Bağımsızlık, Antiemperyalizm Ve Devrim

“Sonuç olarak, biz antiemperyalistiz çünkü Marksist’iz, çünkü kapitalizme, onun zıddı olan ve yerine geçecek olan sosyalizmle karşı çıkıyoruz ve çünkü yabancı emperyalizme karşı mücadelemizde Avrupa’nın devrimci kitleleriyle dayanışma görevimizi yerine getiriyoruz.” (Jose Carlos Mariategui, Peru Komünist Partisi’nin kurucusu ve lideri, 1929 Latin Amerika Komünist Konferansı’na sunduğu tezlerden)

NATO Zirvesi’ne karşı mücadelenin parıltılı günleri, antiemperyalist eylem geleneğinde yaşanan kopukluğu taştan ve barikattan bir zincirle gidermekle kalmadı, ‘71’in devrimci yıldızlarını da halklarımızın bilincinde yeniden ayağa kaldırdı.

NATO karşıtı mücadele, bu topraklarda 21. yüzyılın antiemperyalist mücadelelerin yürütülüşüne dair bir işaret fişeği oldu. Yol açtı. Temel attı. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, o ülkelerin maddi toplumsal ve siyasal gerçeklikleri içinde biçim ve içerik kazanan emperyalist küreselleşme karşıtı mücadele, Türkiye’de de NATO Zirvesi’ne karşı mücadeleyle ilk büyük deneyimini yaşamış oldu.

Nasıl ki, 1969’da 6. Filo’nun denize dökülmesi ve Kommer’in arabasının ODTÜ’de yakılması, antiemperyalist mücadelede bir dönemin yol gösterici tarihsel mevzilerine dönüşmüşlerse, NATO karşıtı mücadele de kendi dönemi içinde böyle bir tarihsel iz yaratmıştır. Emperyalist küreselleşme döneminin antiemperyalist mücadeleleri, bu ülkede, atılan bu temele basarak ileriye yürüyecektir.

1968 hareketi, “bağımsızlık”çıydı. Temel sloganı ve bayrağı “Bağımsız Türkiye” idi. Bu slogan, (‘Sosyalist Türkiye’ sloganını temel almalarına karşın) TİP’lileri de kapsayacak biçimde tüm gençlik ve işçi hareketlerinin üzerinde birleştirdiği programatik temeldi.

TİP’liler parlamenter yolla, Yön’cüler ve Milli Demokratik Devrim’cilerin belli kesimleri sol cuntayla, devrimci gençlik hareketinin bağrından doğan THKO, THKP-C ve TKP-ML ise devrim yoluyla “Bağımsız Türkiye” hedefine varmak istiyordu. Savaşımın karakteri ise, “İkinci Kurtuluş Savaşı” olarak adlandırılıyor, böyle tanımlanıyordu.

Bu, esas olarak 6. Filo eyleminin bıraktığı tarihsel mirasın politik çerçevesini de oluşturuyordu.

Gerçekte ise, sol cuntacıları, parlamentarist TİP’i ve Mihri Belli vb. revizyonistleri bir yana bırakırsak, ‘71 devrimci hareketine uzanan süreçte Deniz, Mahir ve İbrahim’de somutlaşan üç devrimci akım, sadece ABD emperyalizmine karşı değil, bizzat Türk burjuvazisine karşı da savaşıyorlardı. “Az sayıda hain dışında tüm milli unsurlar”ın katılacağı ikinci bir ulusal kurtuluş savaşı değil, emekçi ve ezilen sınıfların katılacağı bir sınıfsal kurtuluş savaşı yürütülüyordu. Antiemperyalist mücadele, doğrudan doğruya işbirlikçi burjuva devlet aygıtı ile karşı karşıya geliyordu.

15/16 Haziran büyük direnişinde, işçi sınıfıyla burjuva ordunun doğrudan karşı karşıya gelmesi, ardından İstanbul ve Gebze’de sıkıyönetim ilan edilmesi, yaşanan savaşımın gerçek içeriği konusunda güçlü bir belirtiydi. Ardından 9 Mart’ta “sol cunta” girişimleri iflas etti ve yıllardır “ordu-millet el ele” sloganlarıyla “Bağımsızlık” mücadelesine çağrılan ordu, 12 Mart’ta Amerikancı faşist bir darbe gerçekleştirdi.

Darbenin ardından sınıf mücadelesi sertleşti. Burjuva milliyetçi ‘sol cunta’ politikasının savunucuları yeni koşullarda rejime yedeklenirken, antiemperyalist devrimci gençlik akımları, 60’lardan bu yana yarattıkları toplumsal bağlarla birlikte örgütleştiler ve savaşı büyüttüler.

Fakat, gerçekte sınıfsal kurtuluş mücadelesi yürüten ‘68-‘71 hareketi neden “ulusal kurtuluş mücadelesi” bayrağı altında toplanmıştı? Çünkü yeni, her zaman ilkin eskinin bayrağı altında doğar.

Marks’ın olağanüstü bir ustalıkla betimlediği gibi: “Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi, Luther, havari Paul’ün maskesini takındı, 1789-1814 devrimi art arda, önce Roma Cumhuriyeti, sonra Roma İmparatorluğu giysisi içinde kurum sattı ve 1848 Devrimi, kimi 1789’un, kimi de 1793’ün ve 1795’in devrimci geleneğinin taklidini yapmaktan öte bir şey yapamadı. İşte böyle, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir.” (Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’i) Her ne kadar, Marks, bu olgunun burjuva devrimleri için geçerli olduğunu, proleter devriminin buna ihtiyaç duymayacağını ifade etse de, gerçek tarih aksini kanıtladı: “19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını, geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir. 19. yüzyılın devrimi, geçmişin bütün hurafelerinden kendisini sıyırmadan, kendisiyle harekete geçemez. Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinmeleri vardı. 19. yüzyılın devrimi ise, kendi öz içeriğine ulaşmak için ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terketmek zorundadır.” (Aynı yerde)

“Kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için” değil ama, tarihin mücadele birikimine yaslanarak güç almak için, kapitalist toplumun bağrında gelişen devrimci mücadeleler de geçmişin ruhlarını çağırdılar, bayraklaştırdılar. Tıpkı 60’lardaki ve 70’lerdeki Latin Amerika devrimci hareketlerinin İspanyol sömürgeciliğinden kurtuluş mücadelelerinin bayrağını yeni koşullarda dalgalandırmaları gibi, Türkiye’de de 1960’ların toplumsal mücadeleleri ilkin, yakın tarihin en büyük antiemperyalist mücadele deneyimini, yani tüm cılızlığı ve tutarsızlığıyla Kurtuluş Savaşı’nı bayraklaştırdılar. Gençler M. Kemal’in Bursa Nutku’yla coştular. 1920’lerin burjuvazisinin politikalarını temsil eden sözlerini yeni koşulların işbirlikçi burjuvazisine karşı ideolojik siper yaptılar. 1960, 27 Mayıs darbesinin bir kanadını oluşturan ordudaki sol kemalist cuntacı geleneği ise, bu politikanın müttefiki ve silahlı gücü olarak gördüler.

1968 gençlik hareketlerinin, 27 Mayıs öncesi gençlik hareketlerinin devamcısı olduğu ne kadar gerçekse, bu hareketin içeriksel olarak sürekli dönüşüp netleşerek ilerlediği de bir o kadar gerçektir. 1960 öncesinin şekilsiz ve içeriksiz “Hürriyet” sloganları, 1960 sonrasında giderek yerini marksist, sosyalist fikirlere, “proleter devrim” düşüncesine bıraktı. Yeni gençlik hareketleri, dünküler gibi, ordunun kanatları altına sığmıyordu. Fakat programatik slogan, “Bağımsız Türkiye”, aynı kaldı. 1965’te gençlik hareketinin ilk büyük çıkışı “Milli petrol” kampanyasıyla oldu. Ancak 1973’e kadar, tüm netleşmelere, saflaşmalara ve ayrışmalara karşın, hareketin en ileri unsurları bile “milli kapitalizm” programından kopuşamadı, bu, “Bağımsız Türkiye”nin ekonomik-toplumsal programı olarak kaldı.

Fakat, 35 yıllık sınıf mücadelesi deneyimi, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın sosyo-ekonomik ve sosyo-politik gerçeklikleri kadar, devrimci mücadelenin karakteri ve içeriği konusunda da çok zengin veriler sundu.

Emperyalizme karşı kalkan her yumruğun, karşısında öncelikle işbirlikçi Türk burjuvazisini ve devletini bulduğu, bulacağı bu 35 yıllık tarihin en temel olgularından birisidir.

Dolayısıyla, işbirlikçi kapitalizme karşı mücadele olmaksızın emperyalizme karşı mücadele soyut, içeriksiz ve biçimsel kalmaya mahkumdur.

Antiemperyalist demokratik devrimin, “bağımsız kapitalizm” inşa etmeye, düzen kurmaya yönelen bir hareket olarak değil, aksine, sosyalist devrimin bir ön evresi, bir geçiş biçimi, kesintisiz devrimle sosyalizme geçmek için politik özgürlüklerin kazanılması eylemi olarak kavranması gerektiği de bu tarihin derslerinden birisidir. Emperyalistlerle ekonomik ve siyasi bağları kopartan, işbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve onun faşist diktatörlüğünü ezen, Kürt ulusunu sömürge boyunduruğundan kurtaran antiemperyalist demokratik devrim, yarattığı politik özgürlük ortamıyla açık sınıf mücadelesini ve proletaryanın sosyalizme kesintisiz geçişini sağlar.

Zaten, emperyalist kapitalizmin karşısında, ‘bağımsız kapitalizm’ bir alternatif değil, yalnızca gerici bir ütopyadır. Dün, 1960’larda iki kutuplu dünya gerçeğinin yarattığı merkezkaç etki, bu tür girişimlere bir ölçüde olanak tanıyordu. Ancak o zaman dahi, Mısır’da Nasır, Endonezya’da Sukarno gibi burjuva önderlerin temsil ettiği “bağımsız kapitalizm” denemeleri nihayetinde kural olarak emperyalist sistemle yeniden bağlanma ile sonuçlanmıştır. (Tıpkı Kemalistlerin 1920 ve 30’lardaki denemelerinin sonucu gibi.) Çünkü kapitalizm bir dünya sistemidir ve tek tek ulusal ekonomiler, kapitalist ekonomi zemininde durdukları sürece kaçınılmaz olarak bu dünya sisteminin içine yutulurlar. Emperyalist kapitalist dünya düzenin den kopuş ancak sosyalist ekonomik-toplumsal düzen zemininde mümkün olur.

İki Ulus, İki Yurtseverlik

Antiemperyalist devrimci mücadele ile burjuva milliyetçi ‘bağımsızlıkçılık’ bu 35 yıl içinde iyice ayrışarak saflaştı. Bu saflaşmanın temel unsurlarından birisinin Kürt ulusal sorunu olması ise, bu toprakların tarihsel ve siyasal gerçekliğinin bir sonucu olarak şekillendi. 1968’lerin “Bağımsız Türkiye” sloganı, Kürt ulusal sorununun üstünden atlamasa bile yanından geçiyordu. 1971 devrimci atılımı, bu noktada sol kemalist gelenekten belli ölçülerde bir kopuşu da içerir. Deniz, idam sehpasında Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini haykırdı, Mahir, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının tanınması gerektiğini söyledi ve İbrahim, “Türkiye Kürdistanı”nın ezilen, bağımlı ulus statüsünde olduğunu belirtti.

Sınıf mücadeleleri tarihi, özellikle de son 20 yıllık tarih, bu sorunda büyük bir saflaşma ve ayrışmaya tanıklık etti. 1984’te başlayan Kürt ulusal savaşı, Kürdistan gerçeğini dayatarak, devrimci hareketin içyapısını da dönüşüme zorladı. Kürt ulusal sorununda devrimci hareketin sosyal şoven, kemalist zaaflarını zorladı. Tabii bu aynı zamanda burjuva milliyetçi-sol kemalist akımla antiemperyalist devrimci akım arasındaki fiili ideolojik bağların da zorlanması anlamına geliyordu. Politik açıdan ise, burjuva milliyetçiler bir yanda, antiemperyalistler diğer yanda saflaştı.

Ama daha da özgün ve çarpıcı bir gerçek olarak, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yaşayan emekçi halkların yurtseverlik duyguları da iki ayrı kanalda şekillendi. Türk emekçilerinin yurtseverliğiyle, Kürt halkının yurtseverliği iki ayrı politik bilince denk düşmeye başladı.

Türk emekçi yurtseverliği, doğrudan emperyalizme karşı bir duruştur. Özellikle de ABD emperyalizmine ve IMF’ye karşı. Türk emekçi yurtseverliği, Kürt halkının ulusal taleplerine belli bir sempatiyi içerir. Türk burjuva milliyetçiliği ise, açık Kürt düşmanı bir çizgi temelinde sahte bir anti Amerikancılık sergiler.

Kürt yurtseverliği doğrudan Türk sömürgeciliğine karşı bir duruştur. İnkara, ulusal baskıya ve asimilasyona karşı. Kürt emekçi yurtseverliği, aynı zamanda emperyalizme karşı da bir duyarlılığı ve karşıtlığı içerirken, Kürt burjuva yurtseverliği, Amerikancılığa eğilim gösterir.

Bu iki yurtseverliği bir potada buluşturmak, birleşik devrimimizin en zor ve en kaçınılmaz görevlerinden biri olarak ortaya çıktı.

Türk Ulusal Sorunu Var Mıdır?

Bu iki ayrı ulusal gerçeklik arasındaki farkın temeli, Türk ulusunun 1919-1923 bağımsızlık savaşıyla ‘ulus-devlet’ini kurmuş olmasına karşın, Kürt ulusunun devletleşmesinin zor yoluyla engellenmiş olmasıdır.

Marksist bir kriter olarak, belli bir ülkede ulusal sorunun varlığını, o ulusun devlet kurma hakkına sahip olup olmamasıyla ölçebiliriz. 1918’de gerçekleşen emperyalist işgal, bir ‘Türk ulusal sorunu’ yaratmış, bu sorun Türk devletinin 1923’te kurulmasıyla çözülmüştür. ‘Bağımsızlık’ sorunu, ‘ulusal kurtuluş’ sorunu, Türk ulusu bakımından 1923’te Türk burjuva cumhuriyetinin kurulmasıyla çözülmüştür. Fakat denilebilir ki, Kürt ulusu açısından aynı sorun tam da bu tarihte başlamıştır. Osmanlı yönetimi altında özerk sancaklar halinde belli bir otonomiye sahip olan, dil ve kültür konusunda yasaklarla karşılaşmayan Kürtler, Cumhuriyet’le birlikte bunları yitirmiş, dilleri ve kimlikleri yasaklanmış, tümüyle merkezi yönetime tabi kılınarak ağır bir ulusal baskı rejimi altına hapsedilmişlerdir. Bu olgu, Türk ulusal kurtuluş savaşının burjuva demokratik içeriğini ve ilericiliğini sınırlayan ve güdükleştiren en temel nedenlerden de birisidir. Çünkü daha 1921’de Kemalistler Koçgiri’de Kürtlerle savaşıyorlardı.

Lozan’da dörde bölünen Kürdistan’ın Kuzey parçası, 1923’ten 1938’e askeri işgal, 1950’lerde ise ekonomik işgal yaşayarak Türk burjuvazisinin sömürgeci boyunduruğu altına sokulmuştur.

Türk ulusu ise 1923’te ‘kendi’ devletini kurmuştur. Bu devletin egemen sınıfını burjuvazi, ekonomik sistemini ise kapitalizm oluşturduğuna göre, gelişmesinin belli bir evresinde yeniden emperyalizme bağımlı hale gelmesi gerçekte kaçınılmazdır. Türk burjuvazisinin Kürdistan üzerindeki boyunduruğu ise, onu emperyalistlere boyun eğmeye iten temel faktörlerden birisi olmuştur.

Yeni sömürgecilikle klasik sömürgeciliğin karıştırılması, Türkiye devrimci hareketinin antiemperyalist mücadeleye bakışını sürekli sakatlayan temel bir yanılgıdır. Yeni sömürgecilik, emperyalizme ekonomik ve siyasal bağımlılık zemininde bir ülkenin ekonomik yapısının emperyalist devletlerin ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi, zenginliklerinin yağmalanmasıdır. Ancak bu sömürgecilik biçimi, tam da biçimsel devlet bağımsızlığıyla birlikte, o zemin üzerinde gerçekleşir. Yani emperyalizm, işbirlikçi burjuvazinin iktidarı sayesinde, onu da semirterek yağmalar. Başında emperyalistlerin atadığı bir valinin bulunduğu klasik sömürgeci rejimle veya bu rejimin yeni, güncel biçimi olarak emperyalist orduların işgali altında o ulustan kukla yöneticilerin atandığı himayeci sömürge rejimiyle (Bosna, Afganistan, Irak); başında o ulusun burjuvazisinin bulunduğu yeni sömürgeci rejim arasındaki temel fark görülmediği, algılanmadığı için, klasik ve himayeci sömürgecilik için geçerli olabilecek “Bağımsızlık” sloganı yeni sömürgecilik için de geçerli sayılıyor. Aradaki temel fark, o ülkenin burjuvazisinin yeni sömürgecilikte bizzat iktidarda olmasıdır. Emperyalizmle çıkarları bütünleşir. Dolayısıyla emperyalizme karşı mücadele, bir “ulusal bağımsızlık” mücadelesi olmaktan çıkar, bizzat o ülkenin burjuvazisine karşı o ülkenin emekçi ve ezilen sınıfları tarafından yürütülen bir toplumsal kurtuluş mücadelesi karakterini kazanır. Emperyalizme karşı mücadele, kaçınılmaz olarak, emperyalist sömürünün üzerinde geliştiği kapitalist ekonomik toplumsal sisteme karşı mücadeleyle birleşir.

Dolayısıyla, ulus-devletin kuruluşundan 80 yıl sonra hala “Bağımsız Türkiye” sloganını atmak, geçmişin bayraklarına sarınmayı tutucu, dogmatik bir çizgi haline getirmek anlamına geliyor. Doğru slogan, “Emperyalizme karşı devrim; kesintisiz devrim yoluyla sosyalizm”dir.

Kürt Sosyalist Yurtseverliği

Klasik sömürgeciliğin yapısı ve karakterini özgün bir biçimde taşıyan Kuzey Kürdistan’da ise, tabii ki öncelikli sorun ulusal özgürlüğün kazanılmasıdır. Kürdistan’ın koşullarından kaynaklı olarak, devrimin ilk adımı kaçınılmaz ve zorunlu bir biçimde sömürgeciliğin tasfiyesiyle atılmak durumundadır. Kürdistan’da sosyalizme doğru atılacak ilk ve zorunlu adım budur. Ancak tabii, ulusal özgürlüğün hangi programla kazanılabileceği sorunu, Kürt küçük burjuva ulusalcılarıyla Kürt komünistleri arasında temel bir programatik farklılık oluşturuyor.

Kürt küçük burjuva ulusalcısı PKK, dün, 1999 öncesinde, bağımsız bir kapitalist Kürdistan’ı ulusal özgürlüğün gerçekleşme biçimi olarak görüyor ve savunuyordu. İmralı sonrasında ise “Bağımsız Kürdistan” programından geri düştü. Kürt sermayesinin geliştirilmesini, Türk burjuvazisiyle ortak bir burjuva demokratik cumhuriyet çatısı altında bir araya gelmeyi ‘ulusal özgürlük’ olarak görüyor.

Kürdistanlı komünistler ise, birleşik federasyonun parçası olarak, ayrılma hakkına sahip bir Kürdistan Sovyet Cumhuriyeti’ni ulusal özgürlüğün gerçekleşme biçimi olarak görüyorlar. Kürt ulusal kurtuluşu için Türk emekçileriyle el ele verilmesini ve emperyalizme karşı ortak bir İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Birliği kurulmasını savunuyorlar.

Kürt küçük burjuva ulusalcıları, kimi ulusal özgürlüklerin kazanılması uğruna, emperyalistlerin Ortadoğu işgaline hayırhah bir tutum takındılar. Kürt burjuva ulusalcıları ise, Barzani-Talabani çizgisinde somutlaştığı üzere, ABD’nin himayeci sömürgeciliğini ‘ulusal özgürlük’ olarak pazarlamaya çalışıyorlar. Kürt komünistleri ise bölge halklarının kurtuluşunun ancak birbirini besleyip güçlendiren mücadelelerle gerçekleşebileceğini savunuyorlar. Arap ulusu işgal ve işkence altındayken, Kürt ulusunun özgür olamayacağını vurguluyorlar. Ortadoğu’da Arap, Kürt ve Türk halklarının antiemperyalist, antisömürgeci mücadelelerinin sonucu olacak bir Demokratik Ortadoğu Federasyonu’nu savunuyorlar.

Her durumda, Kürt ulusal hareketi içinde emperyalizme karşı tutum, Kürt ulusal kurtuluşuna dair programların sonucu olarak şekilleniyor. Kürdistan için kapitalist bir gelecek öngörenlerin, emperyalizmle şu ya da bu düzeyde (Kongra-Gel gibi hayırhah bir destek de olabilir, Barzani gibi işbirlikçilik de) uzlaşmacı çizgi izlemeleri kaçınılmaz oluyor. Bu çizgi aynı zamanda, Kürdistan bağımsız bir devlet olsa dahi, ulusal özgürlük için en büyük bedelleri ödeyen Kürt yoksul köylülüğünün ve emekçilerinin ucuz işgücü olmak dışında bir toplumsal kazanım sağlayamayacağı anlamına geliyor.

Emekçi yurtseverliği, bu topraklarda var olan iki yurtseverliği halkların kardeşliği ve sosyalizm bayrağı altında buluşturuyor. Türk emekçi yurtseverliği, emperyalist boyunduruğa başkaldırıyı, kapitalist sömürüye isyanla birleştiriyor. Kürt emekçi yurtseverliği, sömürgeci boyunduruğa başkaldırıyı emperyalizme karşı mücadeleyle ve “Özgür Kürdistan” talebini işçi emekçi sovyet cumhuriyetler birliği ve sosyalizm programıyla birleştiriyor.

Günümüzde Antiemperyalist Mücadele

Emperyalist küreselleşme süreci, küçük ulusal ekonomilerin emperyalist tekellerce yutulmasını getirdi. Emperyalizm, sanayi üretimini bir dünya üretimi içinde, yeni bir uluslararası işbölümü çerçevesinde birleştirdi. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun yıkılması, emperyalizmin tek tek kapitalist ulusal ekonomiler üzerindeki hakimiyetini güçlendirdi. Bu yeni koşullar, emperyalizme karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleyle birleşmesi zorunluluğunu da güçlendirdi. Aynı koşullar, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki şiddetlenen çelişkilerin yol açacağı antiemperyalist devrimlerin antikapitalist yönde gelişmesinin maddi temelini de güçlendiriyor. Venezüella ve Chavez, bunun bariz bir örneğidir. Chavez hükümeti, ilerici demokratik bir program uygulamaya giriştiğinde, karşısında Venezüella sermaye oligarşisini ve ABD emperyalizmini buldu. Politik sürecin gelişimi, Chavez’i baştaki konumundan daha sola doğru, giderek burjuvazinin iktidar gücünü sınırlayacak önlemlere doğru (halkın silahlandırılması, Bolivarcı çemberlerde örgütlenmesi vb.) itti. Venezüella’daki politik durumun özgünlüğü, ya kapitalizmin aşılmasını, ya da şu veya bu biçimde ABD’ci neoliberal kapitalist modele geri dönülmesini dayatıyor.

Bolivya’da doğalgaz kaynaklarının çok düşük bir fiyata ABD’ye satılmasına karşı başlayan Ekim 2003 kitle hareketi, giderek tüm kapitalist sistemin temelini sorgulayan doğalgazın ve tüm madenlerin, ‘yeniden ulusallaştırılması’ ve emekçi halkın çıkarına kullanılması talebine vardı.

Yeni sömürgelerin tekelci burjuvazileri ve hatta büyük oranda orta burjuvazileri, kendilerini emperyalist küreselleşme sürecine bağladılar. Çıkarlarını emperyalistlerle işbirliğiyle özdeşleştirdiler. İşbirlikçi tekelci burjuvaziler, emperyalist sistemle bütünleşme düzeylerine bağlı olarak ulustan tamamen koptular. Ulusal hiçbir özellikleri kalmadı. Dahası; Türkiye, Yunanistan, Brezilya, Güney Kore vb. gibi, kapitalizmin orta düzeyde geliştiği yeni sömürgelerde işbirlikçi tekelci burjuvaziler, bizzat sermaye ihracı yapmaya başladılar. Orta burjuva sınıflar ise, tekelleşememenin sancı ve basıncı altında tekellere ve ‘küreselleşmeye’ yer yer cılız biçimde itiraz etseler de, çıkarlarını esas olarak emperyalist sisteme bağladılar. Emperyalist küreselleşmenin getirdiği esnek çalışma koşullarını bayram sevinciyle karşıladılar.

Yıkıma uğramamak için işçilere birçok tekelden de daha beter çalışma koşulları dayattılar. Pek çoğu, bağımsız varlığını sürdüremeyeceği için, tekellerin uzantısı haline geldi, onlara taşeron, fason üretim yapmaya başladı. Böylece yeni sömürge ülkelerin tekelci ve orta burjuvazileri, aralarındaki sınırlı bazı çelişkilere karşın, ezilen emekçi kitlelerin karşısında karşıdevrimci bir blok oluşturdular. “Emperyalizme karşı ittifak yapılacak milli burjuvazi”, ancak Devrimci Demokrasi, İşçi Köylü gibi bazı devrimci akımların hayallerinde kaldı.

Bu koşullar altında, kapitalizme karşı çıkmadan emperyalizme karşı çıkmak tümüyle biçimsel ve cılız bir siyasi duruş haline geldi. Sol kemalistlerin ‘solculuğunu’ Kürt devrimi karşısında aldıkları pespaye tavırdan sonra, bir de bu olgu ortadan kaldırdı. Sol Kemalizm, gerileyen ve çözülen bir siyasi eğilim olarak, emperyalizme ‘ayak sürüyen’ işbirliği çizgisinde konumlandı. Sol Kemalizm, ‘anti-emperyalizmini’ hemen tümüyle, emperyalistler ile Türk burjuvazisinin Kıbrıs, Kürdistan vb. sorunlardaki özgün gerici çıkarları arasındaki çelişkilerde ifade eder hale geldi. Ancak böylece, MHP’li faşistlerle aynı ‘ulusal cephe’(!) içinde kaynaşıp buluşmuş oldular.

Emperyalist küreselleşme süreci ve Sovyet Bloku’nun yıkılması, geçmiş dönemin koşullarında emperyalizmin siyasi aracı olarak ‘Yeşil Kuşak’ projesinin karşıdevrimci aktörü rolünü oynayan Siyasal İslam’ın bumerang gibi, dönüp emperyalizmi vurmasına tanıklık etti. Tüm emperyalist devletler, egemenliklerinin karşısına dikilen Siyasal İslamcı dirençlerle boğuşmak durumunda kalıyorlar. ABD ve El Kaide, Rusya ve Çeçen islami direniş güçleri, İsrail ve HAMAS, ABD-İngiliz işgalcileri ve Irak direnişi içinde yer alan islami direniş güçleri, Alman emperyalizminin liderliğindeki ISAF NATO işgal gücü ve Afganistan direnişi, Batı emperyalizmiyle islami direnişin karşı karşıya geldikleri başlıca koordinatlar. Tıpkı 20. yüzyılın başında olduğu gibi, İslam Birliği (panislamizm) belası emperyalizmin karşısına dikilmiş durumda. Öte yandan, işbirlikçi, Amerikancı bir siyasi islam akımı da özel olarak emperyalistler tarafından örgütleniyor ve geliştiriliyor. Ülkemizde de Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen gibiler bu arabaya çoktan bindiler.

Radikal siyasi islamın, Batı emperyalizmine karşı koyuşu, İslam ümmetçiliği ile geniş Arap ulusalcılığının bir karışımı, bileşimidir. Ancak son tahlilde bu hareket, emperyalizme simgesel bir tepki hareketi olmanın ötesine geçmez. İran İslam Cumhuriyeti’nde gerçekleşmiş en somut gerçek modelde dahi Siyasal İslam, kapitalizme alternatif bir program ortaya çıkaramamıştır. Nihayetinde İslami rejim, toplumsal ilişkiler alanında kadını yeni bir düzeyde köleleştirerek, gündelik yaşamı islami kurallarla büyük bir baskı ve despotluk altına alarak, kapitalistlerin sömürü düzeninin istikrarını sağlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Devrimin antiemperyalist sol güçlerini ezip yok eden Mollalar, İran’da burjuva diktatörlüğünün yeni bir biçimini kurdular. El Kaide’nin, HAMAS’ın ve diğer islami direniş kuvvetlerinin temsil ettiği düzen alternatifi de bundan ibarettir.

Ancak, politik açıdan, radikal İslam’ın emperyalizme karşı gerçekleştirdiği direnişin zaferi, dünya egemenleri bakımından bir kabus senaryosudur. Çünkü bu, ezilenlerin ezenleri yenebileceğini gösterecektir. Tıpkı 11 Eylül’de ABD’nin kalbinden vurulmasının emperyalizmin ‘yenilmezlik’ mitini yerle bir etmesi gibi. HAMAS’ın İsrail’e, Iraklı (İslamcı da olsa) direnişçilerin ABD-İngiliz işgalcilerine, Çeçen direnişçilerin Rus sömürgecilere vurdukları her darbe, dünya ezilenlerinin hanesine yazılmakta ve halkların emperyalizme karşı direnme güç, moral ve azmini artırmaktadır. Yeni dünya koşullarında emperyalizmle siyasal İslam arasındaki ilişkinin bu yeni biçimini analiz etmeden, geçmiş dönemin koşullarındaki ilişki biçimini yineleyip durmak, hiçbir şeyi açıklamıyor.

Dolayısıyla, bu uluslararası koşullar altında, komünist hareketin İslamcı direnişle taktik, koşullu ittifaklar yapması mümkündür.

Ortadoğu’da komünistlerin Müslüman kitlelere önderlik etmesinin yolu, esas olarak, işgalci ABD-İngiltere ve İsrail’e karşı verilen savaşımın çapı ve gücüyle ilgili bir sorundur. İslami ideolojinin güç ve etkisi, sosyalizmin prestij yitiminden ve emperyalistlere karşı vurulan güçlü darbelerden kaynaklandı. Bu etki, yine aynı zeminde, sosyalizmin antiemperyalist mücadelede büyük bir politik güç haline gelmesi ve kitlelere güven vermesiyle aşılabilir. TKP’vari modernist Kemalist duruşların, Müslüman halklara önderlik etmek şurada dursun, bu halklarca ‘yabancı’ görüleceği açıktır.

Bölgesel Devrimci Perspektif

Günümüzde bölgesel devrimci perspektifin geliştirilmesi antiemperyalizmin yapısal bir unsurudur.

Marksist-Leninist Komünist Parti’nin (MLKP) III. Kongresi’nde “Balkan, Kafkas, Ortadoğu halklarıyla demokratik ya da sosyalist federasyonlar oluşturma anlayışını” program maddesi haline getirmesi, bu ihtiyacın program düzeyinde yanıtlanmasıdır.

1960’ların “Bağımsızlıkçı” antiemperyalizm kavrayışında politik devrimin temel sorunu “ülkeyi emperyalizmden kurtarmak” olarak görülüyor ve formüle ediliyordu. Emperyalizm, kapitalizmin ulaştığı bir aşama olarak değil, bir avuç emperyalist devlet olarak anlaşılıyordu. Dolayısıyla emperyalizme karşı mücadele de emperyalist kapitalist dünya sisteminin yıkılarak sosyalist dünya devriminin gerçekleşmesi olarak değil, belli bir ülkenin ekonomik ve politik olarak emperyalizmden bağımsızlaşması olarak kavranıyordu. Emperyalizmden “kurtulan” bu ülkelerin birbiriyle federasyon kurması sorunu ise, gündeme dahi girmiyordu.

Fakat gerçekte bu anlayış, devrimin ulusalcı ve içe kapanmacı kavranışını yansıtıyordu. Komünistler, kendi ülkelerindeki devrimi, dünya proleter devrimi sürecinin bir parçası ve kolu olarak görür, kavrarlar. Programatik bakış açısından her sosyalist devrim, dünya proletarya diktatörlüğü hedefine doğru atılmış birer adımdır. Dolayısıyla, proleter enternasyonalizmi de, “kurtulmuş” ülkelerin “dayanışması” olarak değil, dünya devriminin örgütlenmesi olarak algılanmalıdır. Muzaffer devrimler, dünya devrimi için birer üs ve mevzi olarak hizmet eder.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da da, dünya devriminin bakış açısından, antiemperyalist devrimin hedefi “Bağımsızlık” değil, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’da bölgesel demokratik ya da sosyalist federasyonlar biçiminde konmalıdır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi