‘Emeğin Avrupa’sı’ İçin AB’yi Reddedebilmek...

‘AB’ye üyelik’, bir süredir Türkiye iç ve dış poli­tikasının en önemli gündem maddelerinden biri. Özellikle 17 Aralık 2004’ten sonra egemen sınıflar için her yol AB’ye çıkıyor, her tartışma AB’de dü­ğümleniyor dense abartı olmaz. ‘AB’ye üyelik’, kuş­kusuz Türkiye için yeni bir gündem ve tartışma de­ğil. Ancak açık ki, mazisi onyıllar öncesine uzanan bu tartışmada 17 Aralık, yeni bir dönemeç oldu. 17 Aralıkla birlikte, ‘AB’ye üyelik’, Türkiye için bir ni­yet beyanı olmaktan çıktı, olmakta olan bir durum olarak karşısına dikildi.

Bu yüzden, siyasi yelpaze­nin, varlıklarını ve gelecek misyonlarını olumlu ya da olumsuz anlamda AB süreciyle doğrudan ilintili kabul eden tüm öbekleri, kendilerini yeniden ta­nımlama ihtiyacı hissetti. Bu çerçeve içinde sağcı­sından ‘sol’cusuna, liberalinden devletçisine, faşis­tinden ‘sosyalist’ine kadar hepsi, yeniden saf tut­mak ya da en azından eski duruşunu yeniden açık­lamak zorunda kaldı.

“Değişimci”’liğin öncüsü liberaller, müzakere tarihini “Yeni hayat” manşetleri ile selamladılar bu yüzden. Statükocuların ele başlan ise, müzakere ta­rihinde ikinci Sevr’i görüp dehşete kapıldılar ve yi­ne ‘bağımsızlık elden gidiyor’ masalına sarıldılar. Bu saflaşmanın dışında kalan Marksist Leninist ko­münistler ve diğer devrimci ve ilerici demokrat ko­numdaki antiemperyalistler ise, ısrarla AB’nin te­kelci emperyalist bir birlik olduğu gerçeğinin altını çizdiler, üyelik sürecinin emekçiler için bir umut ve çözüm olmayacağını söylediler.

Bu odaklaşma zemininde AB karşısındaki ana eğilimler şöyle şekillendi: ulusalcı yandaşlık, ulu­salcı karşıtlık, antiemperyalist karşıtlık.

Bu üç tutumun dışındaki tüm irade beyanları, ister istemez nüans düzeyinde farklılıklar olarak kaldıkları ve kalacakları için, bu üç gruptan birine kolayca dahil edilebilirler.

Ulusalcı yandaşlık, “Türkiye’nin çıkarları ve de­mokratikleşmenin bir gereği olarak” AB’ye üyeliğini savunuyor. İçinde “sol” ve “sağ” alt-gruplaşmalar olsa da bu eğilim, kolay yoldan AB liginde top koş­turma heveslilerinden meydana geliyor. Takım kaptanları, sermaye oligarşi­si. Öyle çok zora gelme taraf­tarı değil ulusalcı yandaşlar, demokratikleşmenin sancıla­rını gözleri pek tutmuyor, it­hal demokrasiye güveniyor­lar. Bu nedenle “demokratik­leşme” için AB’nin Türkiye’ye müsamaha göstermesini isti­yor, “Hele bir AB’ye girelim, nasıl olsa değişiriz” havalarındalar.

Bu gruba dahil olan sol-liberaller, ki yazımızın asıl muhatabı da onlardır, emek­çilere güven yitimi içinde olduklarından, faşizmi ehlileş­tirmesi için AB’ye dua ediyor­lar. Bazıları, açıktan ‘Evetçi’ şeklinde bir tutum içindey­ken, bazıları ise o kadar bile dürüst değil. ‘Emeğin Avru­pa’sı’ masalına sarılmış ‘Havet’ diyorlar. Sanki böyle bir şey mümkünmüş. Faşizmden çok çekmişler, artık bir Avrupa seyahatini hak ettiklerini düşünüyorlar. Siniktirler, güvensizdirler, iktidarsızdırlar... Güç­süzlüklerini yüzlerine vuran ve eleştiren antiemperyalistlere işte bu yüzden diş biliyor, onları tarih dışı ya da milliyetçi olmakla suçluyorlar.

Oysa milliyetçilik hastalığına tutulanlar asıl onlardır. Çokbilmiş sol-liberallerimiz, Türk emekçile­ri ile Kürt halkına kolay yoldan demokrasi ve rafah vaat ediyorlar. Faşizmden canlan o kadar yanmış ki, ucuz hesaplar peşinde koşuyorlar. “Bizim yapa­madığımızı AB yapabilir. Bakın, üyelikten önce ile sonra ne kadar çok şey değişti” diye tutturmuşlar. Yüreklerini öyle bir umutsuzluk basmış ki, bu de­ğişimi zorunlu hale getiren asıl gücün ezilenlerin, yani Kürt halkının ile Türk işçi ve emekçilerin mü­cadelesi olduğuna akıllan basamıyor. AB’nin, Bos­na’da, Afganistan’da, Irak’ta ve son olarak Fildi­şinde yaptıklarını görmüyorlar, görmek istemiyor­lar. Avrupa’nın ve dünyanın merkezine Türkiye’yi koyuyorlar. Dünyaya kendilerinden bakıyorlar. İşçi sınıfının ve ezilenlerin gelişen antiemperyalist dire­nişi ve enternasyonal mücadelesi hiç umurlarında değil. Ulusal çıkarlar onlar için herşeyin üstünde. Sanki dünya onlar için dönüyor. Asıl milliyetçilik bu değil de nedir? Özcesi, sol liberaller, fa­şizmden kurtulayım derken emperyalist yılana sarılıyorlar.

Gelelim ulusalcı karşıtla­ra... Ulusalcı karşıtlar, ulusal­cı yandaşlara göre daha yek­pare bir grup görünümü ser­giliyor. Kuşkusuz içlerinde “sağ” ve “sol” söylem sahipleri var ama Kızıl Elma ittifakın­da cisimleşen bu yapı, artık bir mozaikten çok bir merme­ri andırıyor. Generallerden DYP ve MHP çetelerine, İP provokatörlerinden bakanlıkların( içişleri, dışişleri gibi et­kin olanlar) üst düzey yöneti­ci bürokratlarına kadar bu grubu birleştiren şey, iddia et­tikleri gibi, tabii ki “vatan ve millet sevgisi” değil. Onlar; palazlandıkları bataklığa AB gibi bir devin göz koymasına ve kendi çıkarlarına göre dü­zenlemesine karşılar. Ekonomik ve siyasal rantları­na ortak çıkılmasını istemiyorlar. Statükonun yı­kıntıları arasından Kürt halkının kolektif ulusal kimlik iradesinin boy göstermesi olasılığından deh­şete kapılıyorlar. Bu yüzden, “Türkiye AB’ye girebi­lir ama kendi istediği koşullar altında” diye tutturu­yorlar.

Üçüncü grup ise antiemperyalist karşıtlar. Bu eğilim, enternasyonalist bir tutum takınarak, tekel­lerin birliği ile işçi ve emekçilerin enternasyonal birliğinin, taban tabana zıt çıkarları temsil ettiğini vurguluyorlar. Tekellerin birliğinde işçi ve emekçi­lerin payına yoksulluk, baskı, hak gaspları ve daha fazla sömürüden başka bir şey düşmeyeceğine dik­kat çekiyorlar. Bunu sadece onlar değil, Avrupalı sı­nıf kardeşleri de eylemin diliyle söylüyor. Almanya, Hollanda, Fransa, İtalya ve İngiltere başka gelmek üzere, Avrupa işçi sınıfı ve emekçilerin neoliberal saldırganlığa karşı son dönem eylemleri bunun açık kanıtı. Bu yüzden antiemperyalist karşıtlar, bıkma­dan usanmadan AB’nin emekçiler için bir umut ve çözüm olamayacağına işaret ediyorlar.

"Sol" içindeki AB'cilere süngü çekmek

Yukarıda da değinmiştik, bu yazının asıl konusu “sol” içindeki AB’cilere süngü çekmek. Sol-liberaller ile onların etkisindeki sendikacıların, ‘Sosyal Av­rupa’ ve ‘Emeğin Avrupası’ demagojilerini boşa çı­karmak. Bu cenah içinde yer alan “Evetçiler” ile “Havetçiler”in, Türk işçi ve emekçileriyle Kürt hal­kının bilincini bulandırdıklarını göstermek. Bunun için, Türk burjuvazisinin ballandıra ballandıra an­lattığı AB’ye kendi gözlerimizle bakacağız. Avrupalı emekçileri dinleyeceğiz. Ama önce şu “Evetçiler ”i ve “Havetçiler”in kirli çamaşırlarını yere serelim is­terseniz.

Bakın ne diyor, ÖDP Genel Başkam Hayri Kozanoğlu Evrensel gazetesine verdiği 8 Şubat tarihli rö­portajında: “(...) emek temelli, sosyal politikalar te­melli demokratik bir Avrupa olursa, biz Avrupa ile bütünleşmeyi, ulus devlete çekilmeye tercih ede­riz.” “Biz AB’ye giriş kararını halkın vermesi gerek­tiğini (...) düşünüyoruz.” H. Kozanoğlu, ÖDP 3. Kongresi’nde benimsenen ‘Havetçi’ tutumun, 2005 Ocak’ındaki 4. Kongre’de de onaylandığını belirte­rek, “Avrupa’daki işçi sınıfı, özgürlük hareketleri uzun bir mücadele vermişler ve bunun sonunda önemli bir deneyim biriktirmişler. Şu anda onun parçası olmak bizim için çok önemli” şeklinde ko­nuşuyor.

ÖDP içinde azımsanmayacak sayıda insan ve grup “Evetçi” tutumu savunsa da çoğunluk Kozanoğlu’nun da sözlerinden anlaşılacağı üzere hala ‘Havetçi’. ÖDP, Türkiye’deki ‘Havetçi’lerin açık po­litik temsilcisi konumunda. ÖDP, tüm Havetçiler gibi Avrupa ile bütünleşmenin Türkiye’nin demok­ratikleşmesinde önemli bir adım olacağı savunuyor. Neoliberal saldırganlık ile özdeşleşen Avrupa Birli­ğini açıktan savunamadıkları için, “(...) emek te­melli, sosyal politikalar temelli demokratik bir Av­rupa olursa biz Avrupa ile bütünleşmeyi, ulus dev­lete çekilmeye tercih ederiz” şeklinde eğilip bükü­lüyorlar. “Kararı halka bırakıyoruz”un, AB sermaye­si ile bütünleşmek için can atan sermaye oligarşisi­ne düpe düz destek vermek olduğunu bilmiyorlar mı? Pekala, biliyorlar, ama işçi ve emekçiler karşı­sında yüzleri tutmayacağı için sol gösterip sağ vur­maya çalışıyorlar.

“Kararı halka bırakarak” utançlarını gizliyorlar ama anlaşılan bu da yetmiyor, “büyük Avrupa sen­dikaları ve sol güçleri ile kurulacak ittifaklara” dik­kat çekerek hedef şaşırtıyorlar. Avrupa emekçileri ile enternasyonalist bir mücadele birliği kurulması için AB projesi içinde yer almak gerektiğini iddia ediyorlar. Bu da yetmiyor artık diğer AB’ciler, iyice zıvanadan çıkıp, açıktan ‘Evetçi’ oluyorlar. Köşelerinden, “Ben bir Avrupa Birliği taraftarıyım. Oh be! Öyleyim” (1) diye seslenebiliyorlar. Yine köşelerin­de faşizme bir günde ‘demokratik devrim’ yaptıra­biliyorlar.(2) AB’ye devrim yaptıranlar tabii ki suç­larını gizleme ihtiyacı hissediyorlar. Bu yüzden sal­dırganlaşıyorlar. Anti-emperyalist mevzide kalmak­ta ısrar eden politik anlayışları “devlet kapitalizmi­ni” savunmakla, milliyetçilikle suçlayabiliyorlar.

Nasıl mı? İşte ‘Evetçiler’in yılmaz sesi Birikim dergisinden bazı seçmeler: “Korkmayalım AB’de hayat var, hem de herkese. Liberalinden ırkçısına, solcusundan komünistine, hayata tutunabilmeyi becerebilen herkesin irade koymasına açık bir yer AB” (3),

“Bir tane Avrupa yoktur. Nasıl Türkiye alabildi­ğine heterojen bir toplumsal ve farklı toplumsal/ si­yasal tasavvurlar mücadele halindeyse, Avrupa’da da böylesi bir heterojenlik söz konusudur. AB’nin mevcut emperalist vb. politikaları değiştirilemez tanrı buyruğu değildir ve politik mücadele konusu­dur. AB içindeki sol muhalefet de, Türkiye’deki emsallerine göre daha başarılı bir şekilde, bu işlerle uğraşmaktadır. Mevcut durumda AB içindeki sos­yalist solun AB’nin temel politikalarını büyük ölçü­de belirleyebilecek bir güçte olmaması, bu politika­ları hiç etkilemediği veya etkileme/ belirleme po­tansiyeli taşımadığı anlamına gelmez.

(... )

AB’nin demokrasi standartlarının (ve bu meyanda Türkiye’den talep ettiği reformların) nihai olarak burjuva/ liberal karakterde olması, Türkiye sosya­listlerinin bu reformlara burun kıvırmasını gerek­tirmez. Çünkü; 1)Bu standartlar, Avrupa’da iki yüz­yıla dayanan toplumsal/ sınıfsal mücadelelerin bir ürünüdür ve bu anlamda solun kazanımlarını da yansıtırlar. 2) Türkiye sosyalist hareketinin onyıllardır uğraşmak zorunda kaldığı meselelere baka­rak, bunların ‘demokratik haklar’ başlığı altında toplanabileceğini görürüz.

(... )

Her ne kadar kapitalistler öncülüğünde bir eko­nomik çıkar birliği olarak başlamış olsa da, AB, za­man içinde çok sayıda egemen ulus-devletin (ki bunların çoğu yakın zamana kadar birbiriyle boğaz­laşma halindeydi) egemenliklerinin bir kısmını devrederek, en azından potansiyel olarak bir siyasi entegrasyon sürecine dönüşmüştür”. (4)

Uzunca bir alıntı ama bunlar, Birikim’in AB gü­zellemelerinden sadece küçük bir bölüm. AB süre­cinin başından beri açık bir ‘evetçi’ tutum takman Birikim dergisi yazarları, artık AB’yi savunma konusunda iyiden iyiye ustalaşmışlar.

AB’yi öyle bir allayıp süsle­mişler ki, Biri kim ci küçük burjuva ideologlarr takdir et­memek mümkün değil! Kalemşorluksa, sermayenin ye­minli ideologu Ertuğrul Özkök’e taş çıkartıyorlar. De­mek ki insan devrim ve sos­yalizmden umut kesince, pe­kala emperyalist canavarlar bile gözüne şirin gözükebiliyormuş.

AB emperyalistlerin birliğidir

Oysa bakım ne diyor Lenin, 1. Dünya Savaşı’nın o dehşet dolu günlerinde, “Kuşkusuz, kapitalistler arasında ve güçler arasında geçici olarak anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa Devletleri olanağı vardır... ama ne için bir anlaşma? Yalnızca Avrupa’daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürge­lerin bugünkü bölüşülmesinde haklarının yendiği­ni düşünen ve son yarım yüzyılda, yaşlılıktan çürü­meye başlayan geri ve monarşist Avrupa’dan çok daha büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Ameri­ka’ya sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla.”(5)

Yani kapitalistler arasındaki ittifakların ya da birliklerin iki temel amacı olabilir: Emekçilerin sos­yalizm yürüyüşünü engellemek ya da emperyalist rakiplerine karşı sömürgelerini korumak. Tarih sahnesine AB’de bu amaçlar için çıkmadı mı? AB, 2. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Avrupa emperya­listlerinin “sosyalizmi ortaklaşa ezmek” için kur­dukları ‘Çelik Birliğimden türemedi mi? Avrupa Ekonomi Topluluğu’na (AET) giden yolun itici gü­cü bu değil miydi? AB’nin öncülü birlikler, SSCB’ye karşı ünlü Marshall doktrini çerçevesinde ABD em­peryalizmi tarafından finanse edilmedi mi? Ya da ‘90’larla birlikte, ABD’nin “sömürge yağmasına” or­tak olmak isteyen Almanya ile Fransa’nın güç birli­ğine evrilmedi mi? Ve varlık nedeni hala ABD’ye ka­fa tutmak değil mi? Soğuk Savaş’m bitişiyle başla­yan ve Irak işgaliyle tepe noktasına ulaşan emperya­list sistemdeki krizin nedeni bu hegemonya dalaşı değil mi?

"Emeğin Avrupa'sı" tezinin fikir babası ETUC ne yapar?

Türkiye “sol”unun ve sen­dika bürokrasisinin “Emeğin Avrupa’sı” tezi, esas olarak Avrupa Sendikalar Konfede­rasyonu (ETUC) bürokrasi­sinden alıntıdır. Oysa 28 ül­keden 61 ulusal konfederas­yon ile farklı sektörlerden 14 Avrupa federasyonunu birleş­tiren ETUC, tabanını hareke­te geçirmek için hiçbir ciddi çaba göstermeyen, yalnızca uzmanların tepeden iş bitir­mesine dayanan, son derece hantal ve bürokratik bir sen­dikal yapıdır. Yani Türk-İş’ten hiçbir farkı yoktur. Hatta, savunduğu sendikal anlayış kadar kuruluşu bile çok benzer. Her ikisinin de fikir babası, 1945 sonrası uygulamaya konulan Marshall planıdır, So­ğuk Savaş’tır. Türk-Iş gibi ETUC da, işçilerin mili­tanlaşan mücadelesini saptırmak ve boğmak için bizzat ABD yönetimi tarafından kuruldu. Türk-İş’in CIA tarafından kurulduğu hatırlanacaktır.

ETUC, AB yapıları içinde yüksek bir kurumsal temsil gücüne sahiptir, AB Komisyonu’nun sağ ko­ludur ve daha yaygın bir Avrupa bütünleşmesi fik­rinin de en hevesli destekçilerindendir. Üyelerinin kitle gücüne dayanarak AB üzerinde baskı oluşturmaktansa, AB kuramlarında “mini-büyükelçilikler” oluşturarak lobi faaliyetleri yürütmektedir.

ETUC önderliği, AB bürokrasisinin ideolojisine bütünüyle emilmiş durumdadır. Tıpkı onun parti­ler düzlemindeki yansıması olan Avrupa Sol Partisi(ASP) gibi. ASP, 8 milyar Euro bütçe için kapita­lizmin AB Anayasasına ‘Evet’ dedi. İşte ETUC da aynen öyle, AB Komisyonu’na mali açıdan göbek­ten bağımlıdır. Bu yüzden, neoliberal saldırganlığa karşı seyirci konumundadır. ETUC’a ne yapacağını, hatta ne düşüneceğini dikte eden, AB Komisyo­nunun ta kendisidir. Bu onların diline bile yansı­mıştır. Onlar için emeğin, yani Marksizm’in ve sos­yalizmin dili artık çağdışıdır. Esneklikle iş güvence­sini, özelleştirme ile sosyal hakları aynı metin ve cümlelerde pekala birleştirebiliyorlar. Oysa arala­rında, sömürü ilişkisinin tarafları kadar uzlaşmaz bir karşıtlık var. İki dünyanın, iki uzlaşmaz sınıfın dilleri nasıl aynı olabilir? Demek ki, farklı dünyalardan olma durumu çoktan ortadan kalkmış, birileri çoktan sermayenin safına transfer olmuşlar!

AB Anayasasına yaklaşım, ETUC’un hangi safta yer aldığının çok güzel bir örneği aslında. Anaya­sanın “Birlik’in Tanımı ve Amaçları” başlığı altındaki 3. maddede şöyle bir ifade yer alıyor: “Birlik, tam is­tihdam ve toplumsal ilerleme hedefine sahip rekabet gücü yüksek bir sosyal piyasa ekonomisi, dengeli ekonomik büyümeye dayanan, sürdürülebilir şekil­de Avrupa’nın kalkınması için çalışır.” Buradaki can alıcı nokta, “rekabet gücü yüksek bir sosyal piyasa ekonomisi” ifadesidir ama nedense, sol-liberallerimiz bu bölümü genelde yok sayarlar, alıntılamazlar. Göz­lerinden kaçmıştır belki ama o kadar da masum ol­duklarını düşünmek gerçekten saflık olurdu.

“Rekabet gücü yüksek” ifadesi, AB projesinin özü ve ruhudur. ‘Emeğin Avrupa’sı’ iddiasının anti­tezidir. Rekabet gücünü yükseltmek, maliyetleri düşürmektir. Maliyeti düşürmek ise işçilik maliyet­lerini düşürmektir. Yani, daha fazla sömürü, daha fazla güvencesizleştirmedir. Bu kadar açık! Avru­pa’da olmakta olan da zaten bu değil mi? Alman­ya’daki Ajanda 2010 ve Hartz 4 adlı neoliberal sal­dırı programı, Fransa’daki 35 saatlik işgününü 40 saate çıkaran düzenleme, İngiltere’deki mezarda emeklilik yasası, bu değilse nedir?

Ama en ilginci ve sol-liberallerimizin en zor açıkladıkları şey, ETUC’un emeğin serbest dolaşımı konusundaki politikası olsa gerek. Çünkü ETUC, yeni üye ülkelerin emekçilerinin serbest dolaşım hakkına uzun vadeli kısıtlamalar getirilmesini savu­nuyor. Yani, metaların, sermayenin serbest dolaşı­mını benimseyen ve savunan ETUC, bu hakkı sınıf kardeşlerine çok görüyor. Bunun neresi enternas­yonalizm? Bu, düpedüz milliyetçilik değil mi? Sını­fı kim bölüyor; biz mi, fikir babanız ETUC mu?

“Sosyal Avrupa” ve “Emeğin Avrupa’sı” tezleri­nin mimarı, gerek içinde önemli bir yer tuttuğu Ekonomik ve Sosyal Komite düzeyinde, gerekse konfederasyon ve bağlı sendikaları düzeyindeki lo­bicilik çalışmaları ile emeğin serbest dolaşım hakkı üzerine kısıtlamalar konulması için bastırıyor. Bi­zimkiler ise enternasyonalizm adına AB’ye işaret ediyor. Ne traji-komik bir durum! Bu işte bir garip­lik yok mu?

Bizce yok! Ezilenlere ve onların değiştirme gü­cüne güvenini yitirenler, tabii ki, ayrıcalıklarını sa­vunmak için her yol mubahtır diyecekler. Köksüzleşecekler, işçi sınıfına ve emekçilere ihanet edecek­lerdir. Düpedüz milliyetçilik yapacaklardır.

AB "cenneti"nde bir cehennem: Doğu Avrupa

“Doğu Avrupa ülkeleri, bugün tam yarı-çevre ülkelerine ait özellikleri geliştirmektedirler: İkili ekonomik yapılar ve güvencesiz büyüme perspek­tifleri. Doğrudan yabancı yatırımlar altında, ekono­milerinin bir bölümü gelişti ve ulus-üstü birikim rejimi ile birleşti... Modernleşme adacıkları çökün­tü bölgeleri, sektörleri ve toplumsal grupları ile iç içe geçti. Üstelik bu ülkelerin AB ile olan büyüme uçurumu ‘90’lı yıllarda katlanarak arttı. ... Finans, iletişim ve hizmet sektörlerinde yabancı sermaye egemenliği olağanüstü boyutlara tırmandı; avantaj­lı oldukları sektörlerde gerilediler. Hizmetler sektö­rü büyürken, meta zincirlerinde üretilenler yalnız­ca montaj hattının ikinci sınıf parçaları haline geldi. Sendikaların, sol partilerin, emeğin pazarlık gücü olağanüstü düştü. Sendikalaşma oranları dramatik biçimde azalırken, yepyeni sendikasız sektörler or­taya çıktı. İşsizlik, toplumsal kutuplaşma ve toplumların kendi içinde uçurumlar yaratan yeniden yapılanma zorlamaları, milliyetçi ve yabancı düş­manı güçlerin tabanını genişletti.” (6)

Bu ifadenin rakamlar dilindeki ifadesi şu: 2002 yılında doğudaki ortalama işsizlik batının iki katı (yüzde 11.7 ve yüzde 6.7) iken, çalışma saatleri da­ha uzun (43 saate karşı 37.7 saat) ve ücretler çok daha düşüktür (ortalama 394 euro aylık ücrete kar­şılık, ortalama ayda 1930 euro). Bu ülkelerdeki iş­çilerin 2011 yılma kadar diğer AB ülkelerinde ser­best dolaşım hakları bulunmamaktadır ve 1990’larda yüzde 51 olan sendika üyeliği 2002’de yüzde 26’ya düşmüştür. Üstelik bu ülkelerle çekirdek AB üyeleri arasındaki gelişmişlik farkı da azalmamakta, tersine derinleşmektedir: Her yıl yüzde 4 büyüseler bile AB’yi yakalamak için Slovakya’ya 40, Polon­ya’ya 60 yıl gerekmektedir. (7)

İşte AB’nin, toplumsal refah ve demokrasi ihraç ettiği Doğu Avrupa gerçeği. Bu emperyalist birlik, 2004 Mayıs’ında AB’ye kabul edilen 10 eski Doğu Avrupa ülkesinde işçilerin yaşam ve çalışma koşul­larında büyük bir yıkım getirmiştir. ‘Emeğin Avru­pa’sı’, gerçek yüzünü göstermiştir. Diğer adıyla ‘Sosyal Avrupa’, tatlı bir rüya olmaktan çıkmış, bir kâbus olarak Doğu Avrupalı işçi ve emekçilerin üzerine çökmüştür. Refah ve demokrasi beklentisi, büyük bir hüsranla sonuçlanmıştır. AB “cennet”ine üye olmayı bekleyen Doğu Avrupa, ola ola AB’nin ucuz işgücü cenneti olabilmiştir. Bu da cehennemin ta kendisidir zaten.

Ülkelere daha yakından bakalım:

Macaristan

AB ile bütünleşme sürecinde, “dünyanın en di­namik 10 ekonomik bölgesinden birisi” ilan edilen ve elektronik alanındaki yoğun yatırımlar nedeniy­le “General Electric ülkesi” adı verilen Macaristan, bu süreçte Mannesmann, Philips, IBM, Kenwood, Samsung, Siemens gibi birçok uluslararası tekelin öncelikli yatırım bölgesi haline geldi. Ancak bu Ma­caristan işçisine mevsimlik işçi kiralama, sıkça işten çıkarmalar yoluyla kıdem düşürme, güvencesiz ve asgari ücrete çalışma olarak geri döndü. Doğu Av­rupa’nın bu en büyük elektronik ihracatçısında, ar­tık yarı vasıflı, çoğunlukla kadın işgücünün güven­cesiz koşullar altında çalıştırıldığı bir istihdam reji­mi var.

Slovakya

Slovakya’da da durum çok farklı değil. 2002 yı­lında dünyanın 17. otomobil ihracatçısı haline ge­len Slovakya da işçiler, VW, Peugeot, Honda ve Hyundai gibi büyük tekellerin ve bunların yan sa­nayilerinin ucuz işgücü haline geldiler. Bu dev şir­ketler, Slovakya’da halk demokrasilerinin mirası ucuz, esnek, vasıflı işgücü buldular. Üretim bölgesi de Avrupa pazarlarına yakın olunca değmeyin bu kan emicilerin keyfine: 2001’de Slovak VW işçisine ödenen ücret, Almanya’dakinin beşte biri; Alman­ya’da çalışma haftada 28.8 saatken, Slovakya’da 35.7 saat. Hem bu koşullarda çalışmak da o kadar kolay değil: İşçiler, kalıcı istihdama geçmek için, önce 1 yıl bir taşeron şirket tarafından sözleşmeyle kiralanmayı kabul etmek zorundalar. Slovakya hü­kümeti, ayrıca daha da Avrupalılaşabilmek(l) için, 2004’de işgücünü tamamen esnekleştiren bir iş ya­sası çıkarttı, emeklilik yaşını 62’ye yükseltti. Ülke­deki işsizlik oranı yüzde 20’lere merdiven dayadı. Yani Slovakya’ya AB bereketi yağdı!

Polonya

Polonya’da ise işçiler, yüzde 18’lere ulaşan işsiz­liği “kutlamak” için sokaklara çıktıklarında, polisin saldırısına maruz kalınca, “sevinçlerini”, molotof kokteylleri ile Ekonomi Bakanlığını basarak göster­diler. Anlıyacağınız, Polonya’da da durum, Maca­ristan ve Slovakya’dan pek farklı değil. Bir zaman­lar Avrupa’nın en büyük 2. kömür üreticisi olan Po­lonya’da, AB’nin madencilik, çelik ve tarım sektör­lerini “aşın kapasite” gerekçesiyle tasfiye etmesi üzerine işsizlik kol geziyor. Tasfiye edilen madenci­lik bölgesi Silezya’daki işsizlik oranı yüzde 36’ya ulaşıyor. AB’ye üyelik sürecinde Polonya’nın, halk demokrasisi döneminden kalan ağır sanayi yatırımlan hizmet dışı bırakıldı, onun yerine inşaat malze­meleri, otomobil montajı, gıda işleme, mobilya ve enformasyon teknolojileri yaygınlaştırıldı. Polonya, montaj ve ucuz emeğe dayanan sanayi yatırımları ile doldu taştı.

Doğu Almanya

Sol liberal aklıevveller, pekala “Siz de ne kadar sabırsızsınız” diyebilir, bu yüzden on yılı aşkındır Batı Almanya’nın ‘şefkatli kolları altında korunan’ Doğu Almanya’ya bakmakta fayda var. Doğu Al­manya, Doğu Avrupa’daki sefalet için SSCB’yi ve onun hegemonyası altındaki ülkeleri günah keçisi ilan etmek isteyenlere de iyi bir cevap. Doğu Al­manya ile Batı Almanya’nın balayları çoktan bitti. Doğu Almanya, tam 15 yıldır, AB “medeniyeti”nin koçbaşlarından Batı Almanya ile evli. Bu yüzden Doğu Almanya örneği karşısında SSCB’yi suçlama komikliğine düşmezler herhalde!

Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Al­manya’da toplumun %13.5’i yoksulluk sınırının al­tında yaşıyor. 1.2 milyon çocuk yoksul. Ve belki en çarpıcısı; Ocak ayı itibarıyla Almanya’da resmi iş­sizlik 5.5 milyonu aştı. Yani, tam tamına yüzde 12. Ki bu sadece buzdağının görünen kısmı. Gerçekte bu rakamın çok daha fazla olduğu söyleniyor. Ama bu rakamlar bile çok şey anlatıyor. Berlin Duvarı’nın üzerinde yeller esiyor artık ama Pazartesi yü­rüyüşçüleri yine görevlerinin başında. Duvarı yı­kanlar, şimdi kapitalizme karşı çekiç sallıyorlar. Kat edilen mesafesi, yaşanan bilinç dönüşümüne işaret ettiği için Alman burjuvazisi bu isimden hiç mem­nun değil. Ama onların memnun olmaması neyi de­ğiştiriyor ki?

İşte, Doğu Almanya’daki korkunç yıkım tablosu: Bir zamanlar sosyalist kampın en sanayileşmiş ülkesi olan Doğu Almanya’nın bütün tekstil, deri, konfeksi­yon, optik ve elektronik fabrikaları kapatılmış, İnterflug havayolları, Pentakon fotoğraf makineleri, Trabant ve Wartburg araba fabrikaları gibi devasa şirketler dağıtılmıştır. Bu acımasız özelleştirme sonu­cunda Doğu Almanya sanayisizleştirilmiş ve kapita­lizmle birlikte bütün sorunlarının çözüleceğini sanan kitleler, 1994 itibariyle işçilerin yüzde 77’sinin işleri­ni kaybettiklerini ümitsizlikle görmüşlerdir. Yani, Doğu Almanlar kısa sürede “kendi ülkelerinde yaşa­yan yabancılar” konumuna düşürülmüşler. 40 yılda oluşturdukları her şey değersizleşmiş, iki Alman dev­letinin “birleşmesini” beklerken, gerçekte olan Ba­tının Doğu’yu yutması olmuştur.

Avrupalı emekçilerin gözüyle AB’nin verili tab­losu işte bu. Tablo bu kadar vahim. Sadece AB’ye yeni katılan ülkeler ya da Almanya için değil, tüm Avrupa için benzer bir durum söz konusu. Ve du­rum git gide de kötüleşiyor.

Türkiye gibi ülkelerle kıyasla AB için hala bir yüksek yaşam standardından söz edilebilse de, bu durum geçicidir. Çünkü Avrupalı kapitalistler, dünyanın geri kalan ülkelerindeki emekçilerin sö­mürüsü üzerinden sağladıkları birikimi artık işçi ve emekçilerle paylaşmak istemiyor, böyle bir zorun­luluk hissetmiyor. SSCB’nin yıkıldığı ve militan bir sınıf hareketinin olmadığı koşullar altında neden böyle bir diyet borcu ödesin ki? Onlar her zaman çok rasyonel ve pragmatik. ‘90’larla birlikte meyda­nı boş buldular ve daha fazla kar için saldırıya geç­tiler. Avrupalı işçi ve emekçilerin, çalışma koşulla­rı, ücretler, sendikal ve sosyal haklar gibi tarihsel kazanımlarını şimdi bir bir gasp ediyorlar.

Sermayenin bir yüzü IMF ise diğeri de AB'dir

Son olarak, AB’ye bir de Türk ve Kürt emekçile­rin gözüyle bir bakalım. Kürt halkının kolektif ulu­sal varlığının reddi ve devrimci tutsaklara dönük F tipi işkence bile “demokrasi” havarilerinin ‘Havet’lerini ağızlarına tıkmaya yeterli. Bu yüzden, IMF’nin arkasına gizlenmek istenen AB’nin emek düşmanı yüzünü deşifre etmek daha önemli. Soru şu: AB’nin Katılım Öncesi Ekonomik Programı, ABD ile özdeşleştirdiğimiz IMF’nin stand-by’ından çok mu farklı? Ya da neden IMF başkanının gele­neksel olarak bir Avrupalı olduğu unutturulmak is­teniyor halka?

Neoliberal yıkım politikalarının bir ayağı ABD emperyalizmi ise diğeri de AB emperyalizmidir. Sermayenin bir yüzü IMF ise diğeri de AB’dir. Bu çok açık. Şu ana kadar Türk ve Kürt işçi ve emek­çiler hep karşılarında IMF’yi gördükleri için asıl düşmanları olarak onu bellediler. Ancak AB’yi de en az IMF kadar yakından tanıyacaklar bundan böyle.

Çünkü AB’nin bir yüzü Kopenhag kriterleri ise diğer yüzü de Maastricht kriterleridir. AB Komisyonu’nun Maastricht kriterlerini esas alarak hazırladı­ğı ve 6 Ekim’de açıkladığı “ilerleme Raporu”, IMF’nin acı ilaç reçetelerine benzer “tafsiye”lerle doludur. 182 sayfalık ilerleme Raporu’nun sadece ilk 57 sayfasını, aşina olduğumuz Kopenhag kriter­leri oluşturmaktadır. Rapor’un geri kalan uzunca bölümü ise, Maastricht kriterleri olarak bilinen ekonomik düzenlemelere ayrılmıştır. Bu belgede AB’nin gerçek yüzünü görebilmek mümkündür: “Devlet, özelleştirilmeye hız vermeli. Yabancı yatı­rımcıların önündeki engeller kaldırılmalı.”

Ne demek bu? SEKA bir an önce kapatılmalı. TÜPRAŞ, THY, ERDEMIR vb. birçok yer bir an ön­ce özelleştirilmeli. 4857 Sayılı kölelik yasası, Meclis’te onaylanmalı. Böylece esnek ve güvencesiz ça­lışma yasalaştırılmak. Sendikal örgütlülükler dağı­tılmalı ya da ‘Çağdaş Sendikacılık’ normlarına göre yapılandırılmalıdır. Tarım yeniden yapılandırılma­lıdır. Sadece AB için değil, işbirlikçi tekelci burju­vazi için de, yüzde 30’luk tarımsal nüfus kabul edil­mez bir durumdur. Türkiye’deki kırsal nüfusun AB düzeyine çekilmesi için, sayıları 5-6 milyonu bulan üretici köylü bir an önce topraksızlaştırılmalıdır. Özcesi sermayenin önündeki tüm engeller kaldırıl­malıdır. İşte AB’nin istekleri! Emeğin Avrupa’sı bu­nun neresinde?

Sovyet devriminin, iki emperyalist dünya savaşı­nın ve Avrupa emekçilerinin militan mücadelesinin bir bileşkesi olan “Sosyal Avrupa” artık tarihe karı­şıyor. AB’ye emekçilerin gözüyle bakmak, bu gerçe­ği görmek için yeterli. Ama anlaşılan bazıları, dün­yaya, Avrupa’ya ve Türkiye’ye emperyalizmin ‘kü­resel’ mercekli gözlüğünden bakmakta kararlı. Bu nedenle, emperyalistler, onlara önünde durulamaz kadri mutlak güçler olarak görünüyor. Devrim, bir gerçeklik olarak çoktan gündemlerinden çıktığı için de, ‘Sosyal Avrupa’ ya da ‘Emeğin Avrupa’sı’ haya­letlerinin peşine düşebiliyorlar.

Gerçekler dünyasında hayalet arayanların, yaşa­yan bir ‘Emeğin Avrupa’sı’ için önce AB’yi reddedebilmeleri bir zorunluluk.

Dipnot:

1) Rıdvan Akar, AB ilerleme Raporu'nun açıklanmasın­dan sonra Birgün'deki köşesinde

2) Melih Pekdemir, AB ilerleme Raporu'nun açıklanma­sından sonra Birgün'deki köşesinde

3) Birikim dergisinin “Avrupa Birliği: sol ve sağ?” başlıklı 190. sayısında yer alan; Mesut Yeğen'in “AB'de hayat var mı?” yazısı

4) Aynı dergide yer alan Murat Peker'in ,“Türkiye solun­da AB tasavvurları: ‘Küçük olsun benim olsun mu?” baş­lıklı yazısı

5) Lenin, Marks Engels Marksizm

6) Dorothee Bohle, The ties that bind the new Europe: Neoliberal restructuring and transnational actors in deepening and widening European Union (“Yeni Av­rupa'yı bağlayan bağlar: Neoliberal yeniden yapılanma ve Avrupa Birliğinin derinleşmesi ve genişlemesindeki ulus ötesi aktörler”), Genişleme ve Avrupa yönetişimi atölye çalışması sunuşu.

7) “Sosyal Avrupa” ithal edilemez Avrupa deneyimi Çiğdem Çidamlı

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi