İslam’a Kalvinizm Aşısı

Emperyalizm, ABD önderliğinde dünya halklarına karşı kıyıcı bir savaş yürütüyor. Savaşın bugünkü aktüel cephesi Afganistan-Irak merkezli Orta Asya ve Ortadoğu coğrafyaları. (Su ve) petrol savaşının hedefinde Müslüman halklar duruyor.

Savaş, her cephede her tür silahın; bilim-teknoloji, yalan-demagoji etkin kullanımıyla sürüyor. Savaşın ideolojik cephesini ise burjuva ideologlar ordusu oluşturuyor.

Müslüman halkları hedef alan ve kapsayan ideolojik saldırı kampanyaları, başta Batı Hıristiyanlığı olmak üzere emperyalist kampta bir yandan “İslamafobi” yaratırken, bir yandan İslam coğrafyasında yaşayan halkların himayeci sömürgeci sisteme direnme dinamiklerini etkisizleştirmeyi amaçlıyor.

ABD, neredeyse tüm Müslümanlar için ılımlı İslam kavramlaştırmasıyla BOP-GOP stratejisini formüle ederken, Avrupa-AB emperyalizmi ağırlıklı olarak iktisadi kavramlaştırma ile aynı stratejiye katkı sunuyor ve/ya da ABD emperyalizmi ile örtük-esnek-düşük yoğunluklu bir hegemonya mücadelesi yürütüyor. AB-Türkiye ilişkileri boyutunda batı medeniyetine uyum sağlama, batılı değerlerce kabul edilebilir-mas edilebilir iktisadi-sosyal-kültürel bir toplumsal yapı olduğunun/olması gerektiğinin parolası durmaktadır. İslamcı Kalvinistler, İslam Protestanlığı, Kalvinci Müslümanlar vb. kavramları bu gözle ele almak gerekiyor.

İslam'da Geriye Doğru İlk Kırılma-Kapitalizmin Şafağında Avrupa ve Hristiyanlık

12-13. yy.a dek uzanacak biçimde İslam’ın reforme edilmesi tartışmaları günümüze kadar gelmiştir. 11. yy.’da durağanlaşan (nesnel olarak gerileyen) İslam, özellikle 15-16. yy.’larda Avrupa Hristiyan merkezli gelişen reformasyon-restorasyon hareketleri, Katolik-Protestan ayrışmaları, izleyen yüzyıllarda rönesans-aydınlanma-modernizm süreç ve tartışmalarından etkilenmiş, üzerinde hissettiği basıncı değişim yönünde açılımlarla hafifletme yerine içe dönmüş, İslam’ı Ortodoksçu yorumlamada derinleşerek daha da bağnazlaşmıştır.

11. yy’da yaşayan İslam düşünürü Gazali, İslam’ın bağnaz-Ortodoks yorumunun en önemli temsilcisidir. Bilim, felsefe ve mantığa açtığı gerici savaşla Gazali, İslam dinini ve Müslümanları ‘selefiye dönemine’* döndürmeye çalışmıştır. Gazali’nin düşünceleri, sonrasında gelen İslam düşünürlerini de etkilemiş ve İslam dini gericileşirken, Müslüman toplumlar ve halklar da izleri günümüze kadar gelen bağnaz koyu karanlığı yırtamamışlardır.

İslam’ın gerileme-gericileşmesinin tek sorumlusu elbette Gazali değildir, dönemin siyasal-toplumsal olayları, İslam dünyasında mezhep ayrışma ve çatışmaları biçiminde açığa çıkan sınıf mücadeleleri, İslam devletleri arası çelişki ve çatışmalar vs. vb. belirleyici unsurlardır. İdeolojik cephede Gazali’nin oynadığı rol, siyasal olarak gelişmesi durmuş olan İslam devletlerinin ve İslam ulemasının bilim ve felsefeye düşmanlaştınlmasıdır. Halbuki ortaya çıkışından 7-11. yy. arasında İslam dini savaşlar, işgaller, fetih ve ilhaklarla genişler ve yayılırken; bilim ve felsefe alanında, devlet, siyaset, sosyoloji, astronomi alanlarında da İslamcı filozoflar ve bilim insanları yetişmiş ve önemli eserlere imza atmışlardır.

Osmanlı devleti ile yeniden yükselme dönemi yaşayan İslam, siyasal ve iktisadi açıdan görece bir atılım yaparken, İslami düşünce kelam ve fıkıh alanında bir yenilenme yaşayamamış, tefsirle sınırlı kalmıştır. Devlet, ulema sınıfını saraya bağlamış, bağımsız düşünce üretme kanallarını engellemiştir.

Osmanlı, ilk İslam devletleri olan Emevi, Abbasi, Selçukluların yıkılışı ile doğu ve güneyde; mezhep savaşları ile birbirini boğazlamakla meşgul Avrupa devletleri -özellikle Roma ve Bizans devletlerinin gerilemesi ile batıda genişleme-yayılma fırsatı yakaladı. Ancak bu aynı Osmanlı kuruluş, yükseliş ve gerileme dönemleri boyunca temel İslami düşüncelerden vazgeçmemiş, 11. yy.da başta Gazali tarafından yorumlanan haliyle Sünni İslam’ı olduğu gibi almış, oportünist ve pragmatist siyaset çizgisiyle de harmanlamıştır. Bilim ve felsefeye esas olarak ilgisiz kalmış, bugünkü Diyanetin Osmanlı devletindeki karşılığı olan Şeyhülislam kurumu, fetva vermediği alan ve konu üzerinde tartışma ve inceleme yapma girişimlerini zındıklıkla suçlayıp yasaklamıştır. Avrupa’da mezhep savaşlarına yol açan gelişmelere siyasal olarak yararlanma amacıyla ilgi duymuş, temeldeki sorunları anlama, inceleme, yorumlama çabasına girmeye gerek duymamıştır. Kanlı mezhep savaşları biçiminde Avrupa’yı kasıp kavuran boğazlaşmaların büyük toplumsal alt-üstlere yol açacağını anlama kabiliyetinden yoksun Osmanlı, fırsatı değerlendirmek maksadıyla sık sık Avrupa seferleri düzenlemişse de Viyana’dan ileriye gidememiştir. 14-15. yy.larda Avrupa’daki gelişmelerden fikren uzak kalmış, bilim ve felsefe, siyaset ve toplum, bilimsel teknolojik buluş, yenilik ve tüm tartışmalara kapısını kapatarak, gelişen-ilerleyen dünyadan kopmuştur.

7-11. yy.da İslam devletlerinin feodal yükselişi, yerini 14-15. yy.dan sonra kapitalist-Hıristiyan yükselişe bıraktı. Kıta Amerika’sının sömürgeleştirilmesi, Amerika’nın keşfi ve Hindistan’ın sömürgeleştirilmesiyle Avrupa’ya akan zenginlik, siyasal ve iktisadi yaşamı kökten değiştirecek dinamikleri biriktirdi ve tetikledi.

Egemen sınıflar arası ilişkiler-gerilimler giderek çatışmaya dönüştü. Soylular ve feodal aristokrasi yanında kiliseler, sahip oldukları geniş topraklar ve biriktirdikleri -yoksul köylülerden toplanan haraçlar, savaş ganimetinden payına düşenler ve neredeyse ülke büyüklüğünde arazilerden gelen rantservetleriyle iktidarların tartışılmaz ortaklarıydı. Köylülük ise bir yandan savaşlarla birbirlerini doğrayan ordulara insan kaynağı olarak, bir yandan derebeyler ve feodallerin zorbalıklarıyla kırılırken, bir yandan sefalet ve yoksullukla dayanılmaz koşullarda yaşıyor, sık sık ayaklanıyor; ama örgütsüz ve bilinçsiz ve kendiliğinden patlamalar biçiminde ayaklanmalar bazen on binlere ulaşsa ve birkaç ülkeye de yayılsa, soylular-feodaller-kilise ittifakı karşısında yenilgiden kurtulamıyordu. 15 ve 16. yüzyıllar, bu açıdan tüm Avrupa’ya yayılan bir ‘Köylüler Savaşı’ dönemini de ifade eder.

Kapitalist Avrupa ve "Protestan Ahlak"

Kapitalizm ile Protestan mezhep arasındaki ilişki, Avrupa’da siyasal ve iktisadi tabloda verili nesnel koşullarla açıklanabilir. Bir yanlış önkabulde olduğu gibi, kapitalizm Protestanlığı ya da Protestanlık kapitalizmi ortaya çıkarmamıştır. Bu önkabule bağlı olarak, kapitalizm ile Protestanlık arasındaki nedensel ilişkiden yola çıkarak Protestanlığın -Katolik mezhebine göre ilerici olduğu savı da indirgemeci ve yanlıştır.

A-Mistisizm ve Ahlak

Roma imparatorluğunun Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesi ile birlikte -4. Yüzyıl-kiliseler devlet sınırı tanımaksızın tüm Avrupa’ya yayıldılar. Siyasal ve mali açıdan tamamen özerk davranan kiliseler, tek merkeze -papalık/Roma-bağlıydılar. Hıristiyanlığın Avrupa’da yayılması sonrasında devletler, kilise cemaatleri haline gelen tebaaları üzerinde otorite kurmak için kilise ile ortak hareket etmek zorundaydılar. Siyasal iktidarla iç içe geçen kilise yönetimleri ve papalık, Ortaçağ boyunca Avrupa devletlerinin uyguladığı her politikanın onaylayıcısı, ele geçen servetin paydaşıydı. Siyaset ve iktisadi faaliyetle bu iç içelik, kiliseleri ‘Tanrısal Erdem’lerden uzaklaştırmış, ruhani işlevinden koparmış, iman ve ahiret işlerine yabancılaştırmış, tamamen dünyevi işlere yöneltmiş; dini işlemler, ritüeller, ibadet biçimleri, cenneti kazanma, günahlarından arınma vs. inançsal umut, talep ve beklentiler iman ve itikat sayesinde değil, para karşılığı ‘satın alınarak’ elde edilir hale gelmişti. Sonuç; korkunç bir çürüme ve yozlaşma, dinin ticarileşmesi ve dünyevileşmesiydi.

Martin Luther, bu koşullarda yerleşik kiliseye itiraz ederek öne çıktı. Temel itiraz noktası, tanrı ile birey arasına kilise/ruhban sınıfı bile olsa hiçbir kurum/kişinin girmemesi gerektiğiydi. Diğer yandan reformasyon hareketi, kilise otoritesinin yaşam üzerinden tümüyle kaldırılmasını değil, farklı biçimde ve anlamda değiştirilmesini içeriyordu. Dinde reform, o zamana kadar var olan biçimsel otorite yerine, özel ve toplumsal yaşamın bütün alanlarında hissedilecek ölçüde etkili olan bir otoriteye yer verilmesi anlamına geliyordu.

Toplumsal yaşam, ekonomik faaliyet, eğitim, disiplin ve otorite, değişim geçiren Avrupa toplumunun burjuva kapitalist gelişim sürecine uyum sağlamakla kalmıyor, katkı sunuyordu. Kilise otoritesinin katı disiplini, kapitalist girişimci iş disiplininin temelini oluşturuyordu. Protestan kiliselerinde eğitim almış insanların kapitalizmin ilk eğitimli işçileri olması ereksel değil, olgusal bir sonuçtu.

Katolik kilisesinin aşın dünyevileşmesi karşısında Protestanlık, dünyevi faaliyeti tanrıya hizmetin bir aracı olarak kabul ediyordu. Genel anlamda “iş” ve “çalışmak”, bireyin tanrı katında yansıyan ibadet ve sevgi anlayışıydı. Kilisenin bireysel kurtuluş için önerdiği içe dönme ve dünyevi yaşamdan uzaklaşma, Luther’e göre bireyin iç yalnızlaşmasına ve insan sevgisizliğine yol açıyor, bencilce bir kurtuluş ümidiyle kendini dünyevi ödevlerden uzak tutma anlamına geliyordu. Oysa “komşu sevgisi” ile bunun gerçekleşebilmesinin aracı olarak dünyevi bir “iş”le uğraşmak, “öteki için çalışmak”, sonuç olarak; “dünyevi ödevin yerine getirilmesinin tanrıyı hoşnut kılan tek yaşama biçimi olduğu ve tanrının dileğinin de ancak bu olduğu ve bu yüzden de onaylanmış her mesleğin tanrı katında aynı değere sahip olduğu”na inanılarak gereklerini yerine getirmek gerekirdi. (Weber)

Calvin ise bu görüşe karşı çıkar ve Protestanlığın Ortodoks** ve katı yorumuyla anılan Kalvinist düşünceyi oluşturur. “Tanrı insanlar için var olmamıştır, insanlar tanrının isteğiyle var olmuşlardır ve olan biten her şey, tanrı yüceliğinin kendi şanına ulaşma amacına araç olarak ancak anlam kazanabilir.” (Weber) O halde bireyin tek başına ebedi kurtuluşu diye bir şey mümkün değildir, zaten başaramaz, onun kurtuluşuna yardımcı olacak araçlar gereklidir, kaldı ki buna rağmen gerçek kurtuluşa kavuşup kavuşamayacakları da kesin değildir. Her şey “ilahi takdir” tarafından belirlenir. Dünyevi uğraşlarla dahi ebedi kurtuluşa erişilemeyebilir, zira tanrı, bir kısmının doğmadan önce alın yazısını belirlemiştir. “İnsanlar, ebediyetten belirlenmiş kaderlerini karşılamak için kendi yollarını tek başlarına kat etmek zorundaydılar.” Hiçbir vaiz ve kutsal ayin onlara yardım edemezdi. Luther’de “komşu sevgisi”nden türetilen dünyevi uğraşlar; meslek ve ona dayalı işbölümü vb. bu henüz kesinleşmemiş “saf yapısal bir düşünsel başlangıç”, Kalvinistlerin ahlak sistemlerinin belirgin bir özelliği haline gelmiştir. ‘"Komşu sevgisi’ yalnızca tanrının şanına hizmet etmek için kendini açığa çıkarır, yaratılmışlara hizmet etmez.” Böylece Luther’le temelleri atılan dini yaşam, mistik duygu kültürü Kalvinizmle ruhun kurtuluşunun dünya nimetlerinden uzaklaşarak kendini ilahi amaçlara adamada arayan münzeviliğe dönüşür. “Doğru inancın reform düşüncesinin hangi ürünleri ile tanınabileceği sorusunun yanıtı, tanrının şanını artırmaya hizmet eden Hristiyan’ın yaşam biçimi”dir.

Luther’in “inançlı Hristiyan’ı”, Kalvinistlerde “dünyevi meslek yaşamı içinde inancın ispatının gerekliliği” ile karşı karşıyadır. Farklı Protestan tarikatlarda ispat zorunluluğu, “iş uğraşı kendi başına, münzevice bir araçtı; tanrının seçilmişlerini işlerindeki başarılarına göre kutsadığı görüşü” ile karşılanıyordu.

İnançlı kilise ibadetinden çıkıyor, tüm dünyevi iş ve yaşam inanç sahası haline geliyor. Kilise otoritesi, yerini, tarikatların özgür boyun eğmeye dayanan ahlak yapısına bırakıyor.

Zenginlik ve zenginliğin elde edilme uğraşma ihtiyatla yaklaşılır, zira tehlike içerir; “tahrikleri sınırsızdır, tanrı zenginliğinin üstün önemi ile karşılaştırıldığında zenginlik peşinde koşmak sadece anlamsız değil, aynı zamanda ahlaki olarak da şüphe çekicidir.” Azizlerin zenginleşmesinde ise bir engel yoktur, aksine, “arzulanan bir ilerleme” olarak değerlendirilir; “seçilmişler’dir onlar. Ahlaki olarak itiraz noktası, “mülkiyetin sağladığı rahatlık, zenginliğin tembelliğe ve bedensel zevklere yol açan zevki, hepsinden önemlisi de ‘kutsal’ yaşamı elde etme uğraşısından ayırmaktadır.”

Tanrıya hizmet ve bu yolla inancın kanıtı, ebedi kurtuluş için dünyevi uğraş, insanın kısacık yaşamına sığdırılmak zorundadır. O yüzden “zamanı boşa harcama, bütün günahlar içinde ilk ve ilkece en ağır olanıdır. İnsanın kendi mesleğini ‘kesinleştireceği’ yaşam süreci çok kısa ve değerlidir. Toplumsal yaşam içinde zaman kaybı, ‘boş konuşma’, sağlık için yeterli olanından fazla uyku -6, en fazla 8 saat kadarahlaki açıdan mutlak olarak itiraz edilecek konulardır.” (Weber) “Zaman, sonsuz derece değerlidir, çünkü kaybedilen her saat, tanrının şanını artırma hizmetindeki çalışmadan çalınmıştır.”

“Meslek uğraşısı tanrı hizmetidir ve mesleki işlerde huzursuzluk, insanı tanrıdan uzaklaştırır. İnsanın komşusuna karşı bir sevgi hizmeti olarak meslek uğraşısı, tanrının şanına yönelik bir müteşekkirlik ödevidir ve bu yüzden de isteksizce ve can sıkıntısı içinde yapılması, tanrının hoşuna gitmez. Bir Hristiyan’m kendini ‘işinde dünyevi bir insan kadar çalışkan göstermesi’ gerekir.” (Lutherci anlayış, aktaran Weber)

B-Rasyonel Akıl

Kapitalizmin gelişme dönemleriyle eş zamanlı yayılan Protestanlık ile burjuva kapitalist sınıf arasında başlangıçta zorunlu, zamanla nesnel ilişki gelişmiştir. Feodal Avrupa’nın kapitalist “yeni” Avrupa’ya direnişinde feodalizmin kararlı ve tutarlı temsilcilerinden Ortaçağ kilisesi iktidardaki yerini ve ayrıcalıklarını korumak için feodallerle, yerleşik iktidarlar ve egemen sınıflarla birlikte hareket etmiştir. Protestanlık, Katolik kilisesi ile karşı karşıya geldiğinde, nesnel olarak kendisini kapitalizm ve kent burjuvazisinin saflarına yakın bulmuştur. Protestanlık-kapitalizm arasındaki nedensellik ilişkisi, bu nesnellik koşullarıyla ayıklanmalıdır.

Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu iş ve çalışma disiplini, eğitim, gönüllü boyun eğme, sadakat, işe bağlılık, kanaatkarlık vs. vb dolaylı sömürü kavramları, seferberlikten kurtulan kentlere akan işsiz, eğitimsiz, hoşnutsuz, yer yer isyankar köylü yığınlara bir “Protestan terbiyesi ve ahlakı” tarafından benimsetilebilirdi. Bu açıdan Protestanlık, burjuvaziye ihtiyaç duyduğu “kapitalist ahlakı” vaaz ederken, burjuvazi de Protestanlığı sahiplenmiş, Protestanlara kol-kanat germiştir.

Katolik-Protestan ayrışmasıyla papalıktan ayrılan Protestanlık, ulusal kiliselerin kurulmasına yol açtı. Kapitalizmin şafağı ve ulus devletlerin ortaya çıktığı tarihsel süreçle eş zamanlı olarak ulusal kiliselerin kurulması, yeni bir dönemin başlamasındaki rolü nedeniyle yükselen kent burjuvazisiyle Protestanların birlikte anılması, siyasal-ekonomik-toplumsal çıkar birliğini de yansıtır.

Kapitalizmin Protestanlık ilişkisinde nedensel bağ kurma hatası, Katolik Avrupa’yı açıklamamızı zorlaştırır. Çünkü kapitalizm, başlangıçta daha yaygın biçimde Protestan toplum/topluluk içinde egemen hale gelmiştir, ama bu kategorizasyonun kesin çizgileri çizilemez. Aynı dönemde kapitalizm, Katolik-Protestan ayrımı yapmaksızın tüm Avrupa’da egemen hale gelmiştir. Katolik kilisesinin kent burjuvazisine ve kapitalizme ilk dönem karşı çıkışının tek ve kesin nedeni, egemen sınıf olma ve bu ayrıcalıklarını kaybetme tehlikesinden dolayıdır. Kapitalizm yayılıp geliştikçe, din ve kilise ile çatışma değil, uzlaşma ve ortak hareket etmeyi tercih etmiştir.

Feodal Avrupa doğuya haçlı seferleri düzenlerken işgal, fetih ve ilhak savaşlarında Hıristiyanlığın yayılması amacına nasıl sarıldıysa, Amerika kıtasının keşfi ve talanında, Afrika kıtası ve Hindistan’ın sömürgeleştirilmesinde de kapitalist Avrupa aynı gerekçeye başvurdu: Barbar ve geri kalmış toplumların Hristiyan medeniyeti ile uygarlaştırılması...

Aradan geçen yaklaşık beş yüz yıla karşın gerekçe yine aynıdır: Bu sefer de emperyalizm, Müslüman halkları kendi diktatörlüklerinden kurtararak demokratikleştirme savaşı yürütüyor, medeniyetler savaşının asıl anlamı değişmemiştir; Hristiyan-batı emperyalist-kapitalist uygarlığı, Müslüman-doğu despotizmine karşı!... Gerçeğin adı ise klasik sömürgecilik ve kolonizasyon, yeni sömürgecilik ve himayeci sömürgecilik!

İslam İktisadı ve Osmanlı ile Evrimi

İslam dini, içinde doğduğu Arap kabilelerinin sosyal ve ekonomik yaşamı, kültür ve gelenekleri tarafından şekillenmiştir. Peygamber Muhammed, mensubu olduğu kabile, yakın dost ve akrabaları dönemin en büyük kervanlarına sahip tacirlerdi. Doğuş itibarıyla İslam dini, ticareti ibadetin bir biçimi olarak önermiş, çeşitli ayetlerle yaklaşımını kesinleştirmiştir. Zenginlik, mal varlığı edinme uğraşı hiçbir dönem eleştirilmemiş, ancak ahlaki vaazlarla bu zenginlikten zekat yoluyla yoksullara pay verilmesi farz kılınmıştır.

İslam’ın devletleşmesiyle birlikte sömürü ve yağma savaşları, İslam’ı yayma anlamına gelen cihat savaşlarıyla meşrulaştırılmıştır. Müslüman olmayan halkların mal-mülk ve namusları helal kılınmış, gayrimüslim halkların mallarına savaş ganimeti olarak el konulmuş ve cihat askerlerine pay edilmiştir. Bu gelenek Emevilerden Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlılara dek süregelmiştir. Hristiyan Avrupa örneğinde de olduğu gibi, sınıflı toplumlarla birlikte egemenlerin temel gelir kaynağı ulus, din ve coğrafya farkı olmaksızın farklı gerekçelerle açıklanmakla birlikte hep aynı olmuştur: Yağma ve talan savaşları, ilhak ve işgaller, zorunlu vergiler ve haraca bağlamalar, köle ticareti... Romalılardan Perslere, Emevilerden Selçuklulara, Moğollardan Osmanlılara, Haçlılardan İslam ordularına “gelenek” aynıdır. Tarımsal üretime dayalı kazancın kaynağı da özgür köylüler ve serflerin rant yoluyla soyulmasından oluşur. Ticaret ise tüm bu ekonomik faaliyetler (!) içinde tali kalır.

Osmanlının kuruluşu; Arap, Fars ve Anadolu topraklarında İslam’ın 10-11. yy.daki gerileyişi/gericileşmesiyle birlikte muhalif mezheplerin yaygınlaştığı ve mezhep bölünmeleri biçiminde gerçekleşen sınıfsal ayrışmaların tarikat ve cemaat biçiminde örgütlendikleri döneme denk gelir. Peygamber Muhammed’in ölümünden sonra başlayan İslam içi tartışma ve ayrışmalar, esasında hiçbir zaman sonlanmamıştır.

7-10. yy.lar arası dönem İslam devletlerini en çok meşgul eden sorunlar, muhalif mezheplerdi.

Burada bir parantez açıp, dönemin genel görünümüyle ilgili bazı şeylerin altını çizelim.

Mısır’da kurulan Fatimi Devleti, Arap Yanmadası’na yayılmış halde yaşayan ekonomik-siyasal topluluk Karmatiler, Iran-Afganistan arasında üslenen ve kısa bir devletleşme süreci de yaşayan Hasan Sabbah hareketi ve tüm İslam coğrafyasında yaygın halde varlığını sürdüren ve etkili olan Ismaililik, Haricilik gibi “Batıni Mezhepler”*** en önemlileri olarak sayılmalıdır. Şii hareketinin Kufeli tüccarlara dayanan ekonomik temellerinin kökeni peygamber Muhammed’in ölümüne kadar uzanır. İlk halifenin seçimi en büyük ve en zengin iki kabile arasında iktidarın paylaşımına göre yapılmıştır. Ekonomik ve siyasi olarak güçlü olan Kureyşlerin bir de dini otorite kurumunu temsil etmelerini başta Mervanlar gelmek üzere diğer kabileler onaylamaz, bu yüzden Ali ilk halifelerden olamaz. Ebubekir ve Ömer dengecidirler; Osman, Mervan kabilesinin önde gelenlerindendir. Her halife seçiminde Ali’nin halifeliği sorun yaratır. Üçüncü halife seçiminde halifeliğin Marvanlarda olmasıyla Kureyşlerle dengenin sağlanacağı fikri İslami önderlerce de benimsenince Ali, -tehdit edilerek ve bir ölçüde zor da kullanılarakyine halife yapılmaz. İlk İslam devleti Emeviler, halifeliği alan Mervanlara dayanır. Görüldüğü gibi, “Ehlibeyt Davası’nm derinliklerine bakıldığında siyasi dengeler ve ekonomik çıkar ilişkilerinin gözetildiği seçim sistemine bağlıdır, Alevilerin tarihsel haksızlık iddiaları.

Hasan Sabbah hareketinin yoksul halka dayandığı, dini, sosyolojik bir olgu olarak kavradığı, bu yanıyla Hasan Sabbah’m tarihinin ilerisinde bir düşünce yapısına sahip olduğu, ortaklaşmacı-paylaşımcı bir toplumsal ilişki biçimini savunduğu; Karmatilerin komünal bir yaşam sürdükleri, herşeyin ama herşeyin paylaşıldığı -kadınlar, çocuklar gibi bir ekonomik-siyasi sisteme sahip oldukları genel olarak bilinmektedir. İslamcı devletler (EmeviAbbasi) ve İslam’ı kabul eden devletler (Selçuklu) zayıflayıp yıkıldığında, egemen İslam mezhepleri de gerilemiştir.

Osmanlının kuruluşu ve hızla yükselişe geçişiyle Sünni İslam da yükselişe geçmiş, ama muhalif mezheplerin yükselen faaliyetleri bastırılamamıştır. 15-16. yy.da Avrupa’da yaşanan “Köylüler Savaşı’nın benzerleri; Anadolu topraklarında Celali İsyanları, Pir Sultan Abdal’ın ayaklanması, Şeyh Bedrettin hareketi gibi en ünlülerinin yanında irili ufaklı halk ayaklanmaları çoğu zaman mezhep ayrımcılığı nedeniyle, gerçekte ise ezilen, soyulan yoksul halkın zulme, soyguna, adaletsizliğe isyan etmesidir. Osmanlının Anadolu Alevilerine karşı uyguladığı toplu kıyımlar ve Şah İsmail’e açtığı savaş da, Sünni ve Şii-Alevi savaşı biçiminde yaşanmıştır.

Feodal ilhakçı Osmanlı devletinde İslam’ı kabul eden devşirmelerin dışında gayrimüslimlere devlet yönetiminde görev verilmezdi. (Genel bir uygulama haline gelen bürokratik dışlama geleneği, Yahudilerin Babil’den sürülmelerine kadar uzanır). Siyaset dışı tutulan gayrimüslimler ticaret ve zanaata yönelmiş, zamanla tam bir işbölümüne dönüşmüş, saray mensupları ticaretle uğraşmayı aşağı sınıfların işi olarak görüp küçümsemişlerdir. Ticarette gayrimüslim tebaa ağırlığını koymuş, zanaatta ise özellikle Anadolu’da Müslüman yoksul halk bir arada yaşadığı gayrimüslimlerle birlikte faaliyet yürütmüştür.

Meslek dayanışması, zanaatlar ve esnaf ahlakı, iş disiplininin yerleşmesi, geleneklerin gelecek kuşaklara aktarılması vb. amaçlarla Ahi Ocakları ile Müslüman küçük esnaf ve zanaatkarlar örgütü, yarı meslek-yan din örgütleri olarak kurulmuşlardır.

Avrupa’da başlayan aydınlanma ve modernizm, duraklama ve gerileme sürecine giren Osmanlıda bir yandan basınç oluştururken, beraberinde yeni arayışları da başlattı.

Ticaretin ve üretimin önemini gören Osmanlı, Tanzimat döneminde sarayda ileri gelenlerin ticaretle uğraşmalarım dillendirmeye başladı. “Müslüman ricali teşvikle ticarete yöneltemeyince, sonunda herkese işyeri açma mecburiyeti getirdi.

Ama bundan son derece rahatsız olan ve ‘Kılıcı bırakıp paşa üniformasıyla bezirganlık mı yapacağız’ diyen yönetici sınıf, kendisine parayla gayrimüslim vekiller tutup resmiyette adlarına görünen, ama Hristiyan vekilleri tarafından işletilen dükkanlar açtılar.” (Avni Özgürel, Radikal)

Osmanlının 19. yy. itibarıyla gerileme dönemi savaş, ilhak, vergi, haraç yoluyla gelir elde etme dönemi noktalanmış, süreç tersine dönmüş, savaşlarda toprak kayıplarıyla bir de ağır tazminat ödeme yükümlülükleri, Osmanlıyı Avrupalı kapitalist devletlerin ekonomik bağımlılığı altına sokmuştur.

İkinci meşrutiyetle birlikte Müslüman-Türk unsur ticarete daha fazla atılmaya başlamış, ticaret ve sanatın dine ters düşmediği yolunda fetvalar verilmiş, ‘fukaralık küfre yakın bir şeydir’, ‘kazanan Allah’ın sevgilisidir’ gibi hadislerle Müslüman, servet edinmeye özendirilmiştir. Bu arada İstanbul’da bir İslam Ticaret Cemiyeti de kurulmuştur.

Her tarafta yeni açılmış Müslüman dükkanları, mağazalar görülüyor, yeni yeni Müslüman şirketler doğuyordu. Müslüman halk bu dükkanlardan, bu şirketlerden alışverişe teşvik ediliyor, bunun ‘milli himaye’ gereği olduğu söyleniyordu. “Milli himaye odur ki, ahali kendi milletinden olmayandan alışveriş etmez.” Bunların yanında yerel ittihatçı örgütlerce gayrimüslimlere karşı boykot kampanyaları da ihmal edilmez.

Ticareti elinde tutan ve güçlü ticari sermaye birikimine sahip Osmanlı tebaası gayrimüslimler, Avrupa kapitalizminin çizgisinde ilerlemek istiyorlardı. Bu bir niyet değil, iktisadi zorunluluktu. Ama Osmanlılık kimliğinin itibar kaybettiği koşullarda Türk kimliğini öne süren ve Türk milliyetçiliği ve yer yer Türk ırkçılığına varan yeni akım, bu iktisadi zorunluluğu vatan satma-vatana ihanet-arkadan vurma hezeyanıyla karşıladı.

19.ve 20. yy.a kadar İslam devleti olarak Osmanlıda adeta gelenekselleşen mezhep ayrımcılığına dayalı sınıf mücadelesi ve kutuplaşma, 20. yy başlarından itibaren Türk-Müslüman ve Yahudi-Ermeni-Rum gayrimüslim kutuplaşmasına dönüştü.

Kapitalizmin Geç Döneminde İslami Sermayenin Yükselişi

20.yy.da Osmanlının son yılları, yeni Türk devletinin kuruluşu ve 20. yy ortalarına kadarki süreç, Müslüman-Türk kimliği ve ideolojisiyle ve gayrimüslim mal varlığına el koyma, yasal-yasadışı yollardan servetin el değiştirmesi süreci biçiminde gelişmiştir. (Buna sermayenin Türkleştirilmesi diyebiliriz). Genç Türk burjuvazisinin ilk sermaye birikiminin bir kaynağı devlet kredileri ve teşvikleriyken, daha ucuza mal olan gayrimüslim sermayesinin yıldırma-kaçırtma-vergilendirme yoluyla Türk burjuvazisine aktarılma biçimi, sermaye birikiminin önemli bölümünü oluşturur.

Laisizmi oportünist tarzda uygulayan Türk devleti, egemen sermaye sınıfı olarak da laik burjuvaziyle çıkar birliği yapmıştır. Kuruluşundan itibaren İslami ideallere sahip kesimlerin sermaye birikimine dolaysız iradi bir katkısı olmamıştır.

20. yy.ın son on yıllarına gelindiğinde İslami sermaye Anadolu’ya yayılmış, kendi içinde dayanışma temelinde görece esnek örgütlülüğü de olan, ağırlığı ticaret burjuvazisi ve küçük ve orta işletme düzeyinde faaliyet yürüten kesim durumundadır. (ABD’nin 1950’ler sonrası anti-Sovyet paktı biçiminde oluşturduğu, tüm bölgeyi kapsayan ‘yeşil kuşak’ politikasından Türkiye’deki İslami sermaye ekonomik-sınıfsal açıdan yararlandırılmıştır).

1990’ların başından itibaren Anadolu Kaplanları olarak tanımlanan bu kesim, 12 Eylül sonrası Özalist politikalar sayesinde palazlandı ve sermayesini büyüttü.

Kapitalizmin ilk dönemlerinde Avrupa’daki (ve devamında Amerika’da) mezhep ve tarikat dayanışması, Türk İslami sermayesi içinde de aynen uygulanmıştır. Kendi kilisesine üye olan esnaftan alışveriş yapmak, kendi mezhep ve tarikatına mensup işadamlarıyla ortaklık vs. vb. ilişki, kilisenin onayı ve verdiği referansla ekonomik faaliyetin önünün açılması, Protestan ahlakı-kapitalist ruh ve ekonomik rasyonalizmin sosyo-ekonomik temelde kaynaşmasını ifade eder.

Anadolu’daki –İslami- ticaret burjuvazisi ve küçük-orta işletmelerde de benzer yol izlemişlerdir. En yaygın ve ekonomik açıdan en güçlü olan Nurcular, aralarında kurdukları esnek ve dayanışmacı örgütlenmelerle mevcut durumda ülke dışında da yatırımları olan sanayide, hammadde üretiminde, montajcılıkta; inşaat, tekstil-konfeksiyon ve gıda sektöründe, yayıncılıkta; ev tekstili, mobilya ve mutfak malzemeleri üretiminde, özel sağlık ve eğitim kurumlan işletmeciliğinde önemli pay sahibi durumundadırlar. Keza Nakşibendi tarikatı mensupları için de aynı olgu geçerlidir. Tarikat bölünmeleri, kopmalar, küçülmeler vs. sonuç itibarıyla temel yaklaşımları değiştirmez. Dolayısıyla geniş gövdeli ve büyük sermaye sahibi olanlarla birlikte irili ufaklı, yaygın küçük tarikatlar ve onlara bağlı sermaye sahipleri de önemli bir toplamı oluştururlar.

Bugün farklı sektörlerde işletme biçiminde faaliyet yürüten İslam! holding ve şirketlerin kökeni ticaret burjuvazisine, esas itibarıyla küçük ve orta işletmelere dayanmaktadır. İslami ticaret burjuvaziliğinden endüstriyel burjuva kapitalizmine geçişte üretimin örgütlenmesi “işi”, yeni bir anlayış ve kültürü gerektirir. Bu geçişte öncü olanlar geleneksel tüccarlar değil, sınıf atlayan “sonradan görmeler” denilebilecek yeni girişimci kapitalistlerdir. Buna “girişimci ruh” da denilebilir. Tüccar ahlakı-kültürü girişimci değil, gelenekçidir. (Refah Partisi’ndeki ayrışma ve AKP’nin ortaya çıkışı, Anadolu Kaplanlarının ticaret burjuvazisi ve sanayi burjuvazisi biçimindeki ayrışmasının siyasal izdüşümüdür. Anadolu’da yaygın İslami küçük ve orta işletmelerden palazlanan kesimler de bu ayrışmada sınıf çıkarlarına uygun olarak AKP çizgisini benimsemişlerdir).

Burjuvazinin bu yeni temsilcileri çeşitli ortaklıklar, kar payı verme vaatleri, muhafazakar-sağ hükümetlerden aldıkları ucuz kredi ve teşvikler, pahalı ihaleler, Avrupa’daki Müslüman göçmen işçilerden toplanan paralar vb. ile kısa sürede sınıf atlamış, yukarıda sıraladığımız sektörlerde faaliyet yürütür duruma gelmişlerdir.

Faizsiz bankacılık söylemiyle faiz değil, kar payı dağıtma iddiasıyla kurulan “banka olmayan bankalar”la İslami gruplar, hammadde ve yatırımlar için finans kaynakları oluşturmuşlardır. Dolayısıyla banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesi demek olan –İslami-mali sermayeden söz etmek mümkündür. Zira Islami sermayenin büyüyen kesimleri, iştirakleri arasında bu tür finans kuramlarını da bulundurmaktadırlar. (Örneğin; Anadolu Finans adlı ‘bankacılık” kuruluşu, istikbal Mobilya ve HES Hacılar Elektrik Sanayi Kablo’nun da sahibi olan Boydak Holding tarafından 1991’de kurulmuştur).

TÜSİAD, İstanbul merkez olmak üzere Marmaralı sanayicilerin örgütü olarak tanımlanırken, Müslüman-İslamcı MÜSİAD için Anadolu kapitalistlerinin örgütü denilmesi bir gerçeği de ifade etmektedir. Türkiye’deki en büyük 500 şirketin dokuz tanesi sadece Kayseri-Hacılar merkezlidir.

İslami kesimde öne çıkan bu kapitalist işletmelerin ekonomik faaliyetlerinde rasyonalite ile imanahiret inanışına dayalı yaşam nasıl yan yana geliyor? “İslami Kalvinizm”, “Protestan ahlakı” kavramları, çelişkili görünen bu durumun izahına karşılaştırma yoluyla açıklama getiriyor.

“insanın kurtuluşu, gelip geçici olan dünyadan el etek çekmesi, içe yönelmesi, ahlaksal bir yaşam sürmesi ve şeriata itaat etmesiyle olasıdır. Sıradan insanların bu kurtuluşu kendiliklerinden başarmaları olanaksızdır; bu yüzden onlar peygamberlere ve onların yolunu takip eden velilere tabi olmalıdırlar.” (Gazali)

Yaşadığı dönem itibarıyla Lutherce ve Kalvinci düşünceye ön gelecek bu Gazali düşüncesi, Protestan kültürü ile İslam kültürü arasında mükemmel bir uyumu yansıtıyor. Püriten mezheplerde öne sürülen asketik**** yaşamın İslam’daki karşılığı, münzevi-çilekeş yaşamdır. Dünyevi yaşam lüks ve zevk için değildir. Kalvinciler için tanrıya inancın ispatlanması, sofu-münzevi İslamcılar için insanın sınanmasıdır. israf haramdır, her iki dinde de tutumluluk-tasarruf esastır. Kalvinizmde iş-meslek-dünyevi uğraş, tanrıya hizmet amacına dönüktür. İslam’da çalışmak ibadettir ve her iki din mensubu da çalışkandır. Dürüstlük, ortak özelliktir. Dürüst insanın topumda itibarı yüksektir. Kapitalizmde itibar, kredi demektir; dürüst insan kolay kredi bulur.

Protestan mezhebinde Luthercilik, Kalvincilik vb; Sünni İslam’da Nurculuk, Nakşibendilik vb. açık ki yalnız sermaye sahibi kapitalist girişimcinin değil, kapitalizmin mezar kazıyıcısı işçilerin (emekçilerin ve tüm halkın) toplumsal yaşamda kültür, ahlak ve temel davranış biçimlerini de kapsıyor ve sınıfsal farklılıkları ve sınıf çıkarlarını gizleyen ideolojik örtü işlevi de oynuyor.

Organize sanayi ve bölgesel sanayi merkezlerinin Anadolu kapitalistlerinin gelişmesindeki önemi tartışılmazdır. Sabit sermaye yatırımı bakımından avantajlar (fabrika arazisi ve binaları, enerji nakil hatları ve kurulumlar, atık madde depoları ve çevre düzenleme), ücretli emeğin kullanım avantajları (düşük ücret, sendikasız-örgütsüz işçi), hammadde ve işletme giderleri için finansman (kredi, teşvik, ucuz enerji) avantajları yanında sanayi merkezlerinin yerel karakteri bir aidiyet ve sahiplenme duygusu yaratıyor. “Sanayi havzası kavramı, içinde bulunan iş sistemlerinin, kültürel değerin, sosyal yapının ve yerel kuramların birbirleriyle temas içinde güçlendirdiği bir yeri tanımlıyor.” (Avrupa istikrar Girişimi Raporu). Paylaşılan değerlerin “kendine yardıma dayanan bir yaşam etiği, girişimcilik ve aidiyet hissi; sanayi atmosferinin yarattığı tabandan yayılan düzenli yenilikler serisi; firmalar arasındaki işgücü hareketliliğinden kaynaklı bir sinerji kültürü” yarattığı savunuluyor. (a-g-y)

Son yirmi yıla bakıldığında Türkiye’de sermaye yatırım alanlarının coğrafi bir yayılım gösterdiği anlaşılır.

Belli başlı sanayi kentleri ve havzalarında yoğunlaşan üretim faaliyeti, rasyonel ekonomik avantajlar ve toplumsal-kültürel dokuyu gözeten strateji gereği Anadolu’ya yayıldı. Ancak biz esas olarak bu kesimi ele almıyoruz. Fabrika taşıma, üretim sahasını değiştirme, sermaye nakli anlamına gelen yayılma türü ayrı bir yazı konusu olmalıdır. Zira örneğin; Uşak ve Denizli, Tekirdağ ve Edirne’de Çorlu-Lüleburgaz-Çerkezköy sanayi havzaları bu kategoriye girer. Kayseri-Çorum-Adıyaman-K.Maraş-Konya-Niğde ise yerel bölgesel sermaye yatırım düzeyleriyle diğerlerinden ayrılmaktadır. İkinci kategori olarak sıraladığımız kentler, aynı zamanda yazımıza konu olan İslami Kalvinizm tartışmasının çıktığı, milliyetçiliğin güçlü olduğu, sağ partilerin oy deposu ve İslami muhafazakar yaşam tarzı ile bilinen kentlerdir.

Kapitalist üretim ve sermaye yatırımının iki farklı yoldan da olsa Anadolu’ya belirgin yayılımı, bir dizi gelişmeyi beraberinde getirecektir. Öncelikle mevcut kültürel doku değişecek, işçileşme bilinci ve işçi kuşağı oluşacak. Geleneksel kültür, toplumsal ilişkiler, sınıfsal yapı değişim geçirecek. Sürecin beklenmesi gereken kaçınılmaz nesnel sonuçlarıdır bunlar. Türkiye devrimci hareketinin, özellikle işçi sınıfı mücadelesine ilgili-duyarlı olanların daha yakından izlemesi gereken bu tablo, ne yazık ki halen ihmal edilmektedir. (Yine bu tablodan çıkarılması gereken bir sonuç var ki; feodal, yarı-feodal tespitlerini katır sayısına dayandıran anlayışları ilgilendiriyor. Kuzey Kürdistan’ın belli bölgelerini de kapsayan bu değişime gözünün yanında aklını ve bilincini de kapamayı daha ne kadar sürdürecekler ve hayatın gerçeklerine ayak direyecekler merak konusudur... )

AB-Türkiye-İslam

AB tartışmalarında yeniden gündemleşen İslam’da reform ve modernizm sorunları, tarafların ilişkilenme biçim ve amaçlarını da ortaya koyuyor. Ortaçağ kalıntısı toplumsal yapı, kültürel doku ve daha önemlisi kapitalist-emperyalist kampa iktisadi uyum ve entegrasyon kaygısının bir yanı, Türkiye’nin iktisadi düzeyi ve toplumsal yaşamına yabancılık, önyargı ve bilgisizlikle ilgilidir. Bir yanı ise Avrupa kamuoyunun Türkiye’den duyduğu kaygıyı abartarak AB emperyalistlerinin entegrasyon ve uyum adına baskıyı artırma amacına dönüktür.

Modernizm ile İslam uyum gösterebilir mi? Hristiyan AB ile Müslüman Türkiye birlik içinde yan yana durabilir mi? Kapitalist iktisadi yapı ile İslam’ın ekonomik faaliyete bakışı arasında çelişki-çatışma yaşanır mı? AB, Avrupa İstikrar Girişimi (ESI) adlı yan kuruluşuyla bu sorulan yanıtlamaya çalışıyor, rapor ve incelemeleriyle Türkiye’nin iktisadi-toplumsal-kültürel yaşamını fotoğraflayıp Avrupa’nın belli başlı sermayedarlarına tanıtıyorlar. Aynı zamanda Türkiye’ye ödevlerini de hatırlatıyorlar.

ESI’nin yaptığı incelemeler ve hazırladığı rapora göre ele alman örnekler, “ekonomik kalkınmanın ve modern dünyanın değerlerinin İslam ile bütünleşebileceğini ortaya koyuyor.” “Ekonomik başarı ve toplumsal gelişmenin, İslam ve modernliğin sorunsuz biçimde birlikte yaşadığı bir ortam oluşturduğu ortada.” Bu ortamı sağlayan sihirli kavram; İslami Kalvinizm. AB’ye girmeye çalışan Türkiye’nin Avrupa’nın bildiği “değerlerle şekillenen bir Anadolu” olduğu, raporun müjdeli haberi! Rapor, “çekinecek, kaygılanacak bir şey yok, bu sizin sandığınız, Batı ile çatışan bir Anadolu değil” demek istiyor. Asıl sorun, radikal ya da liberal olup olmaması değil, Batı sistemiyle uyumlu bir İslami anlayış olmasıdır.

İstanbul’un batıya dönük yüzü Avrupa emperyalizmini ikna etmeye yetmiyor, “daha az gelişmiş, yoksul ve değerleri açısından Avrupalı olmadığı düşünülen Türkiye’nin iç bölgeleri arasındaki tezat” düşündürüyor. Tartışma, İslam kavram ve kültürünün toplumsal yapıdaki etkisinin reforme edilmesi üzerinden yürüyor olsa bile bunun Türkiye halklarının ulusal değerlere bağlılık, geleneksel kültürel yapısı, kır yaşamının baskın rolü, küçük tarım ekonomisine dayalı iktisadi yaşamı vs. vb. durumun kamufle edilmek istendiğini saklayamıyor. Başta Kayseri olmak üzere Orta Anadolu’da birkaç bölgede yapılan sondajlarla hazırlanan rapor, sanayi kentlerinin dışında tüm Anadolu coğrafyasının Batılı değerlere teslim olmasının temel parametrelerini içeriyor.

İki Türkiye var ortada; Batı değerlerini benimsemiş, Batılı yaşam sürdüren, Batı ile entegrasyona hazır bir Türkiye. Bir de “diğer Türkiye!” Orta Anadolu, bu diğer Türkiye’nin merkezi olarak kabul ediliyor: “Tarım, hayvancılık ve el dokumasına odaklanmış köy hayatının değişmeyen temposunda derinlere kök salmış erkek egemen bir İslam kültürü.” Bu algılamanın önyargılı olduğu, değişen Türkiye’nin gerçek yüzünü tarif etmediğini kanıtlama çabasında rapor.

Türkiye tarımının gelecek on yıl içerisinde aşamalı ama sert tedbirlerle nasıl tasfiye edilmesi gerektiği, AB ile “müzakerelerde” bu gündemin çok “sıkıntılı” geçeceği sık sık dile getirildiğine göre, Avrupa emperyalistlerinin Türkiye’yi hangi açılardan Avrupa sistemine kayıtsız-koşulsuz ve engelsiz eklemlemek istedikleri açıkça anlaşılıyor. AB’nin bir üst yapı kurumu olarak din sorunu ile bu derece ilgileniyor oluşu, Türkiye toplumunu hor gören kibirliliğinin de bir yansıması. İngilizler Hindistan’ı, Fransızlar Kuzey Afrika’yı, Amerikalılar kıta yerlilerini uygarlaştırdılar ve ileri Batı değerleriyle tanıştırdılar, siyasal-ekonomik geri kalmışlıktan kurtardılar, demokrasi ve refaha kavuşturdular ya!... Halen ABD ve İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’yu despot tiranlardan kurtarıp demokratikleştiriyor, bugüne kadarki geri kalmışlığın sebebi İslam’la dünya çapında hesaplaşıyorlar ya!... Avrupa, ekonomik toplumsal dönüşümünü Protestan-Kalvinist ahlakı ile başardı ya!... Türkiye ve Anadolu’da da bu değişimin öncülüğünü üslenen İslamcı Kalvinistler var işte; yeni yetme İslami kimlikli, iştahlı ve hevesli İslamcı kapitalistler bir ellerinde Kuran, bir ellerinde çek defteri-hisse senedi-kredi-teşvik-fabrika tapusu ile kalplerinde idealist mistisizm, beyinlerinde ekonomik rasyonalizm ile Brüksel kapılarına “dayandılar!”

Protestan ahlakı -kapitalist ruh İslamcı Kalvinizm: Ahirette yan yana gelmesi mümkün değil belki ama, işte dünyada yan yana-el ele-omuz omuza; İslam ve Hristiyanlık!...

* Seferilik: Peygamberin yaşadığı döneme tanık olan ve sahabe olarak nitelenenlerce geliştirilen Kuran’ın ve peygamberin uygulamalarının yeterli olduğuna inanan ve peygamberin kurduğu düzenin bozulmasını istemeyen, düşünsel alanda her yeniliğe karşı çıkan bir hareket.

** Ortodoks: Burada kastedilen, Roma’nın Doğu ve Batı Roma imparatorluğu biçiminde ikiye bölünmesiyle ayrışan ve zamanla Slav halklarının, Rum ve Ermenilerin mezhebi haline gelen Hristiyanlıgm Ortodoks mezhebi değildir.

*** Batınilik: Egemen-ana akım İslam’dan ayrılıp, farklı mezheplerde örgütlenerek kendilerine yeni yollar arayan ara fslami akımlar için kullanılan, İslam’ın esaslarından ayrılmış, sapmış, fslam-dışı görülüp, katli vacip kabul edilen tüm mezheplerin ortak adlandırılması.

**** Asketik/asketizm: Dinde, ruhun kurtuluşu, dünya nimetlerinden uzaklaşarak kendini ilahi amaçlara vakfederek arayan görüş, münzevilik.

Kaynaklar:

Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu Bilim ve Gelecek, s. 22, Aralık 2005 Avrupa istikrar Girişimi (ESI) Raporu Avni Özgürel, Radikal

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi