı. Hava akınları halkı terörize ediyordu ve kent, Siyonist çeteler tarafından kuşatılan alanlardan gelen mültecilerle dolup taşıyordu. Arap Yüksek Komitesi’nin Hajj Amin el-Hüseyni tarafından yönetilen Lidda Şubesi, göç dayatmaları karşısında halka yerlerinden kımıldamama çağrısı yapmıştı. Halkın bazısı, kent yakınlarında konumlanan Arap lejyonlarının(6) Yahudilerin kitlesel saldırıları(7) karşısında kenti savunabileceklerini düşünerek rahatlıyordu.

*Saldırı sırasında siz neredeydiniz?

Hastanede, Dr. Zahian’a yardım ediyordum. Hastane, yaralı ve ölülerle dolup taşıyordu. Durum endişe verici boyutlardaydı.

Annemin teyzesi bana bakmak için hastaneye geldiğinde yaralılarla ilgileniyordum. Annemin benim için endişelendiğini söyleyerek eve gelmemi söyledi. Elbette reddettim. En sonunda, çok sevdiğim ablamın öldürüldüğünü söylemek zorunda kaldı. [Kendini toplamak için ara veriyor.] Sokağa doğru koştum, büyük bir karmaşa vardı. Yaralılar, ölüler, tanıdıklarım/tanımadıklarım yol kenarlarında kanlar içinde yatıyorlardı. Ablamı evimizin yakınına gömdük, çünkü bir mezara bile gidemiyorduk. Üç saat sonra Yahudi askerler ansızın eve saldırdılar, “Dışarı, dışarı çıkın” diye bağırıyorlardı. Annem ve ablamın çocuklarıyla birlikte -kucağımızda taşımak zorunda olduğumuz küçük bir çocuk da dahil olmak üzere- diğer akrabalarımızın ve komşularımızın yaptığı gibi koşmaya başladık. Nereye gideceğimize dair en ufak bir fikrimiz yoktu, Yahudi askerler bize “Yürümemizi” emretmişti. Yürüdük. Ramazan ayının sıcak bir günüydü. Bazıları bunun mahşer günü olduğunu, bazıları ise zaten cehennemde olduğumuzu söylüyordu. Kentin sınırına ulaştığımızda, kentten ayrılanların üzerlerinin arandığı bir Yahudi arama noktası ile karşılaştık. Silahımız yoktu. Ancak komşumuzun oğlu, Amin Hanhan, üzerinde bir miktar para taşıyordu ve aranmak istemiyordu. Bir Siyonist asker, onu gözlerimizin önünde vurarak öldürdü. Annesi ve kız kardeşi ona sarılıp haykırmaya başladı. Erkek kardeşi Bishara, ilkokuldan arkadaşımdı ve çok yakın arkadaştık. Beraber ders çalışır ve beraber oynardık. [Yeniden duygulanıyor.]

Bu yolu neden seçtiğimi soruyorsunuz, neden bir Arap ulusalcısı olduğumu... Sebebi, Siyonizm’dir. Tüm bunlardan sonra, barış hakkında konuşuyorlar! Ben, Siyonizm’in ne olduğunu kendi gözlerimle gördüm!

*Ailenize ne oldu?

Ramallah’a gittik. Ailem daha sonra Amman’a taşındı ve ben de Beyrut’ta tıp eğitimime devam ettim.

*Üniversitedeki geri kalan yıllarınızda neler yaptınız? Hangi arkadaşlarınızı hatırlıyorsunuz?

Hani al-Hindi(8), Wadi’Haddad(9), Ahmet Al-Katip(10), Saleh Sibel, Hamed al-Juburi ve elbette bir çoğunu daha. Hepimiz, Lübnan çapında üyelere sahip olan politik öğrenci hareketinin bileşenleri idik.

*O dönem öğrenci hareketinin/eylemlerinin ötesine geçmeyi düşünüyor muydunuz?

Elbette. Wadi’Haddad, Ahmet al-Katip ve Hani al-Hindi ile birlikte, doğrudan eylem -hızlı ve etkili eylem- fikrinin cazibesine kapılmıştık. O zaman gençtik. Hani al-Hindi, Suriye’de bizim gibi düşünenlerin olduğunu söylemişti. Bu, Kata’ib al-Fida’al-Arabi’nin (Arap Komando Müfrezesi) doğuşu oldu. Ben, Hani, Cihad Dahi(11), Mısır’dan Hüseyin Tevfik, Kata’ib al- Fida’al-Arabi içerisinde aktiftik. Öncelikli hedeflerimiz işbirlikçi hainlerdi, sonra İngilizler ve son olarak da İsrail’di. Fakat Hüseyin Tevfik, Suriye Devlet Başkanı Şişhakliye(12) yönelik başarısız bir suikast girişiminde bulunduktan sonra -Hani, Cihad ve benim onayım olmaksızın gerçekleştirilmişti bu suikast, büyük ihtimalle diğer partilerin emri ile- Filistin’in bu tür taktiklerle kurtulabileceğini umut etmenin mantıksız olduğunu düşünmeye başladım ve siyasi bir hareket başlatmanın zamanının geldiğini düşündüm.

Okuduklarımızın ışığında, Hani'nin ve benim zihnimde Arap birliğini sağlamaksızın Filistin’in kurtuluşunun mümkün olamayacağı fikri iyice belirginleşmeye başladı. Zihnimizde kurguladığımız örgüt, yalnızca kendini davaya adamış ve kişisel kariyerlerinden vazgeçmiş insanlarca yönetilebilirdi. Böylece, Milli Arap Hareketi’nin (MAH) çekirdeği oluşmaya başladı.

Elbette yaygın bir Arap ulusalcı eğilimi vardı bizden önce. Fakat MAH’ı diğerlerinden ayıran, karakterize eden şey, Filistin’in kurtuluşunun Arap Birliği’nden geçeceği fikri idi. Bu yüzden örgütün çok sağlam örülmesi gerektiğini düşünüyorduk.

*Çekirdek grubun ideolojik bir zemini var mıydı?

Nakba üzerine yazan Zurayk ile Arap milliyetçiliğinin kurucusu olarak bilinen Sati’al-Husari’nin(13) düşünceleriydi ideolojik zeminimiz. Bir defasında Husari'ye, 1948 savaşını neden kaybettiğimiz hususunda bir soru sorulduğunda şöyle cevaplamıştı: “Çünkü yedi devlettik.” Ama tabii ki, bizim için Zurayk ve Husari’yi okumak yeterli değildi. Siyasi bir hareket örgütlemeye karar verdiğimizde, her şeyi okumak zorunda olduğumuzu gördük. Siyasi bir vizyona (o dönemin siyasi vizyonundan bahsettiğimizi unutmadan) ve sadece kendini söylemleri ile değil, kendini eylemleri ile de kanıtlayan çelikten bir örgüte sahip olmadan bir hareket inşa edemeyeceğimize karar vermiştik.

İdeoloji konusuna dönecek olursak; marksizm henüz görüş alanımıza girmemişti. marksizme karşı negatif bir tavrımız vardı, çünkü Sovyetler Birliği taksim planını desteklemişti. Her durumda, öğrenmek için çok çaba gösterdik ve çok okuduk. Hani, Wadi’Haddad ve ben, tarih üzerine çok okuduk, İtalyan ve Alman birlik hareketleri, Fransız Devrimi üzerine okuduk. Ben, Kur'an üzerine de çalıştım. Wadi de. Wadi ile Hani’nin okurkenki halleri hâlâ zihnimde canlıdır.

Öncelikle kendimize dürüst olma konusunda ısrarcıydık. Örgütün kuruluşu, onun hakkında düşünmeye başlamamızın üç yıl sonrasına denk geliyor. 1951’de örgütlenmeye başladık. Ben Amman’a gittim, Wadi de benimle geldi(14), ancak daha sonrasında harekete tüm zamanımızı vermek zorunda olduğumuzu, bundan daha büyük bir adanmışlığın olamayacağını fark ettik. Kuveyt’e giden Ahmet al-Katip, ilk 100 dinarını kazandı ve bize 90 dinar gönderdi. “Artık başlayabiliriz” dedik.

*MAH’ı yeniden inşa edecek olsaydınız, neleri değiştirir, neleri eskisi gibi bırakırdınız?

Demokrasiyi temel bir şiar olarak önerirdim; aileden, okuldan başlamak üzere, topluluklara, kulüplere, politik örgütlere, etkinliklere, partilere ve devlet kurumlarına kadar her yerde demokrasi. Yani, sizin anlayacağınız, Filistin’in kurtuluşu mücadelesine, demokrasi mücadelesini eklerdim.

Ayrıca bütünsel ve anlık birliğin paradigmatik bir örneği olarak, Cemal Abdül Nasır’ın etkisi ile uygun hazırlıklar gerçekleştirilmeden 1958’de oluşturulan Mısır ve Suriye birliğini anlamaya çalışırdım. Şimdi bu birliği daha farklı algılıyorum. Birleşme, öncelikle birbirini tamamlama şeklinde anlaşılmalı ve ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda birleşmeyi sağlayacak adım adım uygulamaların birikimlerinden oluşan bir süreç olarak görülmelidir. Bunun şimdi bölgesel birimler ve yakınlaşmalarla bazı derecelerde başarıldığını görüyorum. Sözgelimi Mağrip devletleri, Mısır ve Sudan, Arap yarımadası ve Körfez ülkeleri.

Bir bölgede komşulara doğru yakınlaşma, benzer ya da farklı süreçlerle de olsa diğerlerini etkiler. Sonunda, ABD’de olduğu gibi bölgesel birimler arasında federasyonlar kurulabilir. Bu döneme kadar, pan-Arap düzeyinde, bölge ülkeleri arasında bireylerin serbest dolaşma hakkı olmalı, Araplar arası ticaret geliştirilmeli, toplumsal önlemler alınmalı, Arap üniversiteleri arasında koordinasyon sağlanmalıdır. Yani, uzun ve birleşik bir sürece girmeliyiz.

Bir de sosyalizm konusunu açalım. Başlangıçta, sosyalizm gündemimizde değildi: Şiarımız “Birlik, Kurtuluş ve İntikam”dı -Filistin’de yaşananların intikamı. Sosyalizm fikri, daha sonrasında parti içerisindeki etkileşim sonucu oturtuldu.

Bu noktada şunu vurgulamalıyım; ilkesel fikirlerim, olaylara yanıt olarak şekillendi. Düşünce tarzımı gerçek olaylar belirledi. Okumak ve parti içi tartışmalar bir rol oynadı, ancak eğer George Habaş’ın fikrini etkileyen temel faktörü sorarsanız, yanıtım olaylar olacaktır; Mısır-Suriye Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin 1961’de parçalanması, 1967 savaşı, 1973 savaşı(15) ve İntifada. Önce olaylar gerçekleşir, ardından ne olduğuna dair tartışmalar yürütülür ve biri tüm bunları -olayları, etkileşimleri, okumaları- bu sıra ile değerlendirir.

*Sosyalizm konusuna geri dönebilir miyiz?

Söylediğim gibi, kitlelerin her şeyin temeli olduğunu bilmemize karşın sosyalizm başlangıçta gündemimizde değildi. Bu anlamda, ilericiydik.

Sonrasında, sosyalizmin somutlaştırılabileceği, çok önemli aşamaları belirleyen, kapsamlı çerçeveler oluşturduk. Hareketin ideolojisi göz önünde tutulduğunda bu, demokrasiye doğru atılmış büyük bir adımdı. Bu günlerde, bölünmeler yaşanmadan gelişip değişebiliyorduk. Bu ilişki biçimi devam etseydi, MAH yok olmayacaktı.

Suriye ile birlik günlerinde, Nasır’ın sosyalizm savunusu parti içinde bir tartışma yarattı. 1959’un ilk günlerinde Muhammet el-Zayyat, Joseph Mughaizel(16), Abd al-Hamid Sharaf(17) ve Ahmad Staitiyya ile birlikte, Beyrut’ta Muhsin İbrahim’in(18) yönettiği bir kültürel komite kurduk. MAH yönetimi ve kültürel komite arasındaki bir tartışmanın ardından sosyalizmin gündeme alınması ve “intikam” teriminin “Filistin’in kazanılması” ile değiştirilmesi kararları alındı. Böylece MAH’ın şiarı, “Birlik, Kurtuluş, Sosyalizm ve Filistin’in Kazanılması” oldu. Son değişiklik, kültürel komitenin “intikam” teriminin halkçı olmadığı yönündeki eleştirisi üzerine geldi. Komite ayrıca, Yahudiler ve Siyonistler arasındaki farklılığın da göz önünde bulundurulmasını istedi.

*Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin parçalanmasının sosyalist düşüncenizi derinleştirdiğini ve sizi marksizme yönelttiğini söylemiştiniz...

Birliğin çöküşü gözlerimi açtı, beni, bu birliği oluşturan güçleri analiz etmeye zorladı. Toplumumuzda hangi sınıf mücadelelerinin yaşandığına dair daha derin bir algılayış geliştirmemi gerektirdi. Vietnam’dan da dersler çıkardım. Arap milliyetçisi olmak ile gerçek bir sosyalist olmak arasında bir çelişki görmüyorum.

Ancak marksizmle asıl bağlantım, 1967 savaşının ardından gerçekleşti. Suriye’de cezaevindeyken marksizm konusunda derinleştim. Marksizmde derinleşmemi, beni mücadeleden döndürebileceğini düşünerek 9-10 ay boyunca tecrit eden gardiyanım Abd al-Karim al-Jundi’ye borçluyum. Tüm bu süreci, Marks ve Engels’in, Lenin’in toplu eserlerini, Ho Chi Minh ile Mao’nun eserlerini okuyarak geçirdim. Halk Cephesi’nin ikinci ulusal kongresinin deklarasyonunu yazdım.

*Şu anda silahlı mücadele bakımından El-Fetih ile FHKC arasında nasıl bir ilişki var?

Silahlı mücadele, Abu Ammar (Yaser Arafat) teslim olana ve Oslo Antlaşması'nı imzalayana kadar bizi El-Fetih ile birleştiren ortak payda idi. Ancak temel konularda her zaman farklıydık. Örneğin biz, her zaman Filistin ve Arap ulusalcılığının karşılıklı birliğini ve dayanışmasını öne çıkardık, çünkü Filistin’in kurtuluşu bu dayanışma olmadan kazanılamazdı. El-Fetih’in vahim hatası -ölümcül bir hata idi- Filistin sorununu Arap ulusal sorunundan ayrı tutmaktı.

Farklılıklarımızdan ikincisi, sınıfsal boyutludur. Burjuvazi, sınıfsal hedeflerine ulaştığında savaşı sona erdirir. Şimdi Oslo müzakereleri ile bir başarı kazandığını düşünenler, tam olarak sınıfsal bir ayrımı ifade ediyorlar. Kitleler ne olacak? Kitlelerin menfaati ne olacak?

Kitlelere ne olduğuna bakalım. El-Fetih’in kitleler üzerinde yarattığı yozlaşma etkisi akıllara durgunluk veriyor. Tüm savaşlara, onları marjinalize etmeye, yok etmeye çalışan tüm çabalara karşın ayakta kalan, işgal altındaki topraklarda ve dışarıda Siyonist savaş makinesine karşı direnen aynı kitleler, 30 yılın ardından burjuva liderliğin onların ulusal kazanımları ve örgütlerini yok etmesi, baskıcı devlet aygıtları ile demokrasiyi alaşağı etmesi nedeniyle şimdi umutsuz ve bedbaht! Mafya yükselişte, günlük yaşamın ihtiyaçlarını tekel altına alanlarla işgalciler arasındaki ilişkiler ortada.

Filistin Yönetimi’nin mevcut ilişkilerinden duyduğum utancı dile getirmeme karşın, deklare edilen programlara ve amaçlara bağlı kalınması için mücadele etmeyen muhalefeti de eleştiriden muaf tutmuyorum.

Silahlı mücadele konusuna gelirsek, FHKC, intifadaya kadar hep silahlı mücadeleyi savundu. Silahlı mücadeleyi başlangıçta savaşan fedailer yürüttü, ancak intifada koşullarında bütün halk bu sorumluluğu üstlendi; çocuklar, kadınlar, sanatçılar, herkes silahlı mücadele yürüttü. Şimdi, silahlı mücadeleyi, kutsal bir törene/bir ayine dönüştürenler olduğunu biliyorum. Biz bunun ötesine zaten geçmiştik ve silahlı mücadeleyi yaygın politik savaşın bir parçası olarak görüyorduk. Birinin silahlı mücadeleyi kabul edip etmemesi bilinç sorunu değil, düşmanın doğasının ve eylemlerinin bir sonucudur. Ayrıca Filistin halkının hedefleri de bu tercihte rol oynar. Hedefler sadece diplomatik faaliyetler sonucu elde edilemez. Kapsamlı mücadeleyi sağlayan devrimci şiddetin de hedefleri elde etmede özel bir yeri vardır. Silahlı mücadeleyle siyasi, kültürel ve ekonomik mücadele arasında bir çelişki yoktur.

Ancak Oslo Antlaşması, silahlı mücadelenin kazanımlarını telef ettiği gibi intifadanın başarılarını da yok etti. Zaten İsrail'in, Oslo Antlaşması'nı imzalamasının temel nedenlerinden birisi de intifadayı sona erdirmek istemesidir.

*Ama FKÖ müzakerelere başladığında intifada zaten can çekişmiyor muydu?

Abu Ammar o dönemden çok önceleri, ilk olarak Cezayir Konferansı’nda uzlaşma aramaya başlamıştı. Bu, İsrail’in daha fazla imtiyaz istemesine sebebiyet verdi. Abu Ammar, hangi açıdan bakarsanız bakın -ister Filistin, ister Arap, ister uluslararası açıdan- mümkün olabilecek en kötü şartlarda müzakere masasına oturdu.

*FHKC, uçak kaçırmalar ve rehine alma eylemleri nedeni ile sıkça eleştirildi. Bu konuda ideolojik açıdan neler söylemek istersiniz?

1960’lardan başlayarak İsrail’in nükleer kapasitesi ile ilgili pek çok endişe vardı, çok şey söylendi. Örneğin bu konuda, Nasır ile konuştuğumuzu hatırlıyorum. Bu nükleer soruna dünyanın dikkatini çekmek için Filistinli profesörlerden ve başka dostlarımızdan bir danışma kurulu oluşturmuştuk. Eş zamanlı olarak Wadi ve ben, dünyanın Filistin’in yaşadığı haksızlık konusunda nasıl uyandırılabileceği üzerine düşünüyorduk. Wadi, uçak kaçırma fikrini ortaya attı ve eylemleri gerçekleştirenlere tekrar tekrar kimseyi yaralamamaları emrini verdi. Dünyanın ilgisini bazı eylemlerle çekmeye çalıştık, hepsi buydu.

*Sivilleri kaçırmanın Filistin davasına destek sağladığını düşünüyor musunuz? Birkaç kişinin desteğini sağlamışsa da birkaç kişinin desteğini de yitirmeye neden olmamış mıdır?

Bu eylemlere 1972’de son verdik. Ancak bu eylemleri gerçekleştirdiğimiz üç yıllık sürece bakarsak, büyük bir etki yarattıklarını söylemek zorundayız. Eylemlerimizi, tek tek yolcuların acı deneyimlerinden ziyade daha geniş bir perspektiften değerlendirmek zorundayız. Bu eylemler, dünyanın halkımızın çektiği acıların farkına varmasını sağlamıştır.

İsrailli sivillere yönelik eylemlere gelirsek; bir görüş, tüm İsraillilerin yerleşimci ve gaspçı olduğunu söyler. Ben bu görüşün altına imzamı atarım. Buna karşın biz orduya odaklandık. Mücadelede etik bir boyutun olduğuna katılıyorum, ancak tekrar tekrar ısıtılarak önümüze sürülen kınamaların, hep İsrail destekçilerinden geldiğini belirlemek de önemlidir bence. Nitekim Siyonist düşmanın katlettiği Filistinlileri, Lübnanlıları ve diğer Arapları sayarsanız, bu sayının öldürülen İsrailli sivillerin sayısından kat be kat fazla olduğunu görürsünüz.

*İntihar saldırıları ve rastgele bombalamalar konusunda ne düşünüyorsunuz?

Cephe olarak, işgalin/işgalcinin bütünlüğünü bozan her tür eylemin davamıza ve mücadelemize yararlı olduğunu düşünüyoruz. Elbette, amacımız sivillere zarar vermek değil. Bizim için mücadele, bir vandalizm pratiği değil, gasp edilmiş haklarımızın geri alınması için bir yoldur. Düşman, bu hakları tanımamak konusundaki tavrı ve bu hakların kazanılmasını engellemek için başvurduğu zulüm politikası ile yalnızca Filistinlilere olanlardan değil, İsraillilere olacak olanlardan da sorumludur.

Bu eylemleri kınayanlara şunu soruyorum: Ne yapmalıydık? Sorumlu olan biz değiliz. İsrail’in sorumluluğunun altını bir kez daha çizmek istiyorum. Sorunun kökenine inilmeli ve sorumluluk burada aranmalı.

*Ürdün ve Lübnan direnişlerinin acılarından, çilelerinden hangi dersler çıkarılabilir?

Silahlı mücadele, 1967 yenilgisinin doğal sonuçlarından biri olarak karşımıza çıktı.

Bu, tüm dünyada diğer sömürgeci girişimler yıkılırken anavatanın kaybı ve sürgünlere duyulan kitlesel ve örgütlü bir tepkinin sonucuydu.

Ürdün ordusu 1967 savaşında çöktü ve ABD, onu hızla karşıdevrimci bir güç olarak yeniden inşa etti. Öyle ki, direniş, güçlü bir İsrail ordusunun yanı sıra Ürdün ordusu ile de karşı karşıya kaldı. Direniş, İsrail ordusu ile Ürdün ordusu arasında sıkıştı kaldı. Ürdün ordusu, İsrail ordusu gibi düşman bir ordu değildi, fakat devrimci güçlere karşı oluşturulan düzenli bir ordu idi.

Direniş kendisini çok zor bir konumda buldu. Şayet kelimenin tam anlamıyla gerçek bir ulusal birlik oluşturulabilseydi, Filistinli kitleler harekete geçirilebilseydi ve pan-Arap eğilimlere sahip olan Ürdün halkı ile bir ittifak yapılabilseydi direniş kendini koruyabilirdi. Ama Fetih, Ürdün'deki Arap unsurları tamamıyla göz ardı etti, yok saydı.

Bir de, komşu Arap devletleri ile askeri ittifaklar sorunu var: Ürdün’de bir Irak ordu birimi vardı ve yan kapıda Suriye ordusu vardı. Ancak durumu değerlendirecek kapsamlı bir Filistin bakış açısı yoktu. Belki Filistin solu düşünüldüğünden daha iyi bir konumdaydı ama o da görev başında değildi.

Ürdün’deki direnişin(19) izah edilemez hatalarını küçük göstermek istemiyorum. 1970 Şubat'ında, Haziran'ında ve Eylül'ünde çok ölümcül hatalar yaptık, fakat diğer hatalar, halk arasındaki bölünmeleri arttırmak ve direnişe karşı gerçekleştirilecek güçlü bir saldırıyı meşrulaştırmak ve direnişe olan kini artırmak amacıyla üretildi.

*Ürdün’de ulusalcı bir rejim ve ordu olsaydı farklı olur muydu?

Aynı topraklarda iki otoritenin bir arada olmasının zor bir durum yaratacağı doğrudur. Ancak ulusalcı bir rejimin, kendi otoritesini yitirmeden devrimin taleplerini ve amaçlarını anlamaya çalışacağı ve kendi tabanını oluşturmasına izin vereceği de söylenebilir. Bunun için, elbette, bu iki otoritenin faaliyet alanlarının ve ilişkilerinin dikkatle örgütlenmesi gerekir.

*Yalnızca bir iç savaş olarak adlandırılamayacak Lübnan savaşı(20) boyunca, ülkenin tümünün savaş alanına döndüğünü, Arapların olup bitenler konusunda hiçbir sorumluluk almaması yüzünden Lübnan’ın tümüyle yıkıldığını söyleyebiliriz. FHKC’de, Lübnan’da olanları yeniden masaya yatırdınız mı?

Lübnan’da olanları düşünmek çok acı verici ve orada verilen mücadelelerden, çekilen acılardan dersler çıkarmak bizim görevimiz.

Lübnan’da yaşananlar, FHKC konferanslarımızda, yönetimsel toplantılarımızda değişmeyen konulardan biridir. Lübnan’da neyin esas olduğuna dair tüm görüş yitirildi ve her şey sekter, politik ve bölgesel içgüdüsel tepkiler yığınının altına gömüldü. İlişkilerin bu düzeyde ahlaki ve akli çürümeye uğradığı noktada, önce kendini, ardından da diğerlerini yanlışlamaya başlarsın. Bunun için, bu muğlaklığa odaklanan “Lübnanlı Filistinliler ve tarihi uzlaşma seçeneği” adı altında bir çalışma yayınladık. Yani, Lübnanlıların onuru ve menfaatleri Filistinlilerin onuru ve menfaatlerinin parçasıdır ya da tam tersi. Birliğin ahlaki ve yaratıcı temelleri birlik çerçevesinin dışında, hiçbir anlamı olmayan çeşitlilik ve bireysel farklılıkların tanınmasında yatar. Sırasıyla, birlik, pek çoğu halkı oluşturan temel elementler olmak üzere çeşitliliği ve bireyselliği hesaba katmadıkça meşruluk kazanamaz. Bu düzenleyici ilke olmadan, bireysel farklılıklar iç mücadelelerin ve kanamaların kaynağı konumuna gelirken; halkın kendisi de aynılığı ve tek sesliliği dayatan baskıcı bir güç haline dönüşür. Bu, özgürlük ve demokrasiyi boğan dinamiklerin nasıl durmadan yeniden üretildiğini açıklar.

*Eğer Lübnan Ulusal Hareketi (LUH)(21) kontrol altında olsaydı, olayların seyrinde bir değişiklik olur muydu?

O dönemde LUH’un zayıflığını ve ciddi sorunlarını bildiğim için çok büyük değişiklikler olurdu diyemeyeceğim. Amaçları yüce ve haklıydı, ancak sosyo-politik gündemlerinde bir netlik yoktu. Ve örgütsel yapılarında bir zayıflık vardı. Gerçekte, LUH, var olan krizi aşacak bir bakış açısı ve program ortaya koyamadı. Tepkisel/gerici davranmaya devam etti, politik, toplumsal ve örgütsel eylemlerinde hakim kültürünü aşamadı. Lübnan formülü politik ve toplumsal kuvvetler tarafından bir noktaya takılı bırakıldı, Lübnan’da günah çıkarma mantığı ve kültürü o kadar derin ve köklüydü ki, ancak çok güçlü ve olgunlaşmış bir hareket ciddi değişiklikler yaratabilirdi.

Bu durum, LUH’un neden hep dış kuvvetlere bağımlı olduğunu açıklıyor. Bu, Filistin sağının, LUH’un tüm bağımsızlığını elinden alarak kendi sağcı, dar ve yanlış stratejilerini uygulamaya zorlaması ile Lübnan’da hegemonya kurmayı denemesini de açıklıyor. LUH’u sömürerek Filistin sağcıları, Lübnan’da da Ürdün’de düştükleri ölümcül hataya düştüler.

FHKC olarak bizim bakış açımız; İsrail’e karşı sabit bir cephe oluşturmak, LUH’a ve onun demokratik planlarına sınırsız destek vermekti. Bu yüzden, liderliğin tamamen LUH’un elinde olması gerektiğini ifade ediyorduk. Ve LUH, Siyonist düşmanla karşı karşıya gelmek için net bir perspektif oluşturmalı, aynı zamanda Lübnan’ın çelişkilerini çözebilmek için sosyo-politik vizyonunu geliştirmeliydi.

*Size göre Hizbullah’ın(22) başarısının sırrı nedir? Bu, Lübnan’da Filistin direnişinin deneyiminden nasıl farklılaşıyor?

Dört temel unsur var: Öncelikle, Hizbullah, kendi topraklarında kendi halkının içinde örgütleniyor. İkinci olarak, askeri kanadını ve önderliğini çevreleyen bir illegalitesi var ki, bu stratejik ve taktik amaçlarına ulaşmak için, çetin koşulların dayatmalarına karşı koymasını sağlayan yüksek bir manevra kabiliyeti yaratıyor. Üçüncü olarak, Hizbullah, birleşik bir önderliğe sahip. Ve dördüncü olarak, Hizbullah, bizim olumlu ve olumsuz deneyimlerimizden faydalanıyor. Dolayısıyla, bizim düştüğümüz hatalara düşmüyor. Hizbullah, bizim kanlı ve acı deneyimimizin mükemmel bir eseridir.

*1982 Beyrut(23) savaşının sonraki olayları etkilediğine inanıyor musunuz? Örneğin, intifadanın başlamasında etkili oldu mu?

Hiç şüphe yoktur ki, Filistin dışında silahlı mücadele yürütülürken, Filistin içinde kitleler devrimin sürüyor olduğunun farkındalığı ile memnundu. Dış cephe kapandığında, Filistin dışında devrimin bir çıkmaza girdiği netleştiğinde intifada başladı. Bu yüzden, intifada, Lübnan savaşından bağımsız düşünülemez.

Filistin ve Arap düzeyinde, iki temel eğilim netleşti: Biri intifada ile yola devam etmeyi önerenler, diğeri ise “yolun sonundayız ve yirmi yıllık mücadelenin meyvelerini korumak için politik bir seçenek bulmalıyız” diyenler... Ancak bu ikinci eğilim, deneyimlerimizi menfaate dönüştürmek için değil, biriktirdiğimiz kazanımları feda etmek ve ne yaşadıysak ne umut ettiysek bırakarak düşmanın bize verdikleri ile yetinmek anlamına geliyordu.

Lübnan savaşının son günlerinde Abu Ammar, beni FHKC’nin merkezi yayın organı Al-Hadafın bürosunda görmeye geldi. Özel konuşmak istedi. “Buradan birlikte ayrılmaya ne dersin?” diye sordu. “Nereye?” dedim, “Tunus ya da Kıbrıs’a” dedi. Ne düşündüğünü anladım. Ona, “Eğer devrimin tükendiğini düşünüyorsan, seninle aynı görüşte değilim. Devrim devam etmeli, koşullar ne kadar zor olursa olsun. Biz, burada kalmalı; ulusal birliği ve bizi destekleyebilecek kapasitedeki tek güçle, Suriye’yle olan bağlarımızı korumalıyız” dedim. Daha sonrasında o Lübnan’ı terk etti, ancak ben onunla gitmedim. Onun hangi yolda yürümek istediği açıktı. Lübnan savaşı, onun bu kararında önemli bir rol oynadı.

*Batı Şeria’nın ve Gazze’nin çoğu ile birlikte Batı Kudüs’ün başkenti olduğu bir Filistin devletinin kabul edilebilir bir çözüm olduğunu düşünüyor musunuz?

Her şeyden önce, hiçbir yerde böylesi bir öneri ile karşı karşıya değiliz. İsrail’de İşçi Partisi tekrar iktidara gelse bile, Kudüs, yerleşimciler, geri dönme hakkı, sınırlar ve su kaynakları sorunları devam edecektir. Eğer kabul edilebilir bir geçici çözüm mümkün olursa, kitlelere deriz ki: Bu geçici bir çözümdür ve sorun bitmemiştir.

*Filistin sorununun Oslo öncesinde şimdi olduğundan daha iyi bir durumda olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Elde edilen sonuçlara kabaca baktığımızda bile, Oslo’da kazandığımızdan çok daha fazlasını kaybettiğimiz ortadadır. Bunun karşısında İsrail, kaybettiğinden çok daha fazlasını kazandı. Bizim kayıplarımız İsrail’in net kazancıdır. Bu, Oslo’nun bizi ve işgal edilmiş topraklarda ve diasporadaki Filistin halkını sürüklediği çıkmazın bir yansımasıdır.

Arap ülkeleri ile koordinasyon içerisinde uluslararası meşruluğumuza dayanmalıydık. Suriye ile ittifak içerisinde işlerimizi düzene koymalı ve bize açılan tüm kanallarda mücadele etmeliydik.

*İsrail toplumunda Filistin halkının ulusal haklarını tanıyanlarla diyalog geliştirme fikrine katılıyor musunuz? Bu güçlerle birlikte çalışmak yararlı olur mu?

Taktiksel perspektifle, İsrail’de var olan her bölünmeyi kullanmalıyız. Ancak, İsrail’de Filistin halkının ulusal haklarını savunanlarının çok marjinal olduklarını ve etkili bir konumları olmadığını da aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu gruplar, kamuoyu görüşü olmasından ziyade, İsrail’in, “iyi niyetleri”nin bir göstergesi olarak kullanabileceği, gösteriş yapabileceği bir zemindir. İşin aslı bu marjinal gruplar, itaatkâr Filistinli yaratmak isteyenler tarafından kullanılmışlardır. Bizim görüşümüze göre güvenilir bir Filistin-Arap cephesi İsrail'i kaçındığı zor tekliflerle köşeye sıkıştırmadığı sürece İsrail içerisindeki bölünme bir ciddiyet arz etmeyecektir.

*Bugünün Arap dünyasına dair değerlendirmeleriniz nelerdir?

Bugünler, Filistin sorununun en karanlık günleri. 1936, 1948 olaylarını düşündüğümde, '50’lerin, '60’ların, '70’lerin olaylarını göz önüne aldığımda, tüm bunların arasında en kötü dönemin bu dönem olduğunu görüyorum. Çünkü yapıp yapabileceğiniz en kötü şey, teslim olmaktır. Çiğnenen onurunuzu ve vatanınızı geri almak için mücadele ettikçe her şey iyidir. Rejimlerin, partilerin teslim alınabileceğine inanıyorum. Ama Arap halkının -geri adım atsalar ya da bir süre için atıl kalsalar da- hiçbir biçimde vatanlarının işgal altında kalmasına, haklarının gasp edilmesine izin vermeyeceklerine inanıyorum. Filistin’de, Mısır’da, Ürdün’de, Lübnan’da ve hatta Mağrip’te bile olumlu örnekler var. Pek çok Arap ülkesinden gençlerle bir araya geldiğimde, onların ulusal davalarına nasıl bağlı olduklarını hissedebiliyorum.

*Körfez Savaşı’ndan bu yana ortaya çıkan durum üzerine ne söylemek istersiniz?

Körfez’de ne olduğunu düşünürsek, elbette bir Arap ülkesinin bir diğerini işgal etmesine karşıyım. Bunu pek çok kez net biçimde ifade ettik, birliğe giden yolun demokratik bir yol olması gerektiğini pek çok kez ifade ettiğimiz gibi. Birlik, bir özgür tercih meselesidir, şiddet meselesi değil. Tehditler, keyfi yöntemler, kültürel etkileri ve ekonomik, politik, toplumsal gerçeklikleri bastırma eylemleri zaman içerisinde ayrı devletlere bölünmemize neden olmuştur. Birlik için kademe kademe ve uzun döneme yayılmış biçimde mücadele edilmelidir. Savaşın olumsuz sonuçları ile nasıl başa çıkılabileceği sorusuna gelirsek. Arap dayanışması örmeliyiz. Örneğin, üç Arap ülkesi -Libya, Sudan ve Irak- ABD’nin ambargosu ile karşı karşıya. Tüm Arap ulusu, buna son verilmesi için mücadele etmeli. Karşı ittifak, Arap dünyasının zayıfladığı ve bölündüğü her konuda düşmanca saldırılarını iki katına çıkarmaktadır. Şayet Araplar kimi anlaşmazlıkların üstünden gelmeyi başarabilirse, bir takım meydan okumalarda bulunurlarsa -savaş kastetmiyorum fakat en azından ciddi ekonomik gelişmelerle ve medya kampanyalarıyla bunu yaparlarsa- düşmana karşı konumlarını güçlendirecekler ve dünya ulusları içerisinde saygınlık kazanacaklardır.

*Birçok Arap ülkesinde aktif olan İslami güçlerle ilişki kurmayı nasıl bakıyorsunuz?

Bu konu, Arap ulusal kurtuluş hareketinin, pan-Arap düzeyde her ülke içerisinde karşılaştığı en büyük çıkmazlardan biridir. İlk olarak, tüm İslami güçler aynı kefeye konularak onlarla işbirliği yapma ya da yapmama gibi keyfi kararlar alınamaz. İkincisi, tartışmalı bağlantıları olan birkaç hareket ya da grup dışında, bu güçler kendi toplumlarının yerlisi oldukları için, bunlarla anlaşma yapılması zorunludur. Bu demektir ki, biz ve İslami güçler belli ve öngörülebilir koşullar altında birlikte iş yapmamıza izin verecek ortak paydalar yakalayabiliriz.

İdeolojileri ve toplum çözümlemeleri temelinde mücadelenin içerisinde yer alan İslami güçler -Lübnan’da Hizbullah; Filistin’de Hamas(24) ve İslami Cihad(25), Ürdün’de Jama’a İslamiyya(26)- ile eylemleri insani, etik ve İslami değer ve gerekçelerle bağdaştırılamaz ve haklı çıkarılamaz olanları -Mısır ve Cezayir’de olduğu gibi- ayrıştırmalıyız.

İslami güçlerle ilişkilerimizde tüm kartlar açık olmalı ve her şeyden önce ulusumuzun ortak düşmanına karşı mücadele içerisinde derin bir ittifakla karakterize olmalıdır. Böylesi bir ittifak için kilit nokta, ittifakın demokratik temellerde gerçekleştiriliyor olmasıdır.

*Azınlıklar sorunu giderek hassaslaşmaya başladı. Örneğin, Mısır’da Kıpti’lerin(27) özel statü hakkına sahip olması gereken bir azınlık olduğunu düşünenler var. Bazı Lübnanlı Maronitler(28,) Lübnan’ın kültürel olarak farklı iki topluluktan oluştuğunu ve bu toplulukların üyelerinin kendi yaşam biçimlerine göre yaşama hakları olduğunu söylüyor...

Bazı şeyleri birbirine karıştırmama noktasında dikkat etmeliyiz. Ulusal azınlıklarla kültürel, dilsel, kimliksel, dinsel azınlıklar arasında fark vardır. Arap Hristiyanları ile, onlar Arap ulusunun kültürel ve toplumsal kaynakları değilmiş gibi ilişkilenmek kabul edilemez. Onlar, yerli Araplardır ve onların dini inançları, ulusal ve kültürel kimliklerini etkilemez. Lübnan’da Hristiyan Arap aydınlarının Arap diline ve Arap kültürüne sağladıkları katkıları unutabilir miyiz? Onların kökenleri, tarihleri, uygarlıkları ve kültürleri Araptır, onlar bu gerçeğin rahatlığıyla hareket etmeliler.

Bu iki koşul gerektirir. İlki, Arap Müslüman çoğunluk bu gerçeğin farkında olarak davranmalıdır. Tarihi olarak İslam, çeşitliliğin korunması ilkesini ve dini inanç özgürlüğünü korumayı başarmıştır. Ve sonuç olarak çoğunluk; demokratik tarzı tam eşitlik, bireyler ve topluluklar için inanç özgürlüğü kapsamına oturtmak zorundadır.

İkinci nokta ise, dinsel azınlıkların, kendilerinin Arap ulusunun otantik bir bileşeni olduklarının farkındalığı ile hareket etmeleri zorunluluğudur. Müslüman ya da Hristiyan, Sünni ya da Şii, Kıpti ya da Maronit, Ortodoks ya da Katolik olmaları fark etmez, ulusal kimliklerine bağlı kalmak gibi bir görevleri var.

*Filistin devleti konusunda sizin pozisyonunuz nedir?

Şu an Filistin devletinin safındayım. Ve bunun tüm safhalarda somutlanması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum, çünkü ben Filistin’in tümünü istiyorum. Tümünü!

*Herkese eşit hakların tanındığı demokratik bir devlet olarak Filistin?

Evet.

*Arapçılık ve İslam arasındaki uygun ilişki biçimine dair görüşleriniz nelerdir?

Arapçılık, verili bir zaman ve mekânda ulusal inşa için bir çerçevedir. Arap dünyasının mevcut bölünmüşlük ve ulusal kurtuluşun tökezlemesi, sömürgecilik ve kültürel tahrife karşı duyarsızlık koşullarında Arapçılık, hareket ve ilerlemeyi ifade eder.

İslam öncelikle bir dindir. Ancak İslam bakımından din; ayetlerden, ritüellerden, ibadetlerden daha fazlasıdır. İslam, bir dinin ötesine geçerek daha kapsamlı ve derin bir düzeye ulaşmıştır. İslam; kültürün, uygarlığın, kimliğin, ulusal mirasın harcıdır. Bu bağlamda, İslam, Arap ulusunun, eğer temel demeyeceksek, en temel unsurlarından biridir. Benzer olarak, Hristiyan bir Arap’ın kültürünün İslam olduğu söylenebilir. Arapçılık ile İslam’ın kavramları arasında bir örtüşme, etkileşme olduğu da söylenebilir.

Pakistan’da Arapçılıktan bahsedilmeden İslam’dan söz edilebilir, ama Arap yurdunda Arapçılıktan bağımsız bir İslam’dan söz edilemez. Aynı biçimde, İslami ruh, kültür ve uygarlıktan kalpten söz edilmeden Arapçılıktan da bahsedilemez. Bu bağlamda, çerçeveyi resimden ayıramayız.

*Terörizme karşı bakış açınız nedir?

Terörizm üzerine kurulu olan İsrail’in terörizm konusunda bu kadar riyakâr olması, beni gerçekten dehşete düşürüyor. Ben neden Lidda’da değil de, buradayım? Çünkü terör kullanılarak göçe zorlandım. Suriye çok yerinde bir öneri getirdi ve bugün ulusal kurtuluş hareketlerini ima etmek için kullanılan terörizm kavramı ile neyin kast edildiğinin tanımlanması için uluslararası bir konferans düzenlenmesi çağrısı yaptı.

*Takip ettiğiniz çizgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Nerede yanıldınız; nerede haklıydınız? Bugün ve yarın için gündeminiz nedir?

FHKC, her konferansında bir önceki konferansından bu yana geçen süreyi ve hatalarını değerlendirir. Cephe’nin genel sekreteri olduğum sürece, tüm bu hatalarda payım vardı. Ve bu hataların benim hatalarım olduğunu söyleyebilirsiniz. Bunlar FHKC’nin hatalarıdır, ama aynı zamanda benim hatalarımdır.

Ancak, sorunuz hakkında düşündüğümde, bana öyle geliyor ki, bu sorunuz Filistin probleminin son yüz yıllık seyriyle de alakalı. Bu tarihsel süreçte yaşananlar o kişinin ya da bu kişinin değil, tüm Arapların hatalarıdır, bu hatalar kolektif yenilgimizi işaret eder. Elbette, yenilgimizi getiren dışsal faktörleri de hesaba katmalıyız. Ama daha önemli olan, kendi kendini incelemek/eleştirmek ve insanlara zafer için umut veren kuvvetlerin karşı karşıya kaldığı sorunları düzeltmektir.

Bu noktada, korkarım ki, biz beyinlerimizi yeterince kullanmadık. Öncelikle kaslarımıza, sonra yüreklerimize dayandık. Çünkü haklıydık. Beyinlerimizi gerektiği kadar kullanmadık. Arap birliği için çağrı yaptık, isterseniz Şam’da bastığımız al-Ra’nın kopyalarına bakabilirsiniz. MAH da birlik için çağrı yaptı, ama bu birliğin nasıl sağlanabileceği ya da hangi zorlukların üstesinden gelmemiz gerektiği konusunda bir şey söylemedi. Aynı noktayı Filistin’e ya da başka konulara da uyarlayabiliriz.

*Gelecek kuşaklar için mesajınız nedir?

Acı ve tatlı yanlarıyla yaşamın bana öğrettikleri üzerinden, insanlık tarihinin ileriye doğru gittiğine inanıyorum. Bunu tüm hatalara ve yenilgilere karşın umut ve güvenle söylüyorum. Karanlığın güçleriyle ilerlemenin güçleri arasındaki acı mücadelelere rağmen özellikle Arap bölgesinde gelecek ulusumuzundur. Ancak, umutlar, istekler ve rüyalar tek başına amaçlarımızı kazanmamızı sağlamayacak ya da zaferi getirmeyecektir...

Tarihin tekerleği geriye doğru çevrilemez, ancak geçmişin derslerini de duygusal, yıkıcı tepkilerle tarihi inkâr ederek de israf etmemeliyiz. Tarih, her kim orada yer almayı hak edecek kararlılık ve yetenekteyse, her kim sonraki yaprakları doldurmaktan onur duyarak iktidarda kalırsa, onların kayıtlarına açık bir defterdir. Çocuklarımızın ve torunlarımızın bizden daha parlak bir geleceğe sahip olacağına dair inancım büyük. Böyle düşünmekten de büyük bir haz duyuyorum.

Dipnotlar

1- 1900’lerin başlarında sırtını İngiliz emperyalizmine dayayan Siyonistler, silahlı çeteler kurarak Arap halkını anavatanlarından kovmak için yıldırma ve katletme operasyonları düzenliyorlardı. Bunun karşısında Filistinliler de örgütlenerek, illegal örgütler (1920-Ulusal Filistin Hareketi-Arap Yürütme Konseyi) aracılığıyla mücadele etmeye başladılar. Filistin Komünist Partisi de yürüttüğü faaliyetlerle halkı vergi ödememeye, Siyonist ve Arap mal sahiplerinin topraklarına el koymaya çağırmıştı. Halka, "İngiliz Hükümeti, Siyonistler ve Arap 'Efendiler' kanlarımızı emmektedirler, bu üçlü sömürünün baskısından silah ve kılıç sizleri kurtarabilir" çağrısını yapmışlardı. FKP, devrim mücadelesinde köylülüğü, kırları esas almıştı. İşçi-köylü hükümetini hedefliyordu. 1936-'39 yılları arasında sömürgeciliğe karşı büyük bir Arap isyanı yaşandı. FKP, 1936'daki halk ayaklanmasında sınıfsal ve ulusal savaşımı birleştirme yönünde hareket etti.

2- Balfour Deklarasyonu, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour'un 2 Kasım 1917'de, uluslararası Siyonist hareketin önderlerinden Lord Rotschild'a gönderdiği, Filistin'de Yahudilere bir "ulusal yurt" kurulması çabasının İngiliz Hükümetince destekleneceğini belirten mektubudur. Balfour Deklarasyonu, “Halksız bir toprağın topraksız bir halka verilmesi” adı altında Filistinlilerin yok sayılması yönündeki Siyonist politikanın temellerinin oluşturulması adımıdır. Bu adımı, 1948’te İsrail devletinin kurulması izleyecektir.

3- İngilizler, Büyük Ayaklanma sırasında 112 Filistinli’yi idam etti.

4- İngiltere, Siyonist-Arap sorununu çözme sorumluluğunu 1947'de Birleşmiş Milletler'e devretti. BM'nin kurduğu özel komite, bölgeyi Filistin ve Arap devletleri arasında bölmeyi önerdi. Arap Yüksek Komitesi diye anılan Filistinli temsilciler, teklifi reddederken, Yahudi temsilciler kabul etti. BM Konseyi’nde Sovyetler Birliği ve ABD’nin de desteğini alan paylaşım/taksim planı, Filistin'in yüzde 56,47'sini Yahudi devletine, yüzde 43,53'ünü de Arap devletine bırakıyordu. Kudüs ise uluslararası bir idare altında olacaktı.

5- 1909 yılında Şam’da doğan Zurayk, önemli bir tarihçi ve laik pan-Arabizm hareketinin bileşenlerinden biri idi. 1948 yılında yayınladığı ‘Felaketin Anlamı' (The Meaning of the Disaster), Arap aydınları arasında güçlü bir etki yarattı.

6- Lidda ve Ramla arasında 100 askerden oluşan küçük bir birlik konuşlanmıştı.

7- Dani Operasyonu, 9-10 Haziran 1948’de gerçekleştirildi. Kent halkının sürülmesi, 14 Haziran’da neredeyse tamamlandı.

8- Hani al-Hindi, Suriyelidir. Habaş, Haddad ve al-Katip ile birlikte Milli Arap Hareketi’nin kurucularından biridir. Al-Hindi, daha sonra 1958 yılında kurulan ve 1961 yılında dağılan Mısır-Suriye Birleşik Arap Cumhuriyeti’nde (BAC) bakanlık yapmıştır.

9- Hristiyan Ortodoks bir Filistinlidir. Haddad, Habaş gibi Beyrut Amerikan Üniversitesi'nde tıp tahsili yapmıştır. Habaş’ın sağ koludur. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin askeri komutanıdır.

10- Ahmet al-Katip, Kuveytlidir. Beyrut Amerikan Üniversitesi mezunudur. Kuveyt’te milletvekilliği ve muhalefet liderliği yapmıştır.

11- Cihad Dahi, Suriyelidir. Birleşik Arap Cumhuriyeti’nde bakanlık yapmıştır.

12- Edip al-Shishakli, 1953-'54 yıllarında Suriye başkanı idi.

13- 1940’larda Irak’ta eğitim direktörlüğü yapan Sati al-Husari, Arap milliyetçiliğinin teorik öncüsüydü. Husari'nin, '50’li ve '60’lı yıllardaki Arap milliyetçi düşüncelerinde kurucu bir etkisi olmuştur.

14- Habaş ve Haddad, 1957’ye kadar Amman’da halka ücretsiz tedavi sağladıkları bir “halk kliniği” çalıştırdılar.

15- Altı Gün Savaşı olarak da bilinen 1967 Savaşı’nda büyük bir yenilgi alan Mısır, Suriye ve Ürdün, 1973 yılında Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’ndeki İsrail kuvvetlerine saldırdı. 6 Ekim 1973 günü başlayan bu savaş, 1967 Savaşı'nın yarattığı tepkinin bir sonucuydu. İsrail,

Altı Gün Savaşı’ndan, işgalindeki toprakları yaklaşık üç kat genişleterek çıkmıştı. Golan Tepeleri, Kudüs'ün tümü, Batı Şeria, Sina Yarımadası ve Gazze, İsrail'in eline geçmişti. 1970 yılında Nasır'ın ölmesi ile yerine geçen Enver Sedat, 1967 yılında İsrail'in işgal ettiği toprakların geri kazanılması için bir Arap karşı saldırısı üzerinde durmaya başladı. 6 Ekim 1973'te başlayan savaş, Müslümanların kutsal ayı olan Ramazan ve Yahudilerin kutsal günleri olan Yom Kippur'a denk gelmişti. İsrail birlikleri, Sina Yarımadası’ndan ve Golan Tepeleri'nden çekilmeye zorlandı. Bu savaşta, ABD emperyalizmi İsrail’e, Sovyetler de Arap devletlerine silah yardımında bulundu. Başlangıçta Arapların lehine gelişen savaş, daha sonra karşı saldırıyla İsrail lehine sonuçlandı.

16- Joseph Mughaizel, Lübnanlı bir hukukçudur. Pan-Arap görüşler doğrultusunda Lübnan’da çalışmalar yürüten Arap Kültür Kulübü’nün başkanlığını yürütmüştür.

17- Abd al-Hamid Sharaf, Irak Haşimi kraliyet ailesinin bir üyesidir. Ürdün başbakanlığı yapmıştır.

18- Lübnanlı bir Şii olan Muhsin İbrahim, MAH içerisinde solcu bir bölünme örgütledi. Lübnan Komünist Eylem Örgütü lideri oldu.

19- 7 Haziran 1970'de Ürdün Kralı Hüseyin, İsrail ve ABD’den aldığı destekle, Filistin mülteci kamplarını yoğun top ateşine tuttu. Kral Hüseyin’e bağlı 'Bedevi Milisleri' tarafından gerçekleştirilen bu katliam, tarihe 'Kara Eylül' olarak geçti. Bu katliam sırasında onbinlerce Filistinli hayatını kaybetti. FKÖ, bunun üzerine 1 Eylül 1970'te, Ürdün kralı Hüseyin'e suikast teşebbüsünde bulundu. Filistinli gerillalar, ayrıca 6 Eylül 1970'de Ürdün'e ait bazı uçakları yaktı. Ürdün askerleriyle Filistinli gerillalar arasındaki çatışmalar 17 Eylül 1970'de daha da şiddetlendi. Suriye, kuzeyden Ürdün'e girerek, 20 Eylül 1970'de çatışmalara müdahale etti. 23 Eylül 1970'de Ürdün yönetimi, Filistinli gerillalar karşısında ateşkes ilan etti. 27 Eylül 1970'de taraflar arasında anlaşma imzalandı. Bir yıl sonra FKÖ, Ürdün’den sürüldü ve Lübnan’a yerleşmek zorunda bırakıldı.

20- Direniş, 1973’te Lübnan ordusunun saldırılarına, 1975-'76’da iç savaşta Falanjistlerin, 1978-1982’de İsrail’in saldırılarına karşı kendini savunmak durumunda kaldı. 1982’de ise, Beyrut İsrail işgali altına girdi. Ve Filistinli örgütlerin silahlı güçleri, Lübnan’dan, başta Tunus ve Suriye olmak üzere birçok Arap ülkesine sürgün edildi.

21- Arap milliyetçisi ve komünist örgütlerin oluşturduğu, Kemal Canbolat’ın sözcülüğünü yaptığı Lübnan Ulusal Hareketi, Lübnan topraklarında yaşayan tüm unsurların “Lübnan Vatandaşı” kimliği ile anılmasını, Lübnan’daki mezhepçi politik sistemin tasfiye edilmesini ve demokratik-laik bir Lübnan’ın kurulmasını savunuyordu. FKÖ, Lübnan içindeki çatışmalarda Lübnan Ulusal Hareketi'nin partneriydi. Ama Suriye, bunu engellemek için Lübnan'ı işgal etti.

22- Hizbullah (Allah'ın Partisi), hem sivil hem de askeri kanadı olan Şii inançlı siyasi bir partidir. 1982 yılında İsrail'i, o zamanlar işgal etmekte olduğu Güney Lübnan'dan çıkartmak amacıyla kurulmuştur. Hizbullah'ın şu andaki genel başkanı Hasan Nasrallah'tır. Lübnan İç Savaşı boyunca Hizbullah, ABD ve Avrupa askerlerinin Lübnan'dan atılması amacıyla birçok bombalama eylemi gerçekleştirmiştir. 1983 yılında ABD Elçiliğine yapılan bir intihar eylemi sonucu, 17'si Amerikalı 63 kişi ölmüştür. Aynı yıl içinde ABD kışlalarına yapılan saldırıda 241 Amerikalı asker ölmüştür. Bu saldırılardan kısa bir süre sonra ABD, bütün askerlerini Lübnan'dan çekmek zorunda kalmıştır. İsrail ise 15 Mayıs 2000'de Lübnan'dan tamamen geri çekilmek zorunda kalmıştır.

23- Ağustos 1982’de ABD elçisi Philip Habib’le anlaşan Filistin Kurtuluş Örgütü liderliği, Beyrut’u terk ederek Tunus’a yerleşti. 14 Eylül günü, Lübnan’ın Falanjist faşist devlet başkanı Beşir Cemayel öldürüldü. Yerine kardeşi Amin geçti. Ariel Şaron’un komutasındaki İsrail Ordusu, Filistin direniş güçlerini ülkeden çıkarmak için 16 Eylül 1982 gecesi Beyrut’a girdi. Falanjistler aracılığıyla Filistinli sivillerin kaldığı Sabra ve Şatilla kamplarında, büyük bir katliam gerçekleştirdi. İsrail’in eski bakanlarından Ariel Sharon'un gözetiminde gerçekleştirilen katliamda bir gecede binlerce kişi katledildi. Şaron’a, bu katliamlardan sonra “Beyrut Kasabı” lakabı takıldı.

24- Hamas (Harakat al-Muqawama al-Islamiya, İslami Direniş Hareketi), Arapça'da "gayret" anlamına gelen, Filistinli Sünni İslami örgüttür. 1987'de Şeyh Ahmed Yasin tarafından Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kanadı olarak kuruldu. İlk başlarda, İsrail tarafından direnişi bölmek için desteklendi. Örgütün kuruluş amacı; 1948 öncesi İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ni kapsayan topraklarda Filistin İslam devletini kurmaktı. Örgütün askeri kanadı, İzzeddin el Kassam Tugayları'dır. Hamas, 2005'te yapılan son seçimlerin galibi olmuştur. Ancak Filistin halkının iradesi çiğnenmiş, komplolarla ve ambargo ile Hamas hükümeti devrilmek istenmiştir.

25- Filistin İslâmi Cihad Hareketi'nin lideri Dr. Fethi Şikaki, Filistinlilerin sınır dışı edilmesi işleminin durdurulması için Kaddafi'yle görüşmede bulunmak üzere gittiği Libya'dan dönerken uğradığı Malta Adası'nda, 26 Ekim 1995'de İsrail siyonizminin cinayet şebekesi MOSSAD'ın paralı katilleri tarafından öldürüldü. İslami Cihad, ideolojik olarak İmam Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub ve İzzettin Kassam'ın fikirlerinden etkilenmiştir. Hareket, İran devriminden de etkilenmiştir. Hatta hareketin kurucusu Dr. Fethi Şikâki, "Humeyni, İslâmi Çözüm ve Alternatif" adlı bir kitap yazmıştır. 1986'da kurulan örgüte İslâmi anlayışları dolayısıyla el-Fetih'ten ayrılan bazı gruplar da katılmıştır. Hareket, İsrail işgaline karşı halen aktif silahlı mücadele yürütmektedir.

26- George Habaş, 1970'lerin sonunda aynı adla Mısır'da kurulan örgütle Ürdün'dekini ayrıştırmaktadır. Çünkü Mısır'da İslami bir devlet kurmayı amaçlayan al-Islamiyya, devlet binalarını, polisi ve orduyu olduğu kadar azınlıkları, turistleri ve laik kurulları da hedef almaktadır.

27- Mısır’ın yerli Hristiyanları.

28- 4. yüzyılda yaşamış Maron isimli rahibin takipçisi olan Lübnan Hristiyanları.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi