Kapkaç-Hırsızlık-Çeteleşme... Ezilenlerin Düzene “Meydan Okuması...”

“Suçluluk, kapitalist sınıfa karşı, işçi sınıfının meydan okumasının bir ifadesidir”

Engels

Toplumumuz, travmaya girmiş insanın tipik aşı­rı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme biçiminde dışa vuran davranışlarını sergiliyor. Derinleşen bu toplumsal travma, ‘toplumsal varlık’ın öznesi olan insanı da neredeyse tümüyle nesneleştirerek değersizleştiriyor. İnsandaki bu değersizleşme eğrisi top­lumu da etkisi altına alarak büyük bir anafor yara­tıyor ve toplumsal ilişkileri hızla aşındırmaya başlı­yor. Değer yitimi insanda iki biçimde dışa vuruyor:

Birincisi, insanın gündelik yaşamda karşılaştığı her tür sorunu şiddet yöntemiyle çözmesinin tetiklediği saldırganlaşması ve giderek psikopatlaşması biçi­minde açığa çıkıyor. İkincisi de onu bütünüyle içe kapatarak; uyuşukluk, dalgınlık, tepkisizlik ve do­nukluk biçiminde yansıyan duyum yitimine ve gi­derek de duyarsızlaşmasına, “betonlaşmasına ne­den oluyor. Ama her iki biçim de bir ve aynı sonu­cu üretiyor; insanın içindeki ‘insanın ölümüyle so­nuçlanan yabancılaşma.

Fuhuş, dilencilik, dolandırıcılık/sahtekarlık, uyuşturucu ve alkol kullanımının inanılmaz dere­cede yaygınlaşması gibi toplumsal yaşama ait sayı­sız olgu, bu değer yitimini yeniden ve yeniden açı­ğa çıkarıyor. Ama bunların içinde, burjuvazinin “mülkiyet hakkı’na yönelmesi nedeniyle en çarpıcı olan ve esasında bu değersizleşmeyi neden ve so­nuçlarıyla birlikte ele veren, kuşku yok ki, kapkaç ve hırsızlık olarak dışa vuran olgudur.

Hemen her toplumsal soruna gözlerini kapayan, kulaklarını tıkayan burjuva medya, hırsızlık-kapkaç olgusuna şu günlerde ‘yüksek bir ilgi’ gösterme­ye yöneldi. Televizyon yorumcuları, köşe yazarları yanlarına kattıkları polis menşeili sayısız “uzman”la birlikte, hırsızlık-kapkaç olgusunu ele almaya ve yüksek sesle, “Sokaklarımız hırsızların işgali altın­da” türünden konuşmalar yapıp, “Ne oldu bize?” diye sormaya yöneldiler. Başını Hürriyet gazetesi­nin genel yayın yönetmeni ve burjuvazinin önde gelen kalemşorlarından Ertuğrul Özkök’ün çektiği bu koronun çözüm önerileri ise bir cümle ile özet­leniyor: “Artık şehir gerillasına dönen bu haydut çetelerini etkisiz hale getirecek önlemleri sabırsız­lıkla bekliyoruz!”

Hırsızlık ve kapkaç olgusunu kriminalize ederek ele alan burjuva medya, durumu suç ve ceza ikile­mine sıkıştırarak, gerçekleri karartmaya, toplumsal adaletsizlikleri yok saymaya girişiyor. Oysa, hırsız­lık ve kapkaç olgusunun altında Türkiye gerçeği vardır. Anlatılan, insanın insana kulluk ettiği kapi­talist düzenin ve faşist baskı iktidarının hikayesidir. Burjuva medya ve bilimum ideologları her zamanki gibi gerçeklerden kaçtıklarına göre, sağlam bir kılavuz ipi olan gerçeği izlemek de bize düşüyor.

Hırsızlık ve kapkaç ve neoliberal politikalar

1980’li yılların ikinci yarısından itibaren etkin bir şekilde uygulanmaya başlanan neoliberal eko­nomi politikaları, toplumsal yaşamı ve özellikle de işçi ve emekçi yığınların gündelik yaşamını alt-üst etmeye başladı. IMF tarafından programlanan ve açık devlet terörü aracılığıyla yürütülen bu politika­lar, kentlerde en belirgin bir biçimde özelleştirme olmak üzere, işsizlik ve gerçek ücretlerin sürekli düşmesi biçiminde kendini gösterdi. Sermayenin muazzam derecede yoğunlaşmasının ve merkezileş­mesinin önünü açan bu politikalar, aynı zamanda küçük burjuvaziyi de mülksüzleştirerek, hızla işçi sınıfının saflarına savurdu. Kırlarda ise, küçük öl­çekli tarım üretimini yıkıma uğratıp büyük ölçekli kapitalist üretimin önünü açarken; büyük emekçi köylü yığınlarının da kaçınılmaz bir biçimde kent­lere göç etmesini koşulladı. Böylelikle Türkiye’de kent nüfusu ilk kez, 1980’li yılların ikinci yarısın­dan itibaren kır nüfusunun üstüne çıktı. Kent nüfu­su özellikle de son 10-15 yıllık dönemde çok hızlı bir artış göstererek, 1990’da Türkiye nüfusunun yüzde 56’smı oluşturuyorken, 2000 yılında bu sayı yüzde 66’ya yükseldi. Hala devam eden bu iç göç dalgasından İstanbul’un payına her yıl en az 300 bin kişinin göç etmesi düşerken, 90’lı yılların başla­rında 300 bin olan Amed’in nüfusu bugün 1.2 mil­yonun üzerinde ve bu sayı her geçen gün artmaya devam ediyor.

İşsizlik, yoksulluk ve açlık içinde geleceksizleştirilerek derin bir umutsuzluk girdabına sürükle­nen milyonlarca emekçi, büyük kentlerin varoşları­na yığılmaya başladı. Bugüne değin sürdüregeldikleri yaşam tarzından hızla kopartılan bu milyonlar­ca insan, yeni yaşamlarına ve ilişkiler bütününe ay­nı hızla adapte olamadılar. Resmi verilere göre, göç eden aile bireylerinden ancak yüzde 18’i düzenli bir gelire sahipken, geriye kalan yüzde 82’lik kesim ise işsizliğe mahkum edildi. Kentlerde de ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamdan da dışlanan bu büyük kitle, kaçınılmaz bir biçimde sosyal-kültürel bir travma yaşamaya başladı.

Büyük kentlere yığılan emekçi sınıflara, neolibe­ral politikalarla önemli oranda mülksüzleşen ve hızla işçi sınıfı kategorisine doğru sürülen küçük esnafı da eklemek gerekir. Dünyaları küçücük dük­kanları olan bu küçük burjuva tabakalar varlıkları­nı yitirince, sosyal travmayla sonuçlanan benzer bir süreç yaşadılar. Meşhur “Amerikan rüyası” olarak da adlandırılan, “yeteri kadar çaba gösterirsen, herşeyi başarabilirsin” zihniyeti, işsizliğin, yoksulluğun sorumluluğunu da bireye yüklüyor. İşsiz kalan ba­şarısız oluyor, suçlu oluyor. İşsizler adeta ‘toplum­sal suçlu’ haline getiriliyor. İşsizlik ve yoksulluk bi­reylere ait sorunlar biçiminde yansıtılınca, bu duru­ma düşen herkes de bunalıma giriyor.

Kentlerin varoşlarına yerleşen bu geleceksiz yı­ğınların önce geleneksel ilişkileri hızla çözülmeye başladı. Toplumsal düzeni yeniden ve yeniden üretmenin en sağlam dayanağı olan geleneksel aile kurumu önemli oranda tahrip oldu. Çok çocuklu olan bu yığınların evlatları, yoksulluktan dolayı hızla sokak çocukları kategorisine geçti. Bu yüzbinlerce çocuğun, önce okulunu, sonra da ailesini terketmek zorunda bırakan kapitalizm, onlara tek bir alan açmıştı: Hırsızlık-kapkaç, fuhuş, dilencilik, uyuşturucu satıcılığı ve çeteleşme gibi sayısız bölü­me ayrılan “gayrı meşru” işler. Ve onlar da, “gayrı meşru” işlerin vazgeçilmez elemanları olarak “bu alemde” sivrilmeye başladılar. Yokluk içinde çare­sizliğe hapsolan aileler, zamanla bu duruma rıza göstermeyi de öğrendiler! Emniyet Genel Müdürlü­ğü verilerine göre, İstanbul ve özellikle de Amed’de aileler çocuklarını aylık 250 milyona hırsızlık ve kapkaç çetelerine kiralamaya yöneldi.

Neoliberal politikaların hızla uygulanması iç gö­çün artması, işsizlik ve gerçek ücretlerin sürekli düşmesini koşulladığı gibi, her türden “gayrı meş­ru” işlerde de patlamaya neden oldu. Emniyet Ge­nel Müdürlüğü verilerine göre, 2003 yılında Türki­ye genelinde 321 bin 805 olay meydana gelmişken 2004 yılında ise bu olaylar 353 bin 692’ye yüksel­di. Bir yıl içinde kapkaç olaylarında yüzde 31’lik bir artış oldu ve 2004 yılı boyunca kayıtlara geçen 17 bin olay yaşandı. Hırsızlık olaylarında ise yüzde 50 oranında bir artış görüldü. Günlerdir medyanın te­mel gündemi olan “sahte rakı” gerçeği gibi onlarca türden sahtecilik/dolandırıcılık toplumun bünyesi­ni tamamen sardı. Kapitalizm tarafından bir sektö­re dönüştürülen fuhuşta da patlama yaşandı. Resmi veriler göre fuhuş yaşı 12’ye kadar inerken, yalnız­ca İstanbul’da 2004 yılı boyunca 50 bin kadın “ve­sika” almak için İstanbul Valiliğine başvuru yaptı. Uyuşturucu kullanımı ise ilkokullara kadar yaygın­laşmış bulunuyor. Avrupa Polisi’ne (Europol) göre Türkiye, uyuşturucu, silah ve karaparanın yanısıra fuhuşta da hem merkez, hem de transit ülkelerin başında geliyor. “Kızını erkeklere pazarladı”, “Karı­sını pazarlarken yakalandı” şeklinde haberlerle bur­juva medyaya her gün yansıyan bu gerçek, sözkonusu toplumsal değersizleşme eğrisinin yalnızca hırsızlık-kapkaç olaylarında değil, hemen her alana yansıdığını ele veriyor.

Resmi istatistiklere göre, hırsızlık ve kapkaç olaylarının da en yoğun ve en sistematik yaşanan kentler olarak İstanbul ve Amed öne çıkıyor. İç göç başta gelmek üzere sözkonusu neoliberal politikala­rının yıkıcı sonuçlarını en yoğun bir biçimde yaşa­yan bu iki kent, sözkonusu değersizleşmenin ya da travmanın en tipik dışavurum alanları olarak belir­di. “Diyarbakır’dan suçlu çocuk ihraç eder hale gel­dik. Bugün kapkaç yapan çocuklar yarın ellerine si­lah aldıklarında ortaya çıkacak terörü düşünmek bile istemiyorum” şeklinde konuşan Diyarbakır Be­lediye Başkam Osman Baydemir’in, bu değersizleşmenin çapma ve derinliğine işaret ediyor.

Her şey yap ama mülkiyete dokunma!

Kapkaç olaylarının büyük kentlerin en merkezi yerlerine kadar yayılması ve polisiye önlemlerin işe yaramaz hale gelmesiyle birlikte artık insanlar yanla­rında para ve değerli eşya taşıyamaz hale gelmiş bu­lunuyor. Keza, zengin mahalleleri mesken eyleyen hırsızlar, artık güpe gündüz evlere girmeye başladı­lar. Bu güruhun, yılbaşı gecesi, Beyoğlu’nda kadın turistlere binlerce kişinin gözleri önünde tecavüze kalkışacak kadar “kontrol dışı’na çıkması; sayısız po­lis vb. yöntemlerle korunan Tansu Çillerin İstanbul Yeniköy’deki yalısını soyacak kadar gözlerini karart­ması, burjuva efendileri fena derecede telaşlandırdı.

Gerçekten de telaşa kapılmış bulunuyorlar. Telaş­lan, ezilenlerde çok yoğun bir biçimde yaşanan ve gi­derek onları çürüten değer yitiminden ileri gelmiyor. Çünkü, sözkonusu toplumsal düşkünlük, özellikle son beş yıldır son derece yaygındı. Fuhuşa, uyuştu­rucuya, her çeşit yozlaşmaya gözlerini kapayan, hat­ta bunu medya-polis aracılığıyla bizzat derinleştire­rek ezilenlerin yönetilmesi araçlarından birisi haline getiren burjuva efendiler, tüm bu “gayri meşru” işle­ri düzenin yeniden üretilmesinin aracı yaparak tolere etmeyi başarıyorlardı. Düzenin olağan ilişkilerin­den fiilen kopan binlerce insan, mafya ve çete örgüt­lenmeleri aracılığıyla kontrol altında tutuluyordu. Fakat gelinen aşamada, hem olay sayısında ve hem de insan sayısında artış nedeniyle tolere edilme sını­rının çoktan aşıldığı anlaşılıyor. Çünkü, hırsızlık kapkaç olaylarında dışa vuran bu değersizleşme eğri­si, “münferit” kategorisini çoktan aşarak, toplumsal­laşmış bulunuyor. Tüm bu olgular, artık verili ilişki­ler sistemini aşındırarak düzeni de bozan bir rol oy­namaya başladığını gösteriyor. Çünkü, “kontrolden çıkan” binlerce insanın doğrudan burjuvazinin “kut­sal” saydığı “mülkiyet hakkı”na yönelmesi, korkula­rının ana kaynağını oluşturuyor.

Özel mülkiyet esasına dayanan kapitalist bir dü­zende “mülkiyet hakkı”na yönelik saldırıların bu kadar artması ve giderek olağan bir karakter kaza­narak meşrulaşması; düzenin her gün yeniden tırtıklanması, aşınması anlamına geliyor. Düzenlerini gözbebekleri gibi koruyan burjuva efendiler bu ol­gu karşısında başvurdukları tek bir çözüme yeni­den sıkı sıkıya sarılıyor: Şiddet! Kapitalizm, top­lumsal bir düzen olarak çürüdüğü yerde, toplumu da genel bir çöküşe sürüklüyor. Toplumsal yaşam­daki bu değersizleşme eğrisinin kökenleri de kapi­talizmdir. Kapitalizm insanları değersizleştiriyor. Ortaya çıkan sorunun doğrudan düzenden kaynak­lanıyor oluşu, sorunun çözümüne dair bir umut ışı­ğı yaratılmamasnı da koşulluyor. Burjuva efendiler ezilenlere hiçbir şey vaat edemiyor. Sorunlarına hiçbir çözüm üretemiyor.

“Şiddet toplumu olduk” diye yakınanların şid­detten başka bir yola başvuramamasını işaret etti­ği gibi, ezilenler, şiddeti kendileri yaratmıyor. Şid­detten başka bir çıkış yolu bulamadıkları için bu yola başvuruyorlar. Şiddet, ezilenlerin değil, burju­va efendilerin doğasından ve çelişkilerinden kay­naklanıyor. Dolayısıyla devletten köklenen şiddet, hırsız-kapkaççı olup karşılarına çıkınca, mülklerine saldırmaya başlayınca, polis şeflerine yalvarmaya başlıyorlar: “Bizi koruyun!”

Ezilenleri polis-asker kurşunuyla, copuyla yola getirmeye çalışanlar, aynı şiddetin bütün topluma yayıldığını görünce paniğe kapılıyorlar. Panik için de, 12 Eylül cuntasının şefi Kenan Evren ve 1993 Konsepti olarak tarif edilen Kürt devrimini ezmeye yönelik karşı devrimci saldırının ön­de gelen yürütücülerinden Mehmet Ağarın yıldızını hız­la parlatılıyorlar. Burjuva medya, “Kenan Paşa, sokakla­rı sağcıdan/ solcu anarşistten temizledi... Aynı sokaklar şimdi hırsızların, kapkaççıla­rın kontrolünde. Kenan paşa­nın hakkını yememek lazım” şeklinde homurdanırken ka­meraların karşısına geçen iş­kenceci Ağar, “Bu sorunu iki ayda çözerim” diyerek mey­dan okuyor. Yöntemi malum: İşkence!

Burjuva devletin, burjuva mülkiyet ilişkilerini korumak için var olduğu bir kez daha açığa çıkıyor. “Mülkiyet hakkı”na yönelik saldırılar, ordu, polis ve mahkemeleri hızla yetkinleştirilmesi/modernize edilmesiyle yanıtlanıyor. Yeni Türk Ceza Kanunu’yla birlikte kapkaç, hırsızlık ve gasp suçlarının cezalan da neredeyse iki katma çıkarılırken, kapkaç failleri­nin daha ağır bir suç olan gasp kapsamında yargılan­masının da önü açılıyor. “Güvenliği tehdit eden olay­ların en aza indirilmesi” için kentlerin işlek caddele­rine, belirli sokaklara ve merkezlere elektronik göze­tim cihazlarının yerleştirilmesi, “Parmak İzi ve DNA Bankası” oluşturulması gündeme getiriliyor ve hızla örgütlenmeye başlanıyor. CHP, evine giren hırsızı öl­dürenlere hapis cezası verilmemesini öngören bir ya­sa teklifi hazırlıyor. Polislerin yetkisinin artırılması ve işsiz 10 bin üniversite mezunu da katarak polis sayı­sının artırılması, semt karakollarının yeniden açılma­sıyla iç savaş aygıtı polis tahkim ediliyor. İstanbul’da­ki kapkaç olaylarının önceden önlenebilmesi için, sı­radan insanların da görevlendirileceği özel bir istih­barat ağı oluşturulması hazırlıkları sürüyor. Bu çer­çevede “kapkaça karışanların tespitinde aktif görev alacak vatandaşların ödüllendirilece”ği ilan edildi bi­le. Keza, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Valiliğinin koordinasyonunda özel bir kapkaç ekibi oluşturulu­yor. Alınan tüm bu “güvenlik önlemleri”yle düzen, kendi hukuku ile kendisinin üretti­ği çürümeyi temizlemeye ça­lışıyor. Oysa nedeni eşitsiz­likler olan tüm bu sorunlar, yasalarla çözülemez. Eşitsiz­likleri yasalar üretmemiştir. Yasaları eşitsizlikler üretiyor. Bu çözümün sonuçsuz kala­cağı gün gibi ortadadır. Çünkü en sert cezalandırmalar bile, lümpenleşmiş ezilenle­rin yarattığı kargaşa ve patla­malar karşısında yetersiz kal­maya mahkumdur.

Burjuva sınıfın geliştirdiği polis-mahkeme-cezaevi ek­senli çözüm yöntemleri, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar bütün Batı Avrupa’da gelişti­rilen “Serserilik Yasası”yla benzerlikler taşıyor. Tarihsel olarak sınıf bilinci son derece güçlü burjuvazinin mantığı hep aynı biçimde işliyor. Av­rupa’daki kanlı yasalar, kır­lardan kentlere sürülen ve kentlerdeki yaşam ilişki­lerine adapte olamayanları hızla disipline etmek için geliştirilmişlerdi. işçi sınıfının “ataları”, önce zorla serseri ve dilenci haline dönüştürüldüler, son­ra da dilenci ve serseri oldukları için cezalandırıldı­lar. “Yasakoyucu, bunları, ‘gönüllü’ suçlular olarak ele almış ve artık mevcut olmayan eski koşullar al­tındaki gibi çalışmaya devam etmelerini, bunların iyi niyetlerine bağlı bir şeymiş gibi görmüştü. Önce zorla toprakları ellerinden alman, evlerinden atılan ve işsiz-güçsüz serseriler haline getirilen tarımsal nüfus, işte böyle kırbaçlanarak, damgalanarak, ya­salar yoluyla işkence edilerek, ücret sisteminin ge­rektirdiği disipline” edilmeye çalışıldı. (Kapital 3. Cilt sayfa 750-751)

Tüm bu “güvenlik önlemleri”yle ezilen ve sömü­rülen milyonlara da güvende değilsiniz denilerek, büyük bir güvensizlik duygusu aşılıyorlar. Küçük ve orta ve çaplı suçların bu denli yaygınlaşması, insan­ları da güvenliksizlik psikolojisine mahkum ediyor. Bu denklem; herkes hırsız-kapkaççı olabilir, herkes sizi kandırmaya ve dolandırmaya çalışabilir, kimseye güvenmeyin şeklinde derinleştiriliyor. Örgütledikleri bu kampanya da toplumun rızasını alma üzerine ku­ruluyor. Bireyler tümüyle yalnızlaştırılarak, ezilenle­rin kolektif davranış ve duygu dünyası yok edilmeye çalışılıyor. Tek güvenecek yer kalıyor; devletin poli­si. Devlet kaynaklı istatistikleri hırsızlık ve kapkaçın yoksul değil, orta ve zengin mahallelerde yoğunlaştı­ğını gösteriyor. Oysa hırsızlık-kapkaçın asıl hedefi yoksullar değil, zenginlerdir. Oysa güvende olmayan ezilenler değil, onlardır.

Ezilenlerin meydan okuması

Hırsızlık-kapkaç olaylarındaki bu çarpıcı artış, yalnızca ezilenlerdeki değersizleşme eğrisinin çapı­nı ele vermiyor. Ama aynı zamanda, ezilenlerin top­lumsal yoksulluğa, aşağılanmışlığa ve dışlanmışlığa isyanı anlamına geliyor. Kapitalist düzende herşeyleri çalman ve dışlanan milyonların ürettiği “çözüm”e işaret ediyor.

Hemen bütün sınıflı toplumlarda farklı biçim ve görüngülerde ortaya çıkan eşitsizliklerin ve adalet­sizliklerin tetiklediği huzursuzluklar, yeni arayışla­ra yönelişin de başlangıç noktasını oluşturuyor.

Yeni arayışların birinci aşaması, olağan yöntemle­re başvurarak ilerlemek biçiminde ortaya çıkıyor. Da­ha fazla, hatta kölece çalışmak, aç kalıp sürekli birik­tirmek vs. Bu yolla sonuç alamayan, çıkış yolu bula­mayan ezilenler, ‘olağandışı’ yöntemlere başvuruyor. Yeni arayışların ikinci aşaması ya da sözkonusu ‘ola­ğandışı’ yöntemler de iki biçimde uç veriyor. Birinci biçim, ezilenlerin ‘kendisi için sınıf olma bilincine va­rıp, çözümü de bütün sınıf kardeşleriyle ortak hare­ket etmesi temelinde geliştirdiği her türlü sosyal kur­tuluş mücadeleleridir. İkinci biçim ise, burjuva huku­kunda doğrudan “adi suç” olarak tarif edilen hırsızlık yapmak, soymak, öldürmek, çeteler oluşturmak vs. vs. Birinci biçim, ezilenlerin yeni bir düzen, sosyalist ideolojiyle aydınlanmış isyanıysa; ikinci biçim de, doğrudan ilkel içgüdülerle harekete geçen ezilenlerin sosyalist ideolojiyle aydınlanmamış isyanıdır. Bugün ülkemizde de yaşanan tüm bu olaylar, egemen olan yaşam koşullarına, sosyal düzene karşı ezilenlerin bir tür isyanı, meydan okuması halinden başka bir şey değildir. Fakat, sosyalist ideolojiyle aydınlanmadığı sürece ezilenlerin sayısız biçimde açığa çıkan isyanla­rı sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bu meydan okumanın temellerinde köreltilen toplumsal bilinç ve gündelik yaşamın hemen her anında kışkırtılan bireysel çıkarlar vardır. Bireyi toplumdan/sınıflardan ayrıştırıp atomize eden kapi­talist düzen, bireyi, hem insan olarak ve hem de sı­nıf olarak kendisine yabancılaştırır. İnsan yerine konulmak isteyen ezilenler bunun yolunun ancak sınıf atlamayla gerçekleşebileceğini varsayar. Dola­yısıyla ezilmemek için, kendisini ezenleri taklit eder. Onların yöntemlerine başvurur. Çalar, çırpar, öldürür...

Ezilmenin nefretini yaşayanlar, nefretin yarattığı enerjiyi yine kendilerine döndürüyor ve kendilerini zehirliyorlar. Ezilenlerin ürettiği ve meydan oku­ması halinde dışa vuran bu “çözüm”, aynı zamanda toplumsal çöküntü ya da yazımızın girişinde tarif ettiğimiz değersizleşme eğrisinin kendisidir. Burada insan yoktur, paylaşım yoktur, dayanışma yoktur. Dinler ve töreler yoluyla edinilmiş, gelenekler ve görenekler aracılığıyla yerleşiklik kazanmış ve kapi­talist düzen tarafından harlanan değerler sisteminin iflasıdır.

Esas sorun, bu büyük nefretin doğru yollara kanalize edilmesine kilitleniyor. Yani, devrimci ön­derlik sorununun çözülmesine. Hırsızlık-kapkaç ve daha birçok olayda ortaya çıkan değersizleşme eğ­risi, aynı zamanda devrimci önderlik boşluğunun derinliğini, çapını ve bu sorunun acilen çözülmesi gerektiğini göstermektedir. Güçlü bir devrimci çe­kim merkezi yaratılamadığı için, düzenden kopan insanlar bu “çözüm”ü üretmiştir.

Açık ki, arayış halinde olan milyonlarca insan, bu düzenden fiilen kopmuştur. Geleceğini bu dü­zende görmemektedir. Düzenin ürettiği ve çözüm olarak sunduğu hiçbir şeye güven duymamaktadır. Ezilenler, bu düzenin iyileştirmelerle, “reform”larla kendilerine bir çözüm üretebileceğine de inanma­dığı için, olağandışı yol ve yöntemlere sapmıştır. Fakat kendi başına bu durum, devrimci bir mayalanma bakımından son derece bereketli top­raklan işaret etse de, bu milyonların kendiliğinden devrimci mücadeleye doğru akacağı sonucuna neden olmaz, olmamalıdır.

Egemen sınıflar ezilenlere yönelik büyük taviz­ler vermediği sürece, ezilenlerin sayısız biçimde dışa vuran isyanı artarak sürecektir. Bunun tek bir çözüm yolu vardır: Devrim!

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi