Nail Satlıgan'ın İnkârcılığı Ve 20. Yüzyıl Sosyalizmi

24-25 Kasım tarihinde Kapital’in 140. Yılı vesilesiyle Petrol-İş Genel Merkezi toplantı salonunda “Kapital’in Güncelliği Sempozyumu” gerçekleştirildi. Sempozyum, Marksizm iddialı aydınlarla politik hareketler ve militan sendikacıları bir araya getirdi. Bir tartışma, fikir alışverişi ve etkileşim potası oldu.

Kapital Sempozyumunda yaşanan tartışmalardan birisi konuşmacılardan Troçkist iktisatçı Nail Satlıgan’ın 20. yüzyıl sosyalizmini inkâr eden tezi hakkındaydı.

Satlıgan, konuşmasında 20. yüzyılda sosyalizm yaşanmamıştır derken, Marks’ın “Gotha Programının Eleştirisi”ndeki bir pasajına dayanıyordu. “Burada Marks, emeğin değerlenmesinin piyasa dolayımından kurtarıldığı bir düzeni tarif eder, öyleyse SSCB’de yaşanan Marks’ın anladığı anlamda sosyalist bir toplum değildi” diyordu. Ona göre, Marks, sosyalizmi metasız-parasız bir toplum olarak tarif ettiği için, bu gelişkinlik düzeyine ulaşmayan toplumlara, bu arada 20. yüzyıldaki sosyalizm deneyimlerinin hiçbirisine “sosyalizm” denilemez.

Sempozyumun bir diğer konuşmacısı, Atılım yazarı Alp Altınörs ise onu, “20. yüzyıl sosyalizm deneyimleri yaşanmıştır, bizimdir, onlardan eleştirel tarzda öğrenmek gerekir” diye yanıtlıyordu. Marks’ın bir metni üzerinden koca bir yüzyılın sosyalizm deneyimlerini inkâr etmenin en başta Marks’ın yöntemine aykırı olduğunu vurguluyordu. Marks’ın Paris Komünü deneyiminin ardından Komünist Manifesto’yu gözden geçirmesini ve “Devletin ele geçirilmesi” kavramının yerine “Devletin berhava edilmesi” kavramını geçirmesini Marks’ın yöntemine örnek olarak sunuyordu.

Bir sempozyumun zaman sınırları içinde yaşanan bu tartışmaya dair daha geniş değerlendirmeler yapmayı, biz de gündemimize aldık.

Marks, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nin ilgili bölümüne şöyle giriyor:

“Burada ele almamız gereken, kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.” (Altını çizen: Marks)

Görüldüğü üzere Marks, afakî bir ütopyadan, kurgusal bir gerçeklikten değil, tam da ‘Bağrından çıktığı eski toplumun damgasını taşıyan’ bir komünizmden söz ediyor. Hangi ülkenin bağrından çıktığı, bu tasarımın içeriğini etkilemeyecek midir? Kapitalizmin en çok geliştiği İngiltere yerine geri kapitalist Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrim, ‘Komünizmin üst evresine’ doğru giden kendi özgün kurucu yolunu keşfetmeyecek midir?

Rusya’da sosyalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu bir ekonomi kurulduğu halde, bu Marks’ın öngörülerine uymuyorsa, “Sosyalizm yoktur” mu; “Sosyalizm beklenenin dışında bir yoldan gerçekleşti” mi denecektir? Aklını önyargılara esir etmemiş olanlar için yanıt açıktır.

“Bu bakımdan birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma verdiği şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin, toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından oluşur; her üreticinin birey olarak emek-zamanı, toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (Bunda kolektif fonlar için sarf etmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve bu belge ile, toplumun tüketim araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır.”

Bu, N. Satlıgan’ın tezini üzerine dayandırdığı pasajdır. Marks’ın “Emeğin değerlenmesinin piyasa dolayımından kurtarıldığı bir düzeni tarif ettiğini” söyler. SSCB’de ise bu hiç gerçekleşmemiştir. Öyleyse sosyalizm yoktur SSCB’de!

SSCB’de işçi ücreti

Evet, SSCB’de işçi emeği, sosyalizmin en gelişkin düzeyinde dahi ‘emek belgesi’ ya da ‘emek bonosu’ gibi karşılığı doğrudan geçim araçlarıyla ödenen bir formda değerlenmedi. ‘Ücret’ formunu alıyordu. Meta ve para ilişkileri de varlığını korumuştur.

Marks’ın aynı yerde belirttiği “İçerik ve biçim değişmiştir, çünkü değişmiş koşullar altında hiç kimse emeğinden başka bir şey veremez ve öte yandan da bireylerin mülkiyetine bireysel tüketim araçlarından başka hiçbir şey geçemez.” ilkesi ise Sovyetler’de hayat bulmuştur.

Diğer yandan, SSCB’de iş ücretinin, biçimsel bakımdan benzer olmakla birlikte kapitalizmdeki ücretli emekten köklü olarak farklı, başka bir olgu olduğunu da saptamak gerekir. Kapitalizmde işçi, işgücünün yeniden üretilmesi için gerekli olan sınırlı miktarda ürün ve hizmetin karşılığını alır. Kapitalistin bütün gayreti bu gerekli bölümü durmaksızın daha alt düzeye çekmektir. Çünkü o, gerekli emeği azalttığı ölçüde artı değeri artırmış olacaktır.

“Sosyalizmde işin ücreti ... işgücünün yeniden üretilmesi için gerekli olan sınırlı miktarda ürün ve hizmetlerin değerine bağlı değildir.” (Büyük Sovyet Ansiklopedisi, ‘Sosyalizmde işin karakterinin bazı özellikleri’ maddesi)

Kapitalizmin tam tersi olarak, üretim geliştikçe işçinin payı hem bireysel tüketim için, hem de toplumsal hizmetler alanında artar. Çünkü üretim maddeleri, üretim araçlarının toplumsal niteliği nedeniyle tüm topluma aittir. İşçiye ücret olarak verilenin dışında kalan artı-ürün tüm toplumun çıkarına kullanılmaktadır.

Bu nedenlerledir ki, Sovyetler Birliği’nde; birincisi, üretim süreci geliştikçe işçi ücretleri de artmıştır.

İkincisi sosyal hizmetlerin sürekli genişlemesi yolundan işçinin ‘toplumsal ücreti’ sürekli büyümüştür. Eğitim, sağlık, konut vb. dünya tarihinde ilk kez olarak meta olmaktan çıkarıldı, kitlesel bedelsiz kamu hizmetine dönüştürüldü. Dünya tarihinde ilk kez, ekonominin belli sektörlerini kapsayacak düzeye varabilen bir “metasızlaştırma” süreci yaşandı.

Üçüncüsü, sosyalist devlet etkin bir fiyat politikası izledi, temel geçim maddelerini değerlerinden daha aşağıya, sosyal bir ihtiyacı yanıtlamayan tüketim mallarını (örneğin içki) değerlerinden yukarıya fiyatlarla satmak yolundan yürüdü. Bu da ücretlerin temel geçim maddeleri bakımından alım değerini artırdı.

Dördüncüsü, SSCB’de üretim geliştikçe işsizlik azaldı. 1930’lara gelindiğinde işsizlik tümüyle tasfiye edilmişti. Bu da işçi ücretlerinin kapitalizmden farklı olmasının bir diğer göstergesidir. İşsizliğin olmadığı, işçi ücretlerinin işçi bireyleri arasındaki rekabete dayanarak sürekli aşağı çekilmediği, her kapitalist yatırımın kendisine işsiz ordusundan hızla işçi devşiremediği bir kapitalizm düşünülebilir mi?

İşçinin sadece işgücünün değerini (yeniden üretilmesi için gerekli olanın en alt düzeyi) alabildiği kapitalizmin ücret ilkesi Sovyetler Birliği’nde tasfiye edilmiştir. Yerine işçinin, “Kolektif fonlar için sarf edilmiş emeğin indirimi yapılmış” haliyle emeğinin karşılığını alması ilkesi geçirilmiştir.

Sosyalizm ve meta-para ilişkileri

Marks, tıpkı kapitalizmi incelerken yaptığı gibi, sosyalizmi de en gelişkin düzeyiyle kurgular. O, üretim araçlarının tam toplumsallaştırdığı bir düzen olarak ele alır sosyalizmi. Bu durum, 20. yüzyıl sosyalizm deneyimleri boyunca çok önemli teorik tartışmaların kaynağı olmuştur.

Ancak Marks ve Engels’in yaşadığı dönemdeki Avrupa da, tam toplumsallaşmanın bir hamlede gerçekleşebileceği koşullarda değildi. Örneğin o günün Avrupası’nda kapitalizm, bugünkü Hindistan ve Çin’den daha az gelişmişti. Nüfusun yüzde 50’sinden fazlası hala tarımla uğraşmaktaydı. Böyle bir toplumsal yapıda da tam toplumsallaştırma boş bir sözden başka bir anlam taşımazdı. O yüzden Marks ve Engels de küçük köylülüğün zorla mülksüzleştirilmesine karşı uyarılar yaptılar. Küçük köylülüğün “İktisadi araçlarla ikna” edilmesinden, “Özel toprak sahipliğinden kolektif toprak sahipliğine geçişi kolaylaştıracak” önlemlerden, “Miras hakkı ve mülkiyeti kaldıracağını ilan ederek onu ürkütmemeye” özen gösterilmesinden söz ettiler. (Marks, Engels, Anarşizm Üzerine, Bakunin'in Devlet ve Anarşi Kitabı Üzerine Düşüncelerden Parça)

Rusya’daki derecede olmasa da, Almanya, Fransa gibi ülkelerdeki bir proleter devrim de küçük köylülüğün tedrici kolektifleştirilmesi sorunuyla karşı karşıya olacaktı. Dolayısıyla küçük meta üretimi, meta piyasası, proletarya diktatörlüğü altında da belli oranlarda sürecekti. Değer yasası varlığını koruyacaktı.

19. ve 20. yüzyılların aksine, bugün, dünyanın pek çok bölgesinde tam toplumsallaşmanın koşulları olgunlaşmıştır. Bu her yerde eşitlik olduğu anlamına gelmez. Ama emperyalist küreselleşme, küçük köylü mülkiyetinin altındaki son taşları da çekip almaktadır. Meta-para ilişkilerinin aşılması 20. yüzyıla göre daha sancısız gerçekleşebilir.

Sosyalizmin varlığı ya da yokluğuyla ilgili tartışma, meta ve para ilişkilerinin varlığına indirgenemez. Sorun ekonomiye sosyalist üretim ilişkilerinin hâkim olup olmamasıyla ilgilidir.

Tıpkı kapitalizmin hâkim olduğu bir ekonomide feodal, yarı-feodal üretim ilişkilerinin kapitalist ekonomiye tabi biçimde varlığını sürdürmesi gibi, sosyalist bir ekonomide de meta ilişkileri, tabi bir biçimde varlığını sürdürebilir. Ancak nihayetinde bütün bir kapitalizmden komünizme geçiş süreci, meta ilişkilerinin varlığına karşı bir sınıf savaşımı dönemidir.

Değer yasası sosyalizmde vardır, bir olgudur. Kapitalizmden komünizme geçiş süreci boyunca varlığını korur. Bu hem, üretim araçlarının tam toplumsallaşmasının içeride henüz sonuçlanmamasından, hem de kapitalist dünya pazarı ile kurulan zorunlu ilişkiler nedeniyle böyledir. Bu geçiş süreci boyunca komünist partisi, meta-para ilişkilerine ve bu temelde yükselen değer yasasına karşı mücadeleyi sürdürür, buna önderlik eder. Sorun, içerde, değer yasasının etki alanının giderek daralmasına, sosyalist üretim ilişkilerinin hâkimiyetinin gelişmesine götüren bir ekonomi politikası izlenmesinde düğümlenir. Dışarıda ise sosyalist dünya devriminin etki alanını genişleterek kapitalizmi darboğaza sürükleyecek politikalarda karşılık bulur. Bu ikisi arasında güçlü bir bağıntı vardır.

Sosyalist ya da sosyalizme yönelmiş ülkelerde sınıf mücadelesinin temel konularından birisi, meta-para ilişkilerine ve değer yasasına yaklaşım sorununda ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan Lenin ve Stalin dönemlerinde gelişim çizgisi meta-para ilişkilerinin etki alanının geriletilmesi yönündedir. NEP süreci gibi bazı zorunlu geri adımlar taktik kapsamda ele alınıp uygulanmıştır, stratejinin yönünü ifade etmezler. Eğitim, sağlık, konut, ulaşım meta olmaktan çıkarılmıştır. Değer yasası üretimin düzenleyicisi olmaktan çıkarılmıştır; emeğin üretimin çeşitli dalları arasındaki dağılımını değer yasası değil, merkezi-planlı ekonomi dolayımıyla toplumsal ihtiyaçlar belirlemektedir. Tarım üretimi çok büyük oranda kolhozlaştırılmış, sovhozlar da belli bir ağırlığa ulaşmıştır, vb.

Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov dönemlerinde ise gelişim çizgisi tam ters yöndedir. Yani meta ekonomisinin hâkimiyet alanının gelişmesi, değer yasasının yönlendirici bir güç olarak tanınması ve kapitalist dünyayla bütünleşme çabası. Isaac Deutscher gibi -Satlıgan’ın da referans aldığı- önde gelen bir Troçkist figürün, Kruşçev’e salt “totalitarizm geriletilecek” görüş açısıyla (hem de oldukça ateşli biçimde!) destek çıktığını, meta-para ilişkileri ve değer yasası konusundaki tutumunu es geçtiğini hatırlatmanın yeridir. Troçkizmin sosyalizm deneyimlerine yaklaşımının tarih-dışılığına ve apolitikliğine güzel bir örnektir. (Tarihin İronileri, Isaac Deutscher, Belge Yayınları.)

Tabii ki sosyalist mülkiyet biçiminin, doğrudan doğruya sosyalist üretim biçimi demek olmadığını, mülkiyet ilişkilerinin üretim ilişkilerini otomatikman yaratamayacağını biliyoruz. Sosyalist devrimin gerçekleştirdiği kamulaştırma eylemi, üretim araçlarını proletarya diktatörlüğü devletine ait kamu mülkiyetine çevirmekle, sosyalist mülkiyet haline getirir. Ancak nihayetinde bu, sosyalist üretim ilişkilerinin toplumsal yapıda, sınıf mücadelesi yoluyla yaratılması gerekliliğini ortadan kaldırmaz.

Üretim ilişkilerinde ileriye doğru her dönüşüm, üretici güçlerin zincirlerini çözerek atılım yapmalarının koşullarını hazırlar. Üretici güçlerdeki her atılım da daha ileri üretim ilişkilerinin zeminini oluşturur. Nihayetinde meta-para ilişkilerine karşı savaşımın salt bir kararlılık ve irade sorunu olmadığı, bu savaşımın ancak üretici güçlerdeki gelişme zemininde başarılabileceği de vurgulanmalıdır.

Meta üretimine ve onun yarattığı toplumsal ilişkilere karşı mücadele sosyalizm dönemi boyunca sürer. Değer yasasının hâkimiyet ve işlerlik alanını daraltmak, planlı sosyalist ekonominin hâkimiyet ve işlerlik alanını büyütmek için mücadele sürer. Küçük köylü mülkiyetinin kolektifleştirilmesi, giderek bu kolektiflerin sosyalist kamu işletmelerine dönüştürülmesi için mücadele sürer.

Ancak bunlar, tam da sosyalist bir toplumun bağrında süren mücadelelerdir. Sosyalist ekonomiyle yan yana, iç içe biçimde varlığını sürdüren ve ona tabi olan meta ekonomisine karşı mücadeledir. Kapitalist bir toplumda ise egemen olan meta üretimi ve dolaşımıdır. Meta ekonomisinin egemen olmadığı bir kapitalist ekonomi düşünülemez. Stalin döneminde ise egemen olan meta ekonomisi değil, planlı sosyalist ekonomidir. Bu dönemde meta ekonomisinin alanının daraltılması yönündeki büyük savaşım, bu savaşımın meta ekonomisinin ikincilleşmesi düzeyine varması, sosyalizmin varlığını yadsıyanlarca -bırakın açıklanmasını- anlamlandırılamaz dahi.

Lenin, “Sosyalizm sınıfların ortadan kaldırılmasıdır” der. (Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika). Bu sosyalizmin “geçiş halindeki” bir toplum olarak tarifidir; sosyalizmin sınıfları kaldırma yönündeki gerçek toplumsal-tarihsel hareket olduğunu anlatır. Kapitalizmden komünizme geçiş süreci, kesintisiz bir sınıf savaşımı dönemidir. Kapitalist üretim ilişkileriyle, kapitalizmden devralınan ve kendi bağrında sürekli kapitalizmi üreten küçük meta ekonomisiyle, kapitalizmden devralınan toplumsal eşitsizliklerle (Kadın- erkek, ezilen ulus-ezen ulus, kır-kent, kol emeği-kafa emeği, yöneten-yönetilen) mücadele sosyalizmde de sürer.

Geri kapitalist bir ülkede ortaya çıkan sosyalist bir ekonomide meta-para ilişkilerinin hızla ortadan kaldırılmasını beklemek, ya iyi niyetli bir saflık, ya da Nail Satlıgan örneğinde olduğu üzere sosyalizm deneyimlerini inkâr etmeyi amaçlayan bir demagojidir.

Rusya’da sosyalizm, prekapitalist ekonomik biçimlerle iç içe bir geri kapitalist ekonomi üzerinde gelişmiştir. Bunun kendine özgü sorunlarının yanıtını salt Gotha Programının Eleştirisi’nde aramak, Marksist bir yöntem olamaz. Tersine Marks’ta, kendinden sonraki tüm tarihsel gelişmeleri tartacak bir ütopya kurgusu aramak anlamına gelir. Dolayısıyla, aynı zamanda idealist bir sapmayı da ifade eder.

Bu vesileyle muhatabımıza, aynı pasajda geçen şu saptamanın işaret ettiği yönteme daha fazla dikkat göstermesini öneririz:

“Ama bu gibi kusurlar (Herkese emeğine göre ilkesinin bir burjuva hukuku olması kast ediliyor, bn.) uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile komünist toplumun birinci evresinde kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi yapısından ve onun koşullandırdığı kültürel gelişmeden daha yüksek olamaz.”

Marksizmin gelişimi sınıf savaşımı zemininde olur

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, iktidarın işçi sınıfının ellerinde olduğu, eski burjuva devletin ‘berhava’ edilerek İşçi-köylü Sovyetleri devletinin egemen olduğu, ekonomide sosyalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu bir deneyim olarak tarihe armağan olmuştur. Onu sosyalist bir deneyim olarak tarihten silmek, inkâr etmek, görmezden gelmek mümkün değildir. Marksizm, kendisini sınıf mücadelesinin enternasyonal deneyimlerinin dışında bir yerde kuramaz. ‘Sosyalizm böyle olamaz’ diye feryat-figan etmek; Marksizmi kendisiyle kavgalı hale getirmeye çabalamak demektir.

Kapitalizmle sosyalizm arasında muazzam bir savaşın yaşandığı tüm bir 20. yüzyılın sınıf mücadelesi deneyimlerini “sosyalizm dışı” sayarak inkâr etmek, Marksizmi Lenin öncesi döneme, 19. yüzyıla geri götürmek, müthiş bir tasfiyecilik girişimidir. Avrupa merkezci aydınlarda (özellikle 1991 sonrası) görülen bir tür akıl tutulması halidir.

19. yüzyıldaki sosyalizm savaşımları ve deneyimleri, halk devrimleri ve ulusal kurtuluşçu devrimler, ezilen halkların savaşımları tümüyle bize aittir. Bizimdir. Marksizm Leninizm’in yüzyılın şafağında önünde duran temel görevlerden birisi, 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerini Marksist diyalektik yöntemle ele almak ve eleştirel bir süzgeçten geçirerek yeni yüzyılın sınıf savaşlarına ışık tutmaktır. Kuşkusuz Troçki’nin 1920’lerde saplanıp kaldığı “Tek ülkede sosyalizm olamaz” tezine hala saplananlar bu göreve girişemez dahi. Onlar bakımından, SSCB’deki sosyalizmin inkârı, bugün bütün bir 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerinin inkârı derecesine varmıştır. Bir tür ultra-tasfiyecilik de denebilir buna.

19. yüzyıl sosyalizminin önderleri şöyle düşünüyorlardı: Tek ülkede sosyalizm olmaz, sosyalizm ancak dünya çapında (o günkü dünya da Avrupa kıtası) gerçekleşebilir... Başka bir tartışmanın konusu olmakla birlikte, belirtmek gerekir ki, Marks ve Engels Paris Komünü’nü bir şehirde sosyalizmi inşa etmeye yöneldikleri için değil, yeterince sosyalist önlem almadıkları ve devrimi Fransa’nın diğer şehirlerine yaymadıkları için eleştirmişlerdi ve hakeza, Rusya’da sosyalizm üzerine tartışmalar yapmışlardı. Yine de onlara göre sosyalist devrim, öncelikle kapitalizmin en çok geliştiği ülkelerde gerçekleşecektir.

Ekim Devriminin önderleri de devrimden önce böyle düşünüyorlardı. Lenin 1905 Devrimi sürecinde, ‘İki Taktik’te, Rusya’nın çakacağı demokratik devrim kıvılcımının Avrupa’yı tutuşturacağını, Avrupa’daki sosyalist devrimin ise Rusya’yı sosyalist devrime taşıyacağını yazdı. Sonra, Ekim Devrimi’nin arifesinde (1915) tek bir ülkede de sosyalist devrimin mümkün olduğunu yazan Lenin diğer yandan hala Rusya’daki sosyalist devrimin Avrupa’daki sosyalist devrimi tutuşturacağını söylüyor, bunu umuyordu. Daha sonra, Rusya Sovyet Cumhuriyeti’nin Devlet Başkanı olarak, Rusya’daki “Azgelişmiş sosyalizm”in Avrupa’daki devrimlerle birlikte aşılacağını ve Avrupa’daki sosyalizmin gelişkin üretici güçler üzerine kurulacağını söyledi.

Rusya’da devrimi yapmak daha kolay, sürdürmek daha zordu. Batı Avrupa’da ise tersine, devrimi yapmak zor, sürdürmek daha kolaydı. Tüm 20. yüzyıl boyunca hükmünü sürdüren bu çelişki, Bolşevik önderin zihninde tam olarak Ekim Devrimi’nin ardından şekillendi, teorik formülünü buldu.

Ancak Marks’ın ve Engels’in devrimin Avrupa çapında ve öncelikli olarak en gelişkin kapitalist ülkelerde gerçekleşeceği öngörüleri, kapitalizmin ortaya çıkan en üst aşamasında, tekelci kapitalizm/emperyalizm çağında geçerliliğini yitirmişti. Lenin de bu olguyu savaşımın pratiği içinde, adım adım gördü.

Diğer yandan, Lenin’in ve Ekim Devrimi önderlerinin öngördükleri Batı Avrupa’da sosyalist devrim de gerçekleşmedi. Sosyalizm, kapitalizmin en çok geliştiği İngiltere’de değil, kapitalist dünya sisteminden canı en çok yanan ülkelerden Rusya’da gerçekleşti.

Sınıf mücadelesi böyledir. Soyut olan somutlaşırken daima yeni içerikler ve biçimler kazanır, zenginleşir. “Teori gridir dostum, hayat ağacı ise yeşil” (Lenin). Sınıf mücadelesinin pratik ateşi içinde pişmeyenlerin kavrayamayacağı bir zenginliktir bu.

20. yüzyıl sosyalizminin bazı gerçekleri

Emperyalizmin keskinleştirip son sınırına vardırdığı eşitsiz gelişme yasası, Rusya çapında dev bir ülkedeki sosyalist iktidarın ayakta kalmasına imkân sağladı. Alman devrimi yenilir, kısa ömürlü Macaristan, Slovakya, Finlandiya, Bavyera Sovyet Cumhuriyetleri yıkılırken, Rusya Sovyet Cumhuriyeti ayakta kaldı. Hatta eski Çarlık sömürgesi ülkelerde kurulan sovyet cumhuriyetleriyle birleşerek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne dönüştü.

Avrupa devriminin kısa sürede yardımlarına yetişeceği umuduyla devrimi başlatan Bolşevikler, dünya devrimi dalgasının geri çekilmesiyle kendilerini tecrit ortamda buldular. Ekim Devrimi’nin hemen öngününde tek ülkede sosyalist devrimin başarılabileceği ama sosyalist devletin Avrupa devriminin yardıma gelmesiyle ayakta kalabileceğini düşünen Bolşevikler, sosyalist devrimden sonra yeni koşullarla karşı karşıya kaldı.

Rusya’daki Sovyet iktidarını dünya devriminin bir üssü, mevzisi, kalesi olarak müdafaa etmek fikri, teorik formülüne kavuşmadan önce, Lenin’in eyleminde pratik biçimine kavuştu. Daha devrimin ilk dönemlerinde o, Almanya’yla savaşa son vererek genç proletarya devletine bir soluklanma zamanı kazandırmak istiyordu. Brest-Litovsk Anlaşması’yla bunu başardı. 1921’de o Rusya’yı, dışta İngiliz-Sovyet ticaret anlaşması, içte NEP taktik geri çekilişiyle “Tek ülkede sosyalizm” yönüne yöneltti.

Tek bir ülkede dahi olsa sosyalizmi ayakta tutmak, dünya devriminin uzayan savaşımları esnasında bir savunma stratejisidir. Troçki, “Sürekli devrim” teziyle ne içerideki sınıf mücadelesini -işçi köylü ittifakı- ne de geriye çekilmiş dünya devrimi koşullarında sosyalizmi inşa etmeyi hesaba katıyordu. Bunun hem iç, hem de dış siyasette SSCB’yi sonsuz savaşlar içinde yıkıma götürerek yok oluşa sürüklemek dışında bir anlamı yoktu. Troçki’nin bu çizgisi de, Brest Litovsk barışına karşı çıkışında, savaş komünizmini sistemlileştirmeyi önermesinde, vb. cisimleşiyordu.

1924-25 dönemecinde Sovyet ülkesi nasıl bir yön alacağına dair büyük bir tartışma ve bunalım sürecinden geçerken, Troçki’nin tek önerisi, “Sürekli devrim”di. Tek bir ülkede zaten sosyalizm olamayacağı için, ne işçi köylü ittifakına ihtiyaç vardı, ne de sosyalist devleti dünya devriminin bir üssü olarak yaşatmaya. Böyle olacağına, sosyalizm hiç olmasın demekti bu. Stalin ise, dünya devriminin gerileyişini doğru analiz ederek, tek bir ülkede sosyalizmin inşasına girişmeyi hedef olarak ülkenin önüne koydu.

Uygulanışı, ortaya çıkardığı yeni sorunlar ayrıca tartışılmak üzere bir kenarda dursun; Stalin’in 1920’lerin başlarındaki iç ve uluslararası koşullarda tek bir ülkede dahi olsa sosyalizmi inşa etmeye girişmenin tarihsel zorunluluğunu kavramış olması, onun üstün, ileri yanıdır. Dünya proletaryasının mevzisi SSCB’de, sosyalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu bir ekonomi inşa edildi. Kapitalizmin bağlarından kurtarılan üretici güçler şaha kalktı. Devasa bir ekonomik büyüme atağı başarıldı. Geri tarım ülkesi SSCB’nin tüm çehresi değişti, ileri bir sanayi ülkesi haline geldi. Üstelik kapitalizme taban tabana zıt biçimde, ne açlık, ne yoksulluk, ne işsizlik yarattı bu büyüme dalgası. Tersine işsizlik ortadan kaldırıldı. Açlık ortadan kaldırıldı. Yoksulluk anlamlı düzeyde geriletildi.

Yine kapitalizme zıt biçimde, plansız-anarşik değil, planlı ve uyumlu bir karakter taşıyordu ekonomik büyüme dalgası. Meta ekonomisinin alanı daraltılıyor, bir metasızlaştırma süreci yaşanıyor, kitlelerin yararlandığı bedelsiz sosyal hizmetlerin alanı sürekli genişletiliyordu. Ekonominin bütününe damgasını vuran, hakim olan planlı-sosyalist kamusal ekonomi iken, meta ekonomisi ikincil, tabi, sosyalist ekonomiye bağımlı bir olgu düzeyine geriletiliyordu.

SSCB’nin sosyalist olmadığını öne süren Troçkist iktisatçılar, bu olguyu açıklayamıyorlar. Böyle bir ekonomik atılım hangi üretim ilişkileri temelinde yaşandı? Kapitalist mi, sosyalist mi? Tony Cliff gibi bazıları, içinden çıkamadıkları ‘devlet kapitalizmi’ teziyle boğuşuyor, sosyalist esaslara göre işleyen, meta ekonomisinin hakim olmadığı bir kapitalist ekonomi olabileceğini savlıyor; Troçki’nin tezlerini olduğu gibi sürdüren bazıları ‘Yozlaşmış işçi devleti’ gibi, sosyoekonomik bir yapıyı ifade etmeyen bir tespitle durumu kurtarmaya çalışıyor, Antonio Carlo gibi işin içinden çıkamayan bazı başkaları da, kendince kapitalizm ve sosyalizm dışında yeni sosyoekonomik yapılar icat etmeye soyunuyorlar.

Tek ülkede sosyalizmin inşası stratejisiyle kurulan SSCB’deki sosyalizm, İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler faşizmini Kızıl Ordu’nun çelik yumruğuyla ezdi. Dünyayı Nazi faşizmi belasından sosyalist SSCB kurtardı. Çağının, askeri bakımdan en gelişkin emperyalist devletini yendi.

Çin ve Doğu Avrupa devrimleriyle ilgili olarak da tartışılacak şeyler tabii ki var. Ama herhalde aklı başında hiç kimse, Doğu Avrupa’da ve Çin’de demokratik halk devrimlerinin gerçekleşmesinde ve sosyalizme yönelen halk cumhuriyetlerinin kurulmasında SSCB’nin varlığının ve Antifaşist Savaşta kazandığı devasa zaferin belirleyici bir rol oynadığını inkâr edemez.

Dolayısıyla, 1921’den itibaren Lenin ve Stalin’in SSCB’yi dünya devriminin bir mevzisi olarak koruma, sosyalizmi tek bir ülkede dahi olsa inşaya girişme yönelimi, dünya devrimine katkı sağlamıştır. Tek ülkede sosyalizm, pek çok ülkede devrimlerle bir ülkeler sistemine dönüşmüştür.

Kuşkusuz sosyalist devrimin tek bir ülkeye sıkışması asla bir tercih ya da arzu edilir bir durum olamaz. Aksine komünistler bunu ancak bir zorunluluğun yanıtlanması bağlamında ele alabilirler. Sosyalizmle kapitalizm arasında uzun vadede bir ölüm kalım savaşı vardır, nihayetinde bu savaştan ancak biri sağ çıkabilir. Diğer yandan sosyalizm, kapitalizmin dünya çapında geliştirdiği üretici güçleri dünyasal bir sosyalizmle kucaklayarak ileriye taşıyabilir.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan topraklarında devrim için savaşan ML komünistler, devrimin zaferinin ardından ateşi tüm bölgeye yayma perspektifine sahiptir. Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da demokratik ve sosyalist federasyonlar, bu perspektifin programatik ifadesidir.

***

20. yüzyıl sosyalizmi, kendisini bu gerçekliklerle ortaya koyar.

Sosyalizmin öncelikle kapitalizmin en fazla geliştiği ülkelerde muzaffer olması beklenirken, bu ülkeler sosyalist devrime en dirençli ülkeler olarak boy gösterdiler. Sosyalizmin zaferi, ekonomik bakımdan geri, ancak devrimci koşulların gelişkin olduğu, emperyalist kapitalist dünya sisteminin çelişkilerinin yoğunlaştığı, bu sistemden en fazla acı çeken bir ülkede, Rusya’da gerçekleşti.

Ekim Devriminin açtığı yolda, 20. yüzyılda yürüme onurunu taşıyan ülkelerin de - Çekoslovakya ve Macaristan hariç- ileri sanayi ülkeleri olmadıkları, geri kapitalist veya yarı feodal ülkeler oldukları görülür. Bu Ekim Devrimini, ‘Talihsiz bir rastlantı’ olarak algılayanlara tarihin yanıtıdır.

Bugün de Latin Amerika’dan Güney Asya’ya ve Ortadoğu’ya değin kapitalist emperyalizme karşı mücadele şiddetleniyor. Aynı zamanda kapitalizmin merkezinde de çelişkiler keskinleşiyor. Ama sonuçta çelişkiler ne denli keskinleşirse keskinleşsin, çözümü ona müdahale edecek öznel güçleri gerektirir. Günün asıl çözülmesi gereken problemi de budur.

Kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte, kapitalizmin çürüme ve olgunluk düzeyiyle ilgili analiz de evrensel ölçeğe taşınmıştır. Emperyalizm tek tek ulusal ekonomileri tek bir dünya ekonomisi içinde bir araya getirdi. Emperyalizm koşullarında üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellemesi, boğması ve hatta çürütmesi, tek tek ülkeler değil; dünya çapında bir olgudur. Dünya çapında ele alınmalı, incelenmelidir. Emperyalist kapitalizmin krizi, öncelikle bu dünya sisteminden en çok acı çeken ülkelerde belirecektir. “Zincir zayıf halkalarından” kırılacak, bu ülkeler/bölgeler sosyalist devrimin öncülüğünü üstlenmede tarihsel rolü oynayacaktır. Fark şudur ki, artık bu ülkeler de büyük çoğunlukla kapitalizmin derinlemesine geliştiği ülkeler durumundadır.

20. yüzyıl sosyalizminin ortaya koyduğu gerçek soruların yanıtlarını aramaktan kaçınan, onun varlığını inkâr eden, onu bir rastlantı, talihsiz bir olay derekesine indirgeyenler, 21. yüzyılın sosyalizm deneyimlerinin yaratılmasında da özel hiçbir role sahip olamayacaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi