Tarihin Sonu'ndan Medeniyetler Çatışmasına: Soğuk İdeolojik Savaş Konseptleri

Düşünce iyi düşünülsün. Söz iyi söylensin. İş iyi yapılsın. (Zerdüşt Spitama)

Pakistanlı şair Faiz Ahmet Faiz, sürgüne götürülürken, “vahşetin zehrinden içenler/ kazanamayacaklar ne bugün, ne yarın/ aşıkların buluştuğu yerde./ ışıkları söndürebilirler belki/ karartamazlar fakat ayışığını” diyordu.

Anımsamamak olanaklı mı? Bir işkenceden ötekine, bir zindandan diğerine tam yirmi yıl boyunca sürülüp duran Campenalla da “ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim” demekteydi.

İnsanlık bilincinin yapay bir Doğu-Batı geriliminin provokatif girdabına çekildiği şu siyah- beyaz zaman şeridinde sürgünün ve işkencenin, vahşetin ve zindanın evrenselleştiğini saptamalıyız öncelikle. Afganistan Irak’a, Irak Bosna’ya, Bosna Kürdistan’a o kadar da uzak değil artık. Miğferle şiirin, süngüyle fırçanın, siperle tuvalin, üniformayla kravatın, siville askerin farkı artık ne kadar önemlidir ki! Artık Pentagon’la Kabe arası, bir kuş uçuşu mesafededir; o uzamdaki tek tanrı artık Ares’tir. Anlaşılmıştır: yeryüzünün portresi, kurşun kalemle çizilmekte. Sınırlar, yeniden bozulmak üzere belirlenmekte; gezegenin hatları, gürültüyle ve katılıkla, ama her an silinecekmiş gibi biçimlendirilmektedir.

Pax Amerikana’dan Yeni Dünya Düzeni’ne süregelen savaş karargahlarında işlem dört dörtlük planlanmıştır. İlkin zamana nüfuz edilmeli. İdeolojik şırınga önce zaman algısının damarlarına akıtılmak. Çağın adı değiştirilmeli. Bütün tarih kavrayışı, tüm toplumsal tahayyül, ancak o basit ve tartışmasız dört işlem üzerine bina edilebileceğine göre, işleme dört işlemi değiştirmekten başlamalı: 1) Tarihin sonu gelmiştir. 2)İdeolojiler ölmüştür. 3) Sınıflar ortadan kalkmıştır. 4) Emek- sermaye çelişkisi bitmiştir. Durmadan, duraksamadan, bıkmadan, usanmadan bunları tekrar etmeli. Çarpmanın, toplamanın, çıkarmanın, bölmenin “değişen kuralları”na herkesi inandırmak. Yeni bir matematik, değişik bir sosyoloji, başka bir bilim imal etmeli. Yoksa yanlış bir diferansiyel, çarpık bir logaritma, çürük bir integral hesabı inşa etmek için fonksiyon bulunabilir mi? Bilimin yerine safsata, felsefenin yerine illüzyon, ideolojinin yerine fetiş, kültürün yerine kült, tarihin yerine mit, sorunun yerine dogma, sanatın yerine eğlence konulmalı. Bir tek pazara dokunmamak. Sınırsız pazarın mutlak neşesi için her şey yerli yerine dizilmeli. Zaman durmalı, donuklaştırılmalı. Zaman süreçleşmemeli. Süreçleşmiş zamanın akıp giden tarih olduğuna dikkat etmeli; tarih akıp gitmemeli, bitmeli. Şimdi liberal zamanların mutlak sonsuz egemenliği kutsanmak. Anlamsız karşılanıyorsa, bir daha anlatmalı. En etkili katsayı, muhakkak ki, tekrar edilen katsayıdır. Yeni matematiği, tekrarın kendiliğinden gelişiveren apriorik kuvvetine dayandırmak. Yeni çağ illüzyonu, süreç dinamiğinden kopartılmış, sinirleri alınmış, anesteziden geçirilmiş zaman olgusu üstünden kurulmalı. Operasyon tamamlanmıştır: Artık tarihin postu delinmiştir. Şimdi postmodern zamanlardayız.

Galipler İdeolojisinin Troykası

Beni en çok kaygılandıran şey, kendi kendimizi kültürel açıdan çökertme durumumuzun Amerika’yı sadece dünyanın siyasal lideri olmaktan uzaklaştırması değil, sonunda başkalarına örnek bir model olmaktan da uzaklaştırması... (Zbigniew Brzezinski, Esnek Batı’nın Zayıf Surları )

İtalyan edebiyatının başyapıtı olarak nitelendirilen ‘Gülün Adı’ romanında şöyle bir söz vardır: Korkan bir adamı hiçbir şey başkasının korkusundan daha iyi yüreklendiremez. Başlığın altındaki sözlerin yazarı büyük bir korku içindedir; lakin onu cesaretlendiren başka korkaklar da vardır. Bunlar ABD’nin savaş karargahlarında ürettikleri teorik fantezilerle yalnız kendilerinin değil, temsil ettikleri sistemin korkularına da çare arıyorlar. Onları önemsiyoruz. Çünkü onların reddettiği şey, bizim mirasımızı oluşturuyor.

Pentagon’da üç kuş var. Kanadında rozet yok. Onlar sivil kurmaylar. Biri Fukuyama, öteki Huntington, diğeri Brzezinsky. Üç akıllı ve soysuz akbaba. Soysuzluk, sözcüğün birinci anlamında: Fukuyama, Japon kökenli bir Amerikalı. Huntington Hint asıllı bir Amerikalı. Brzezinsky Polonya kökenli bir Amerikalı. Kültür intiharını bireysel açıdan başarıyla gerçekleştirmiş asaletsiz ve üniformasız üç negatif simülasyon. İdeolojik terörün üç kurmayı. Üçü de John Hopkins Üniversitesinin çıkardığı Journal Of Democrasy’nin editörü. ABD’nin Afganistan taarruzunu destekleyen bildirgeye imza atmış üç emperyalist stratejisyen. Popüler olan özellikle ikisi, Fukuyama ve Huntington.

Fukuyama temel çalışması Tarihin Sonu ve Son İnsan (1993) başlıklı kitabında bir bölümü popülerleşmiş tezlerini yeni bir siyaset felsefesi yorumu olarak öne sürdü. Bu kitap, özetle Hegel’e dönüş ve tepetaklak edilen Marks olarak nitelenebilir. Hatta Fukuyama’nın zekice bir ironiyle Marks’tan Hegel’in intikamını almaya soyunduğunu da söyleyebiliriz. Zira Marks, “Ben Hegel’i ayakları üstüne diktim” demekteydi. Şimdi Fukuyama, “Hegel’e ve kendisinin kabul görme mücadelesi olarak adlandırdığı materyalist olmayan tarih anlayışına başvuracağım” diyor. Aslında ayrıntılı bir inceleme yapıldığında Fukuyama’nın Hegel dışındaki referanslarına da ulaşılacaktır. Kendisinin özellikle andığı Kant, Hegel, Kojeve dışında, burada Platon, Aristo, Bacon’a da değinmeliyiz. Aristo, Platon, Bacon, Kant, Hegel, Kojeve, Fukuyama’yı besleyen temel felsefi kaynaklardır. Aşağıda zaman zaman bu kaynakları yorumlamaya çalışacağız. Şimdi şu vurguyu yapmak daha önceliklidir: Fukuyama’ya kadar gelen zincir, felsefe tarihi açısından, Avrupa merkezci tarih ve kültür anlayışının yapı taşları durumundadır. Gerek Fukuyama, gerek Huntington, yer yer bu filozofları da çarpıtarak, onların ürünlerine seçmeci, pragmatik, amaçlı-önyargılı yaklaşarak; fakat ustaca bir yorumla pozitivizmin, rasyonalizmin, idealizmin sentezlendiği anti-materyalist bir düşünce geleneğine dönüştürmeyi başarıyorlar.

Hegel’in söylediklerinin özeti, Kojeve’nin şu cümlesidir: Kabul görme sorunu nihai olarak çözüldüğü ve efendiyle uşak ilişkisinin yerine evrensel ve eşit görme geçtiği için tarihin sonu gelmiştir. Fukuyama ve Kojeve, bütün tarihin aslında bir kabul görülme arzusu tarafından yönetildiğini ileri sürerler. Şimdi kapitalizm kendisini kesin olarak kabul ettirdiğine göre tarih bitmiştir. Gerçi Fukuyama kitabının 362. sayfasında Hegel’in “çalışan köle 1) özgürlük fikrinin, 2) bu fikrin mücadelede gerçekleşmesinin bilincine varır. Bu nedenle insan başlangıçta her zaman efendi ya da köledir; tarihin sonundaki tam insan ise hem efendi hem köledir” yorumuna katıldığını belirtmekle kendi kendisiyle çelişir. Zira insanın hem her ikisi, hem de hiçbiri olduğu bir tarihin sonundan söz edilmektedir ki, burada “liberal demokrasi”nin bütün toplumu özgür ve eşit kıldığı yönündeki önerme belirsizleşmektedir. İşte bu belirsizlikte de Kant’ın idealist kuşkuculuğunu ve postmodernizmin temeli olan düalist bilinemezciliğin izlerini görmekteyiz. Bilindiği gibi auro merkezci aydınlanma filozofları, dünyayı yaşamdan hareketle değil, kavramlardan hareketle tanımlıyorlardı. Nouslogos (düzenleyici akıl) kavramında ifadesini bulan bir özdeşlikle usçuluk ve aydınlanma birbiriyle örtüştürülmüş oluyordu. Aydınlanma idollerinden Kant, tek yönlü ussalcılıktan bir kültür paradigması oluşturdu ve nihayet tanrılaştırdı. Nouslogos, en nihayetinde bir tanrı oluyordu zaten. Fakat tam da burada en güçlü eleştiri de bizzat Kant’ın kendi teorisinde meydana geldi: Bilinemezcilik... Kant, usun sınırlarını çizdi, o sınırın ötesini bilinemez alan olarak tarif etti, böylece pozitivizmin temellerini attı. Bu, nesnenin kendinde olanını bilemeyiz, yansısını biliriz demek oluyordu. Böylece evrene ve her bir parçasına yönelik kavrayış, mantık ile algı arasına sıkışıp kaldı. O yüzden Batı aydınlanmacılığında usçuluk, katı ve soğuk bir rasyonalizm olarak adeta bir kader gibi algılana- geldi. Bugün Fukuyama’nın liberal demokrasi olarak ifade etmeyi tercih ettiği burjuva sistemin YDD’si, sonuç olarak mutlak bir Nouslogos’tur. Yine de, Fukuyama’nın görüşlerini bu eklektik ve çelişkili tarafına bakarak dikkate almamak doğru olmayacaktır. Zira Tarihin Sonu ve Son İnsan, anti-marksizmin ve karşıdevrimin günümüzdeki en etkili ideolojik yapıtıdır ve anafikri kitabın eklektik örgüsünün altında kalmayacak- derecede sarihtir: Kabul görme sorunu, binlerce yıllık insanlık tarihinin merkezi politik sorunu olarak görülebilir. (age, sf. 17)

Fukuyama, “din ve milliyetçilik, gelenek ve görenek, ahlaki kurallar örgüsü (geniş anlamda kültür), başarılı demokratik politik kuramların ve serbest piyasa ekonomisinin oluşmasının önündeki engellerdir” diyerek Huntington’un teorisine alan açıyor. Ama Huntington’un referansları da, oldukça zengindir. Özellikle Belçikalı Henri Prienne’in Muhammed ve Şarlman (1939) adlı incelemesinin Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması (1996) başlıklı kitabına ışık tuttuğu açıktır. Yine İngiliz Toynbee’nin Meydan Okuma ve Karşı Koyma başlıklı çalışmasının ilham verici olduğunu da biliyoruz. Huntington’un tezi, Fukuyama’nın felsefi çalışmasını jeokültürel açıdan tamamlamakta ve özetle şunu söylemektedir:

1) Günümüzün temel çelişkisi medeniyetler arasındadır. Dünya siyasetinin dengeleri, kültürler arasındaki çatışmaya göre şekillenecektir. 2) Temel medeniyet alanları Çin ve çevresi, Japon, İslam, Hint, Slav Ortodoks, Latin Amerika, Afrika olarak sıralanabilir. 3) Dünya haritasının stratejik bölgelerinde ‘bölünmüş ülkeler’ vardır. Bunlar, Meksika, Türkiye, Yugoslavya, Güney Afrika, Keşmir, Rusya’dır. 4) Batı kültürü, Asya kültürünün tehdidi altında kendini askeri ve siyasal açıdan korumakla yükümlüdür.

Aslında Fukuyama ve Huntington’un bütün tezi, emek-sermaye çelişkisinin reddi üzerine kuruludur. Çıkış noktası sınıf gerçeğinin gizlenmesi amacına bağlı bulunan bu teoriler, çok değişik kanallardan derlenen, aktarılan bilgilerle süslenerek muazzam bir kafa karışıklığı yaratmakta ve gizlediği olguyu gizlediğini bile okura hissettirmeyebilmektedir.

Neoliberalizm Ve Postmodernizm: Ütopyaya Reddiye

Avrupa’daki inanılmaz politik değişikliklerin yaşandığı iki yıl ütopya kelimesinin kullanımını yasaklamaya yetti. Artık hiç kimse ütopya hakkında konuşmuyor. (Wolf Lepenies)

Gerek Tarihin Sonu, gerek Medeniyetler Çatışması olsun; neoliberalizmin postmodern temelde ürettiği bütün cazibeli tezler, öncelikle çok etkili bir kavram kargaşasına dayanıyor. Fukuyama ve Huntington’un savları, ideoloji, kültür, tarih, ütopya, medeniyet gibi temel kavramların dolaysız şekilde çarpıtılmasından güç alıyor. Emperyalizmin siyasal stratejisine ideolojik ve kültürel zemin hazırlanırken ideolojik aygıtların kavramları eğip bükme, dolaşıma sokma ve onların yeni anlamlarını egemen kılma özelliğinden yararlanılıyor. Teoriler, ideolojik savaşın diliyle yazılıyor.

İdeolojik savaşın dili süreklileşmiş bir terminolojik üretimle yaratıldı. Devrimlerin patlak vermesi ile birlikte anti-komünizm temelinde geliştirilen reaksiyoner saldırı dalgası tam bir sansasyon, manipülasyon, spekülasyon ağı örmekle el ele yürüdü. Sosyalizmin dünya halklarının gönlünde ve bilincinde yarattığı bütün enerjik çağrışımlar karalama kampanyasının menziline sokuldu. Sovyetler Birliği ve Stalin şahsında merkezileşen psikolojik savaş, aslında en genel ve en geniş anlamda ütopya arayışına yöneltilmiş, toplumsal tasavvur ve tahayyül gücünü köreltmeye odaklanmıştı. Dünya devrimi, hayalden gerçeğe doğru somutlaşmaktaydı ve dünya başka türlü olabiliyordu. İşte bu algının genelleşmesi, dünya halklarının ortak düşü olması önlenmeliydi. Ambargo, NATO, yıkıcı casusluk faaliyetleri yetmezdi. Bir devletin üstüne silahla gidilebilirdi, ama bir sistemin üstüne ancak kültürel baskınla yürünebilirdi.

Fukuyama, Portekiz’de Salazar diktatörlüğünün kurulma sürecini anlatırken, bu gerçeği çarpıcı ifadelerle örneklendirmektedir. “Portekiz zaferinin gerçekleşmesinde yabancı örgütlerin, özellikle Alman Sosyal Demokrat Partisi’yle Amerikan gizli servisinin yardımlarının önemli payı vardır. Ama eğer Portekiz’de demokrasi için sendikalar, kilise gibi beklenmedik ölçüde güçlü toplumsal kuvvetler olmasaydı, dış yardım kesinlikle sonuçsuz kalırdı. Avrupa tüketim kültürünün çekiciliği de bir rol oynadı. Bir politik gözlemci bunu şöyle ifade ediyordu: Aslında gösteriler yapıp sosyalist devrim sloganı atması gereken işçiler, paralarını yaşam standarda ulaşmak istedikleri Batı Avrupa tüketim toplumların ev aletlerini ve giysilerini almaya harcıyorlardı.” Fukuyama’nın demokrasinin zaferi dediği şey, dünyanın en kanlı faşist diktatörlüklerinden biridir. Ama tartışmakta olduğumuz konu açısından dikkat çekici öge, kitle tüketim aygıtları ile ‘sivil toplum’ örgütü olarak etiketlenen siyasal ideoloji üretme merkezlerinin politikada tuttuğu yerin önemidir. Aynı önemi, Küba askeri işgale uğratıldığında, Marti TV aracılığıyla Latin halkının üstüne boca edilen emperyalist kültürü ihraç eden korsancılıktan da hatırlıyoruz. Yine Doğu Bloku dağıldığında eski sosyalist kentlerin göbeğine McDonalds’ların vakit geçirilmeden dikiliverdiğini de biliyoruz. Fukuyama’nın “günümüzde bir Amerikalı, Fransız ya da Japon (Huntington’un teorisine göre Japonya’nın düşman kültürler listesinde bulunduğuna dikkat edin bn.) zamanının büyük bölümünü belli markada bir otomobil, özel spor ayakkabısı ya da giysi gibi eşyalara veya ünlü bir semt, daha iyi bir okul veya işyeri gibi statü sembollerine ulaşmak için harcanmaktadır.” (Tarihin Sonu ve Son İnsan, s. 54) açıklaması da aynı olguyu işaretlemektedir. Jimmy Carter döneminde ulusal güvenlik danışmanlığı yapan ve emperyalist troykanın üçüncü ideoloğu olan Brzezinsky de “özellikle ailenin, okulun ve kilisenin yerini almış olan televizyon, sosyalleşmeyi ve değerlerin aktarılmasını üstlenen esas araç durumuna gelmiştir” (Yüzyılın Sonu, Türkiye İş Bankası Yayınları, s. 54) ifadeleriyle ideolojik araçların önemini vurgular.

Demek oluyor ki, kavramsal yeniden üretim ile kültürel ilhak ve işgal birbirini tamamlayan iki boyutlu bir ideolojik görev olarak öne çıkıyor burjuva ideologların mantığında. Fakat öylesine bir ikiyüzlülük vardır ki, propagandif amaçlarla üretilen Pax-Amerikana kavramı, Hiroşima ve Nagazaki’nin atom bombalarıyla küle dönüştürüldüğü gün yürürlüğe girdi. Yeni Dünya Düzeni de, hatırlanacaktır, Körfez Savaşı’yla birlikte tedavüle sokuldu. Emperyalizmin felsefesinde bütün önermeler pragmatiktir. Orada ukalalık sınırsızdır ve utanma yoktur.

Doğu Bloku’nun dağılışına gelince kadar, burjuva siyaset felsefecileri için modernist sürecin öyküsü açıktır. Onlar 19. yüzyılı üç temel ideolojiye ayırırlar. Muhafazakârlık, liberalizm, sosyalizm... Onlara göre bu üçü sürekli değişen formasyonlarda da olsa, daima birbirlerine karşı mücadele edip durdular. Aralarında bazı farkların olduğuna inananlar çıktıysa da, bu siyaset felsefecileri, bırakalım söz konusu farkların oluşturucu unsurlarını, aslında kaç ayrı ideoloji olduğu konusunda bile toparlanamadılar. 1980’lerin sonuna kadar üç değil de iki ideoloji olduğunu söyleyenler revaçtaydı. Oysa üçlünün hangi ikiliye indirgeneceği konusunda karışıklık bitmiyordu. Burjuva muhafazakârlar liberalizm ile sosyalizmin, burjuva liberaller muhafazakârlık ile sosyalizmin, burjuva auro-komünistler ise (son tahlilde haklı olarak) muhafazakârlık ile liberalizmin aynı şey olduğunu ileri sürüyorlardı. Destutt de Tracy’nin ilk kez kullandığı, Napolyon’la yaygınlaşan ve Marks’ta bilimsel analitik çerçevesini bulan ideoloji nosyonu Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla birlikte bu bayların literatüründen aforoz edildi. Modern fiziğin temel bir yasası toplum bilim alanında da işlemekteydi: Karmaşık bir sistemdeki parçaların hızları aniden ters yöne çevrilirse, o zaman sistem, onu oluşturmuş olan şeylerden geriye doğru çözülür (Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine). Sovyet Bloku’nda yaşanan buydu. Doğu Bloku’nun dağılışı, tarih gibi ideolojinin de terminolojik yeniden üretim kapsamında çarpıtılması için burjuva düşünürleri cesaretlendirdi. Fakat ideoloji kavramında içkin bulunan ‘dünya görüşü’ anlamını hangi sözcükle karşılayacakları da önemli bir sorundu; en azından entelektüel söylem açısından. İşte burada dünya görüşü anlamında kullanılan ‘weltanschaung’ terimi türetildi. Şimdi ideoloji kavramının yerine bu ifade ikame edilmiş bulunuyor.

Soğuk ideolojik savaş konseptinin anlam nakli operasyonu yalnız kavramlar için değil, olgular için de geçerlidir kuşkusuz. Soğuk savaş döneminin özeti böyle bir serüvendir. O serüveni neoliberalizm ile postmodernizmin ilişki kurduğu tarihin hikayesi olarak da okuyabiliriz. Burada edebiyatın ve sanatın yeri ayrıcalıklıdır. İlkin Yevgeni Zamyatin’in Biz adlı romanı yayınlandı, 1924’te. Sovyet düzenine saldıran bir anti-ütopya klasiğiydi. Roman, bütün Sovyet yurttaşlarının bir rakam düzeyine indirgendiğini ima ederek sanat aracılığıyla ideolojik savaşı başlattı. Sonra bunu Arthur Koestler’in aynı içerikli Aydaki Karanlık isimli kitabı izledi. Bu eserler, Fransız ihtilaline karşı gelişen muhafazakâr tepkinin yarattığı edebi ürünlerin içeriği ve tarzıyla büyük koşutluk sergiliyordu. Her devrim, karşıtlarını da hareketlendirmekteydi. Koestler’i Karl Popper takip etti. Yeni Zelanda’da bir kilisenin sığınağında Açık Toplum ve Düşmanları’nı yazan Popper, Nazizm ile komünizmi özdeşleştiriyordu. Fakat aynı dönemde Kızıl Ordu, Hitler Faşizmi’ni bozguna uğratınca, romanın etkisi de, yazarın kariyeri de SS subaylarının düzeyine düştü. Popper’in imdadına Friedrich Von Hayek’in aynı içerikli Köleliğe Yol adlı çalışması izledi. 1952’de Jacob Talmon, Totaliter Demokrasinin Kökü’nü yazarak aynı ideolojik temayı sürdürdü. Talmon ütopyacılığın iki türü olarak Nazizmi ve komünizmi incelediğini öne sürüyordu. Polonya’dan kaçarak sonradan Oxford’un beyni diye ünlenen Kolakovski, sosyalizmi ütopyacılığın reel sureti olarak görüyor ve açıkça “(...) bütün bu anlayışların en kötüsü de dünyamızın dokusunu yiyen totaliter kanserin kendini öven ve kendince haklı olan ve ana ideolojinin kaynağı Marksist ütopyadır” diyebiliyordu. Bu dalgaya ürünlerini daha yakından bildiğimiz Havel, Kundera, Michnik, Solzhenitsyn, Simecka gibi karşıdevrimciler katıldılar. Çekoslovakyalı siyaset felsefecisi Milan Simecka, ‘ütopya tarihsel bir aldatmaca aracından başka bir şey değildir. İnsanların kolayca yeni bir köleliğe sürüklendiği bu aldatmaca tehlikeli ama çekici bir gökkuşağı altında başladı’ derken sosyalizmin gücünden duyduğu endişeyi, “Bindokuzyüzseksendört, komünist ütopyanın doğasını doğru kavradığı için dünya edebiyatının en heyecanlı kitaplarından biridir” derken de anti-komünist ideolojik terörün gerekliliğini vurgulamış oluyordu.

Adı geçen bu yazarların tümü de ülkelerinden kovulmuş ve ABD, İngiltere gibi devletlere sığınarak Batı kapitalizminin ideolojik sipahi ocağını oluşturmuşlardı. Bunlar, zamanla Alexis de Tocqueville ve John Stuart Mill gibi klasik liberal ideologlardan gelen bir düşünce geleneği oluşturdular. Oryantalizm, postmodernizm gibi gerici disiplinlerin serüveni bu kaynaklara dayanır. Doğu Bloku’nun çökmesiyle birlikte gündeme gelen Yeni Dünya Düzeni teorisi, bu sistemi yeni durumun ihtiyaçları etrafında güncelleştirdi. Şimdi ütopya bitmişti; fakat iletişim ve bilişim teknolojisindeki büyük gelişmeler, bizatihi ütopyanın sonu geldiğini söyleyen kesimlerin bir ütopya öne sürmelerini koşullandırmaktaydı. Zira liberal kapitalizmin hayatı kolaylaştırdığını, toplumu geliştirdiğini söylemek başka türlü olanaklı değildi. Dolayısıyla “cennetin kapılarını zorlayan dahiyane bir kıyamet teknolojisi” uydurdular. Bu anti-ütopik ütopyanın merkezine Batı’yı koydular. Büyük bir zafer sarhoşluğuyla Batı’yı yüceltirlerken, Doğu’yu mistik ve geri kalmış bir yarımküre olarak aşağıladılar. Oryantalizm, kabaca böyle başlayarak postmodernizme doğru evrildi.

Tarihin ve ideolojilerin reddi, ütopyanın geçersizliğine bağlanmış olduğuna göre, şimdiki dönemin aynı zamanda bir ideolojik savaş dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki, YDD söylemi, soğuk savaş konseptinden ayrılmış, dolayısıyla bambaşka bir teoriyi öne sürmüş olmuyor. Nitekim Fukuyama ve Huntington’da temel kavramların nasıl dejenere edildiğini görmek, oldukça kolaydır. Huntington’un bu açıdan daha talihsiz olduğunu ileri sürebiliriz; zira ‘kültür’ ve ‘medeniyet’ olgularına bakış açısı, sadece bilinçli bir çarpıtmayı değil, aynı zamanda gerçek bir bilgisizliği ve kafa karışıklığını da içeriyor. Edward Said, “aslında Huntington bir ideolojisttir. Medeniyetleri ve kimlikleri olmadıkları bir şeye çevirmeye çalışan biridir. Ona göre medeniyetler ve kimlikler sayısız akımdan (ve karşı akımdan) doğmuş içine kapalı varlıklardır. Bu varlıklar yüzyıllar boyunca tarihin sadece din savaşları ve imparatorlukların fetihlerini değil; mübadele ve paylaşımın kapsamını da mümkün kıldı. Az çok görülebilir durumdaki bu tarih, medeniyetler çatışmasından mütevellit savaş durumunun gerçeğin ta kendisi olduğunu gösterme telaşıyla gözardı edilmiş” derken çok haklıdır. Huntington’un kavram kargaşasını, kavramlar üzerinde oynayarak onlarda yarattığı rol kaybını ve anlam kaymasını örnekleyen sayısız alıntı yapabiliriz. Ne ki bu okur açısından da pek eğlenceli olmayacaktır. Kaldı ki, bu neoliberal ve post-modernist operasyonu çok sayıda dipnotla desteklemekte, gereksiz bir şişkinlik yaratırken, yine Said’in dikkat çektiği gibi, burada da “bütün yaptığı kendi kendisinin kafasını karıştırmak ve ne kadar acemi bir yazar, ne kadar beceriksiz bir düşünür olduğunu sergilemek”ten öte bir marifet gösterememektedir. Ünlü bilimci Galileo, kimi bilim tarihçilerini eleştirirken, “yazdıklarını anlamadan yazan, bu nedenle yazdıkları anlaşılmayan ne çok insan var” demekteydi. Aradan yüzyıllar geçtikten sonra da durum değişmiş değil.

Felsefe, nitelikli ve disiplinli düşünme gerektirir. Siyaset felsefesinin temel kavramlarını kurmak, anlamlandırmak, yeniden üretmek söz konusu olduğunda, muhataplarımızda bu yetiyi göremiyoruz. En önce bir sınıf tanımı yapmak gerekmez miydi? Öyle ya, her kavram üzerine sayfalarca fantezi üreten Fukuyama ve Huntington, antimarksist bir sistem öne sürme iddialarını, marksist teorinin temeli olan sınıf dinamiğine adeta hiç değinmeden nasıl ciddiye alınır duruma getirebilirler? Onların antimarksist bir teori oluşturma savları bile, soğuk savaşın antikomünist reaksiyoner ağzına hale bağımlı olduklarını, dolayısıyla halâ eski bir sorunla uğraştıklarını, bu anlamda değişmiş bir çağın varlığından da söz edilemeyeceğini göstermeye yetiyor. Onlar yine de, insanlığın bir senkrozaman (zamansızlık zamanı) içinde olduğunu öne sürebiliyorlar. Oysa bu kavramı Platon’da da görüyorduk. Aradan geçen binlerce yılı bu durumda yaşanmamış kabul etmemiz gerek. İşte meselenin bütün özü, sınıflara dayalı bir evrensel hareketin yaratacağı başka bir toplumu -bırakalım kurmayı- hayal edebilmeyi bile daha baştan önlemeye dönük çabada düğümleniyor. Devrim, ilk insandan bu yana doğanın nesnesinden hayatın öznesine doğru çağlar boyunca dönüşegelen insanın dinamiğidir. Ütopyanın reddi temelinde geliştirilen neoliberal-post- modern teoriler, bu açıdan praksis gerçeğini gizlemeye dönüktür. Fukayama’nın Hegel yorumu da aynı görüş açısından seçmeci ve maniplatiftir. “Hegel, 1806’daki Jena Savaşı’ndan sonra tarihin sona erdiğini ilan ettiğinde, açıktır ki bununla liberal devletin bütün dünyada zafere ulaştığını ileri sürmek istemiyordu. Çünkü zafer o sırada Almanya’nın bu küçük köşesinde bile henüz güvence altında değildi” diyen Fukuyama’nın tarih kavrayışı spekülatif ve keyfidir. Peki bugün liberal demokrasinin zaferi nerede güvence altındadır? Ortadoğu’da mı, Kafkasya’da mı, Afrika’da mı, hatta Amerika’da mı? Birkaç on yıl sonra bu tezi değerlendiren herhangi bir burjuva ideoloğun Fukuyama’nın Hegel’i yorumladığı gibi Fukuyama’yı yorumlamayacağını güvenceleyen şey ne? Fukuyama aynı kitabının 66. sayfasında “Eğer bugün şu andaki dünyamızdan esastan ayrılan başka bir dünyanın tahayyül edilemeyeceğini ve şu andaki düzenimizde köklü iyileştirmelere gidilmesinin düşünülemez olduğu bir noktaya ulaşmışsak, o zaman tarihin sonuna ulaşmış olduğumuz olasılığını dikkate almak zorundayız” demekte. Neden başka bir dünya tahayyül edemiyor muşuz? Ve bu kadar eminsen, bu olasılık kelimesi de neyin nesi? Fukuyama bunun gibi onlarca sorudan kaçınmakta ustalaşmıştır. O tam da Hegel’in Doğa Felsefesi’nde (Bkz. İdea Yay., sf. 17) “Batı uygarlığının yüzyıllar boyu sürdürülen sömürgeciliği, köleciliği, saldırganlığı, yok ediciliği için usu bastırılmış, sağduyusu bozulmuş bir bilinçten daha elverişli bir destek olabilir mi? Bu bilinç biçimi kuşkucudur. Olgunun gerçek mi, görüngü mü olduğunu ayırt edemez. Ulusalcıdır. Kabilecidir. Etniktir” şeklinde dikkat çektiği durumu özetliyor. Diliyor ki, milyonlarca proleter, bir zamansızlık zamanının görüngül bilincinde yalnız ‘anı’ yaşasın; tarih bilinci ve birikiminden yoksun kalsın. Bunun için başvurduğu akıl yürütme tarzı, efendilerinden yıldızlı pekiyi alacak derecede takdire şayandır. Kitabında “bildik iş bölümü teriminden çok iş örgütlenmesi terimini kullanacağız. Çünkü bu ikincisi (birincisi olmalı-bn) giderek kol emeğinin çok sayıda aptallaştırıcı parça işe ayrılması gibi olası bir anlam kazanmıştır” derken dili saldırgan ve yıkıcıdır. Ama yapıcı ve kurucu bir dildir de bu. Tarih “toplumlar arası bir diyalog olarak tasvir edilebilir” tanımını oluşturan sözcükler dikkatle seçilmiştir. Demek oluyor ki, toplumlar arasında diyaloğun sonuna gelinmiştir. Fukuyama’nın Huntington’un saldırgan ve yayılmacı tezine dayanak oluşturduğunu burada da görüyoruz. Ama zaten kendi tezi saldırgandır. Onun J. J Rousseou’ndan aşırdığı amourpropre (kendine tutkunluk) ve amourde soi (kendini sevmek) kavramları öyle bir yorumlanır ki, burjuva kişilik felsefesinin kurucu ögesinin bencillik olduğu ve devlet teorisindeki karşılığının narsist ve mutlak bir monarşiye denk geldiği rahatlıkla anlaşılabilir. Fukuyama’nın en önemli kavramları olarak öne çıkan Thymos (özdeğer duygusu) ifadesini iktidar arzusu, Megalothymia (kendi gücünün kabul görmesi) ifadesinin mutlak hegemonya, İsothymia (öteki insanlarla eşdeğer görülme) ifadesini tek tip bir standartizasyon olarak yorumlamamak için hiçbir geçerli neden yoktur.

Huntington’un teorisinin temeli olan iki kavram (medeniyet ve kültür) konusunda herhangi bir tanıma, tarife rastlayamıyoruz. Yalnız kültür ile uygarlığı özdeş gördüğünü, bunları statik, donuk, parçalı, monolist bir bakış açısıyla yorumladığını çalışmasının bütününden çıkartabiliyoruz. Kültür ile uygarlığı birbirinden ayırmamakla pek haksız sayılmaz; doğrusu bunlar birbirine çok yakın olgulardır. Ancak belirtelim ki, bu konuda çok iddialı olan, üstelik de incelediği konuyu global politikanın temel paradigması olarak niteleyen birinin kültür ile medeniyet arasındaki nüansları da ele almış olmasını beklerdik. Kültür, insan-doğa diyalektiğini karşılar; insan emeğinin görünümleridir. Medeniyet ise, insan-toplum diyalektiğini karşılar; praksist sürecin görünümleridir. Huntington’un teorisi açısından bu ayrım önemsiz değildir. Bizim yoğunlaşmak istediğimiz öncelikli konu olmaması nedeniyle burayı geçiyoruz. Oysa Samuel Huntington’un bir kara ütopya örneği olarak görülmesi gereken kuramı çok daha temel yanlışların üzerine inşa edilmiş bulunuyor. Doğu-Batı Sarmalında Entelektüel Şiddet başlıklı bölümde söz konusu yanlışların üzerinde duracağız. Burada medeniyet ve kültür sözcüğünün etimolojik kökeni açısından bazı vurgular yapmakla yetineceğiz.

Bilindiği gibi, Huntington, Batı ve Doğu medeniyetini kesin bir şekilde birbirinden ayrı kategorize ediyor. Oryantalizmin ve auro merkezci tarih anlayışının politik neoklasiği olarak değerlendirilebilecek Çatışan Medeniyetler ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması başlıklı kitap, baştan sona bu yanlış sınıflandırmayı tahammül edilebilir hale getirmeye hasredilmiştir. Fakat gerek kültür, gerek medeniyet kavramlarının etimolojik analizi bu çabanın gerici, antibilimsel olduğunu söylüyor.

Emek, uygarlık, kültür gibi kavramların Batı ve Doğu dillerindeki kaynakları ortaklık sergilediği gibi, bu kavramların yer yer ayrıldığı noktalar da Doğu-Batı farkına göre değildir. Örneğin Rusya kültürü Huntington’un teorisinde esas olarak Avrupa dışında değerlendirilmiş olmasına rağmen, Rusça’da ‘rab’ köle, Arapça’da ise tanrı anlamına yakındır. Bu kavram demorcation (ayrım çizgisi) özelliği sergiliyor; çünkü Doğu’nun temel inanç sisteminin ve dilinin mutlak özdeşliğini geçersiz kılıyor. Yine İbranice’deki abadah/avadah kelimesi, emek kavramına karşılık gelir. Babillerde abdu/abdi sözcüğü de aynı anlamı içerir. Kıptice’de söz konusu anlam uba kelimesinde karşılık bulur. Bilindiği gibi Arapça’da da bütün insan isimlerinin ortak unsuru ‘abdu’dur; yine zanaat, çalışma, köle, işçi gibi özgül ve ayırdedici anlamlarına çok sonra kavuşan kavramları ifade eder. Oysa Huntington’un tezinde İbranilerle Araplar arasındaki kültürel çelişki, neredeyse antagonist düzeydedir. (Aslında auro merkezci tarih ve kültür anlayışı açısından bu çok yeni bir durumdur; aşağıda değineceğiz.)

Kültür kavramı Latince’de ‘colere’ fiiline dayanır. Çevirmek, toprağı altüst etmek, tarlayı sürmek anlamındadır. Avrupa dillerindeki ‘agricuntura’ kelimesi de tarım anlamına yakındır. Eski Hintçe’de ‘ajras’, Grekçe’de ‘agros’, Latince’de ‘ager’, Gotça’da ‘agrıs’, Zazaca’da ‘ega’, Kırmanice’de ‘ajotin’, Yunanca’da ‘agei’ sözcükleri de tarım ve hayvancılıkla ilgilidir. Görüldüğü gibi kül tür kavramının temelleri hem Batı’da, hem Doğu’da tarım toplumunun yaşam biçiminden türeyen ortak ifadelere yaslanıyor. Burada Roma ile Rus kültürü arasındaki bir başka benzerlikten ve özgünlükten söz etmeliyiz. Rusça’da ‘kultura’ kelimesi, bir üst boyuta sıçrayarak iş tarzı, genel yetenek düzeyi anlamına gelir ve modernizmin literatürüne çok yaklaşır. Romalılarda da benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Roma toplumunda anlama (intellengere) ve tartışma (disserere) entelektüel bilinçle ilgili sözcükler olmakla birlikte, tarımsal sözlükten gelirler. Asıl anlamları hasat etme ve tohum ekmedir. Diğer yandan Romalılarda colere fiilinin içine animus sözcüğü de girer. Cultura animi sözcüğü, eğitim ve öğretimle anlam denkliğine kavuşur. Roma İmparatorluğu’nun gelişkin köleci yapısı, tarla işinin ve kol emeğinin artık bir köle uğraşı halini aldığı tarihsel bir parametre olduğu için, bu türden bir anlam kaymasının sosyoekonomik zemini vardır. Dolayısıyla toprak kültürü kölenin, eğitim-öğretim seçkin sınıfın kültürü olarak görülür. Anlaşılacağı gibi kültür sözcüğünün uygarlık sözcüğüne yaklaştığı ve sömürücü sınıfların görüş açısından egemenleşmeye başladığı yer burasıdır.

Medeniyet (ya da uygarlık), Batı dillerinde civilization kavramına dayanır. 17. yüzyılın sonuna kadar aynı anlamı police sözcüğü ifade etmekteydi. Her iki kelime de kent anlamına gelir. Arapça medeniyet sözü de medine kelimesine dayanır ve şehir demektir. Oysa Arapça gibi semitik bir dil olmasına karşın, İbranice’de şehir anlamını karşılayan sözcük ‘din’dir. Bu kelimenin kaynağı ise, Sümerce’deki ‘dı’ fiiline dayanır.

Anlaşılacağı gibi, kültür ve medeniyet kavramlarının oluşumu hemen bütün medeniyet ve kültürlerde tarım ile kent olgusuna dayanmakta, ortak seslerden beslenmektedir. Durant’ın söylediği gibi, “uygarlık köylünün kulübesinde başlar, çiçeğini ise ancak kentler yer” (bkz. Gürdal Aksoy, İnsan, Kültür ve Uygarlık, Avesta Yay). Asya’daki tarımsal kentlerin Avrupa’daki sanayi kentlerin en önce kurulduğu kesindir. Medeniyet Eski Doğu’da tarımsal kentlerde, Antik Batı’da ise endüstriyel kentlerde cisimleşir. Bütün bunlar ortadayken insanlığın kolektif birikimini karşı karşıya koymak, üstelik Batı’nın daha üstün olduğunu ileri sürmek bönce bir cahilliktir. Bu cahillik bize Hegel’in şu sözlerini hatırlatıyor: “Düşünceler, hele spekülatif düşünceler söz konusu olduğunda, terimlerin sadece gramer anlamını kavrayıp bunları tasarım alanına kadar derlemekten çok daha başka bir anlama gelir anlamak. Dolayısıyla da insan, filozofların önermelerini, fikirlerini bilebilir ve bu fikirlerin açıklamalarıyla ilgilenmiş olabilir. Bütün bu çabalara rağmen en temel noktayı, yani önermelerin ruhunu her zaman kavramış olduklarını düşünemeyiz. İşte bunun içindir ki, elimizde bol ciltli ve pek bilgiççe yazılmış birçok felsefe ve kültür tarihi bulunmaktadır. Ama bunlarda asıl uğraştıkları konunun bilgisi eksiktir. Bu tarih yazarlarının bir müzik parçasını bütün seslerini işitip de bir tek şeyi, o seslerin arasındaki uyumu kavrayamamış hayvanlara benzetebiliriz”. Durum hem eğlenceli, hem acıklıdır. Geothe’nin dediği gibi, “parçalar yan yana olsada/eksiktir tinsel bağ”... Yani biraz duman, biraz kül, biraz hüzün, biraz mizah. Avrupa edebiyatının ve felsefesinin iki doruğu Hegel ve Goethe, auro merkezci kültür teorisyenlerinin Avrupa medeniyetini bile gerçekte idrak edemediklerini haber veriyorlar.

Doğu Batı Sarmalında Entelektüel Şiddet

Araplar alkol damıtmayı öğrendiler. Ama bununla Amerika’nın asıl sahiplerini (yerlileri-bn.) ortadan kaldıracak bir silah yarattıklarını bilmiyorlardı. (Engels, Maymundan İnsana Geçiş’te Emeğin Rolü)

Batı’nın tarihe bakış açısı 20. yüzyılın ortalarına kadar antisemitik öğelerle doludur. O dönemin Doğu’su aynı zamanda Yahudi’ydi de. Fakat 1948’de İsrail’in bir gecekondu gibi kurulması auro merkezci teorilerde rötuşu zorunlu kılarak oryantalizmin ideolojik enstrümanlarında kimi değişiklikleri gündeme getirdi. Emperyalist ideologlar tarihi yeniden yazarken sanal bir sayfa açıyor ve kapitalizmin suçlarını temize çekiyorlardı.

Doğu düşmanlığının en önemli ideolojik, siyasal, felsefi paradigması Nazizmde anlam buldu. Hitler döneminin Alman tarihçileri, antropologları, etimologları ari ırk teorisi icat etmek için az mesai yapmadılar. Onlar Avrupa kökenli “Aryen”lerin bütün o Asya’lı, Sami ve Afrika’lı “aşağılık” yaratıklarına karşı dehşetli bir savaşın pahasına Himalaya eteklerinden Yunan’a, oradan da antik Cermanya’ya varmak üzere taşıdıkları “ırksal saflığın” ne kadar da büyük bir üstünlük olduğunu anlatıp durdular. Bu üstünlüğün kanıtı geliştirilirken elbette korkunç bir kafatasçılığın temelleri yalnız teorik düzeyde atılmış olmakla kalmıyor, sosyal hayatın ortasına da konulmuş oluyordu. Bugün Huntington’un Medeniyetler Çatışması, benzer bir özellik sergilemekle (Doğu karşısında Batı kültürünün üstünlüğünü savunarak, dahası Doğu’yu bir tehdit unsuru olarak tanımlayarak) biten tarihin sonunda bile burjuva ideologların Hitler cephaneliğinden vazgeçmediklerini açığa vurmuş oluyor.

Kuşkusuz Huntington’un da referansları vardır. Belçikalı Henry Prienne Muhammed ve Şarlman (1939) adlı incelemesinde ilk büyük Arap- İslam işgalini çözümler. Der ki, “bu işgaller Akdeniz’deki antik birliği parçalamış, Hristiyan-Roma sentezini bitirmiş, yeni bir ‘medeniyet’i tetiklemiştir.“ Prienne biten sentezin yerine kurulan yeni medeniyetin ( ki bizce bu, narsist Auro kültürün temelidir) görevini “Batı’yı kültürel düşmana karşı korumak” olduğunu söyler. Oysa diğer yandan Doğu, bir bakıma Batı’nın kalbindedir. Dante’nin ‘cehennem’ tahayyülünün tam merkezinde Muhammed yok mudur? Arap tarihinin iki modern şehri olarak İskenderiye’yi, Beyrut’u Avrupa’nın sosyolojik fotoğrafından çıkarmak olanaklı mıdır? Günümüzde ABD’de, Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da, İsveç’te yaşayan milyonlarca Asyalı’yı nasıl değerlendireceğiz? Hint, Çin, Japon kültür evreninin inanç sisteminden beslenen sezgiye dayalı ibadet sistemlerinin, sağaltım yöntemlerinin Batı’da merkezi eğitim kurumlan aracılığıyla yaygınlaşması neye işarettir? Avrupa edebiyatının son on beş yılındaki belirgin temanın mistisizm oluşu gerçekten de Doğu kültürünün istilasıysa, bu yapıtları ödüllendiren Batılı “saygın” jüri kurullarını Asya kültürünün casusları olarak mı nitelendirmek gerek? Acaba Amerika’daki David- yanlar tarikatı, Guyana’daki Rev.Jim Jones tarikatı, Japonya’daki Aum Shırinkya tarikatı birbirinden ne kadar farklı; hem istihbarat teşkilatlarıyla bağlantıları açısından, hem de sosyo-kültürel çerçevesi açısından... Başlı başına çarpıcı bir model olarak İsrail’i nasıl yorumlayacağız? Sorular uzatılabilir, her biri kendi başına kapsamlıca irdelenebilir de. Bu soruların yanıtı, Batı ve Doğu kültürünün benzeşliğini ortaya koymayacaktır elbet. Böyle bir özdeşlik aramadığımız gibi, bu tarz bir gerekliliği talep etmenin akılcı tarafı da yoktur zaten. Batı merkezci bir sosyal gözlemci olmasına karşın Alan Ryon, “insan yaşamı sadece belli bir yüksekten bakıldığında büyük görünüyor. Aslında insan yaşamının çoğu görünmezdir ve Japonya ile Amerika aynı sosyopolitik sistemin örnekleridir” deme nesnelliğini gösterebiliyor. Oysa Huntington’larda o kadar namus yoktur. Kültürler, onları oluşturan kurucu dinamiklerin özgünlüğü kadar birbirinden farklı ve zengindir. Yalnız Asya ya da Avrupa’nın değil, bunların her birinin kendi içindeki parçaları da birbirinden farklılıklar sergileyebilir. Sorun, uygarlığı çatışan özneler olarak parçalayan ve bunlardan birini düşman olarak ilan eden ideolojik önyargıları tez düzeyinde ileri süren ve üstelik bu tezleri askeri stratejilerin zemini olarak genelleyen emperyalist zihniyettir.

Huntington tezi, yükselmekte olan ırkçı dalganın teorik öncüllerini oluşturuyor. Zira Konfüçyüsgil (Çin ve Japonya), Bantu (Siyah Afrika), Rusya ve Doğu Afrika gibi ayrımların temeline dayanan bir ana çatışma stratejisinin oluşturulduğu yerde göçmenler ve sürgünler hedef gösterilmiş oluyor. Bugün Amerika ve Avrupa’da ırkçı dalga yükselmekte, bu ülkelerin siyasetinde yeni sağ teorilerin geliştiği görülmektedir. Söz konusu çatışma stratejisi, uluslararası sistemde de dikkate değer bir konum sergiliyor. Dolayısıyla Huntington, Fukuyama, Brzezinski’nin görüşleri çok önemli bir askeri siyasal amaca bağlıdır. Pragma- tik Felsefenin Paradigması ve Çatışan Kuvvetlerin Geleceği başlıklı bölümde bu konuyu irdeleyeceğiz. Şimdi şu meşhur Batı’nın ayrıcalığı tezine dönelim.

Kültür ve uygarlık, hem başında hem sonunda, üretim ilişkilerinin alanına giren olgulardır. Ülkelerin toplumsal maddi yapısı ve halkların geleneksel inanç sistemi, kültürün sınırlarını ve kapsamını belirler. Hiçbir toplum (ilkel kabileler bile) kültürsüz değildir; her sosyal ortam bir üretim biçimine, bir yaşantı tarzına dayalıdır. Batı Avrupa’nın ve Amerika’nın teknolojik üstünlüğü, daha ileri bir üretim ve tüketim biçimine sahip oldukları gerçeğini doğrular. Fakat övülüp durulan Batı kültürü, siyasal ve toplumsal üstünlüklerini devrimlere borçludurlar. Avrupa aydınlanması, insanlığın atılım çağları arasında parlak ve ışıklı bir sayfadır; ancak bu aydınlanmanın sınıfsal bir devrimin ürünü olduğu unutulmamalıdır. Burjuvazi iktidarı feodalizmden emekçi sınıfların toplumsal mücadelesi sonucunda ele aldı ve alır almaz da gericileşti. Maddi üretim ilişkileri üzerinden şekillenen kültürün artık sınıfsal bir nitelik taşıdığı sosyal bilimlerin temel önermelerinden biridir. Huntington’ların fantastik teorileri bu gerçeği değiştiremiyor. Egemen sınıfın kültürü sömürücü ve yağmacıdır; bunu aydınlanma sürecinden hemen sonra gericileşen burjuvazinin modern tarihinden de biliyoruz. Liberal demokrasinin zaferi olarak kamufle edilen emperyalist iktidar, bugün yozlaştırıcı bir tüketim kültürünün hegemonyasını bütün sömürgelerine dayatıyor. Ama bu, emperyalist devletlerin yurttaşı durumunda bulunan ülke insanlarının kültürel açıdan daha şanslı olduğunu göstermiyor. Tüketimcilik ve bencillik, ahlaki çürüme, manevi değerlerin yozlaşması, öncelikle buralardan başlıyor. Brzezinsky şöyle söylüyor; “günümüz demokrasileri kuşkusuz mücadele etmek zorunda oldukları çok sayıda derin problemle karşı karşıyalar. Uyuşturucu kullanımı, barınaksızlık, suçluluk, çevre kirlenmesi ve aşırı tüketimcilik bunlardan bazılarıdır. Ama bu problemler, liberal ilkeler temelinde tamamen çözülebilirdir ve bunlar, seksenli yıllarda komünist devletlerde tanık olduğumuz gibi bütün toplum sisteminin çökmesini kaçınılmaz yol açacak kadar ağır sorunlar değildir.” Kültürün sınıfsal içeriği yine es geçiliyor. Sanki evsizlik ve yoksulluk, uyuşturucu ve kültürel dejenerasyon, çevre kirliliği ve kapitalist endüstri, aşırı tüketimcilik ve serbest piyasa ekonomisi birbirinden bağımsız olgulardır. Sanki bunların hepsi de Sovyet Birliği ve Doğu Bloku halklarının başına geriye dönüş süreciyle birlikte musallat olmamışlardır. Brzezinsky, neoliberalizmin çıkmazını tartışmak yerine, tekelci kapitalizm sistemiyle özdeşleşmiş büyük toplumsal sorunları sosyalizmin sorunlarıymış gibi ima etmekte hiçbir ahlaki sakınca görmüyor.

Dahası var; yere göğe sığdırılamayan kapitalist demokrasi ve medeniyet düzeyinin bütün pozitif parçaları da sosyalizmin ve mücadele eden halkların ürünüdür. Burjuvazi hiçbir sosyal hakkı, hiçbir demokratik kırıntıyı kimseye lütfetmedi; tersine bunlar, savaşa savaşa kopartılıp alındı. Yine kapitalizmin sosyal devlet anlayışı ve burjuva demokrasisi çerçevesi, sosyalizm deneyimlerinin baskısı altında gerçekleşti. Öyle olduğu içindir ki, şimdi Brzezinsky “artık yarış bittiğine, marksizm de öldüğüne göre, artık liberalizmin sınırlılıklarını kabullenmek tehlikeli de değildir, politik açıdan yüksek maliyet de getirmez. Şimdi o aşamaya giriyoruz. Totaliter ütopya tehlikesi kalktığına göre, her şeye izin veren bolluk düzenini liberal toplamlarımız için ne gibi tehlikeler taşıdığını görmek daha kolaydır” (Brzezinski, Esnek Batı’nın Zayıf Surları). Demek oluyor ki, kadife eldiveni artık elimizden çıkartabiliriz. Sosyal devleti tasfiye edebiliriz. Merkezinde özelleştirmenin durduğu vahşi kapitalizmin uygulamalarından kaçınmak için neden kalmadı. İşsizlerin, işçilerin, evsizlerin kapitalizme karşı model olarak ileri sürecekleri bir sistem artık olmadığına göre, emperyalizmin yüksek çıkarları için, milliyetçiliği de hortlatabiliriz, dinciliği de. Yeni Dünya Düzeni ideolojisinin muhafazakâr rengini temsil eden bu şaşkın stratejistin öğretmeni ünlü Kissinger’dir. McCarthy’cilikten Pax Amerikana’ya, oradan Yeni Dünya Düzeni’ne uzanan bu gelenek aslında Nazizmin devamıdır. Nitekim Seattle, Davos, Washington’da demokrasi ve adalet isteyen kitlelerin üstüne liberal demokrasinin hangi saldırganlıkla yürüdüğünü gördük; bu teorilerin pratiğine de tanık olduk.

Huntington’la ise sorunumuz biraz başkadır: Ona övüp durduğu Batı kültürünün kaynaklarının aşağılayıp durduğu Doğu kültürü olduğunu öğretmek istiyoruz. M. Bergman, ölümünden kısa bir süre önce arkadaşı Morveu’ya gönderdiği mektupta der ki, “bilgili olanlar her zaman bilgilidir; cahiller ise böylece daha çabuk öğrenirler”. Çok şükür, ölmek üzere olduğumuzu hissetmiyoruz. Üstelik bu satırları arkadaşımıza değil, narsist ve hiperukala bir zihniyetin cahil üyesine yazıyoruz. Huntington, boyuna posuna bakmadan, Asya toplumlarının kültürüne metafizik hücum tekniğiyle öyle bir şamar indirmektedir ki, sanırsınız vuruş hızını Newton’un hesaplaması bile olanaksızdır. Bu bilinçsiz özgüvenin sahibi emperyalist sistemin Batı toplumlarının bütün ilerici kültürel değerlerini bile çürüten, bayağılaştıran bir niteliksizlik içinde olduğunu hatırlamayacağımızı zannediyor. Ama asıl mesele, Batı kültürü diye ifade edilen şeyin Doğu’dan beslendiğini ya bilmemesi, ya da bilinmiyor olduğunu var- saymasıdır. Şimdi onu açıklayalım.

Voltaire, İsaac Newton’un Önemi başlıklı makalesinde “eğer bir cismin başka bir cismin merkezine doğru nasıl yöneldiğini anlayamazsanız, bir cismin diğerini hangi kuvvetle ittiğini de anlayamazsınız” der. Bu, hızın kuvvet etkisiyle değiştiğini söyleyen çekim yasasıdır. Çekim ve itki yasaları yalnız mekanik hareketin temel dinamiklerinden biri olmakla kalmaz; organik hareketle ilgili de kimi fikirler verir. Özellikle kültür gibi yaşayan, değişen, değiştiren bir organizma açısından bu temel yasanın önemi iyiden iyiye artıyor. İletişim araçlarının 21. yüzyıldaki işlevi, düzeyi ve şiddeti oldukça özgün durumlar yarattığı ve pek- çok açıdan kapsamlı bir irdeleme gerektirdiği için, günümüzde değişik kültürler arasındaki ilişkiyi tartışma dışı bırakıyoruz. Fakat yine de -değişik tarihsel dönemlerde, değişik üretim ilişkileri ortamında, değişik derecelerde farklılıklar taşımakla birlikte- şu genellemeyi yapmakta sakınca yoktur: Değişik ulusal ve yerel kültürler daima karşılıklı bir etkileşim içinde olmuşlardır. Hele Batı kültürünün temelleri, belirgin bir etkinin yatay/dikey besleme süreçlerinin ürünüdür.

Yeryüzünde sayısız kültür vardır. Fakat toplumlar (ve burada aynı anlama gelmek üzere uygarlıklar) tarihi dünden bugüne incelendiğinde, bu kültürlerin kaynağında altı başat kültür bulunduğu görülecektir: Antik Mısır, Antik Yunan, Roma, Hint, Çin, Pers... Daha yalın ve daha köklü bir sınıflandırmaya gidildiğinde (burada bu tarz bir yalınlaştırmanın/tasnifin hangi ölçütlere göre yapılacağına değinmeyeceğiz) söz konusu altı kültür ikiye indirilebilir; Antik Mısır ve Hint kültürü. Antik Mısır, Batı kültürünün temel kaynağıdır. Hint kültürü ise, Doğu kültürünün başat dinamiğidir. Bir kültürün başat olup olmadığı, o kültürün kendisinden sonraki kültürleri etkileyip etkilemediği, dünya görüşü ve yaşam biçimini belirleyip belirlemediğine göre saptana bilir. Hint kültürü bir sezgi dili, Antik Mısır ise daha çok bir akıl dili yaratmıştır. (Anadolu’da akıl ile sezgi bir sentez, bir bağdaşlık, bir denge unsuru olarak birlikte vardır.)

Mısır kültürünün Batı medeniyetlerinin kaynağı olduğunu hem antropolojik, hem etimolojik verilerden biliyoruz. Mısır’daki Menfis tapınakları birer ideolojik üretim merkezi gibi işler. Orada bir rahipler sınıfı, bir kültür aristokrasisi vardır. Rönesans sonrasının aristokrat görenekleriyle söz konusu aristokrasinin hiyerarşik konumu arasında büyük benzerlikler bulunur. Menfis’teki rahipler sınıfının tahtı ‘burg’, burjuva sözcüğün kökenidir ve taht anlamına gelir.

Batı’nın yetiştirdiği en önemli ütopyacılardan Thomas Campanella’nın başyapıtı Güneş Ülkesi, Mısır uygarlığının izlerini çok belirgin taşır: Mısır kültüründe önemli bir unsur olarak bilinen Helopolis, Güneş Kent anlamına gelir. Thales’in de eğitim gördüğü Helopolis Okulu, Nil Nehri’nin öğretisini geometri, mühendislik gibi pozitif bilim alanlarında da cisimleştirir. Nil Nehri, çok önemli bir uygarlığa yataklık etmiştir. Avrupa merkezci kültür teorisyenlerinin “despotik bir su uygarlığı” olarak gördüğü Mısır medeniyeti, piramitleri oluşturan geometri dehasının beşiğidir. Merkezdeki ateş anlamına gelen piramit, aslında büyük bir güç gösterisidir. Rasyonel gücün gösterisi... Pi, çevredir, çaptır; ama sabittir ve Mısır kültüründe birinci tanrıdır. Ratio’nun oran/oranlaştırma anlamına geldiğini de göz önünde bulundurduğumuzda, burada insan aklının tanrılaştırılmış olduğunu çıkarsamak, zor olmayacaktır. Yine ‘goros’ kelimesinin aydınlatıcı manasına geldiğini, Pitagoros’un ‘Pi tanrısının aydınlatıcısı, rahibi’ demek olduğunu biliyoruz. Avrupa’daki kilise düzeni ve aydınlanma birikimi, Mısır kültüründen hiç de uzak değildir.

Huntingtonlar, analitik geometri denilince Decartes’i, logaritma denilince Napier’i, diferansiyel denilince Leipniz’i hatırlamayı teorik donanımları için iyi bir düzey olarak değerlendirebilirler; ama Mısır ve Fenikeliler denizciliği Akdeniz’in bütün metre karelerine yaydıkları halde, bunları görmezlikten gelemezler. İbn-i Haldun’u, İbn-i Rüşd’ü, İbn-i Sina’yı da görmezlikten gelemezler. Aşağıladıkları Afrika’nın “Aslanlar kendi tarihlerini yazıncaya kadar, avcıların hikayesini okurlar” sözündeki anlamın üstünden de atlayamazlar. Değinmeyi asla ihmal etmedikleri Helen Medeniyeti’nin Kara Afrika’dan beslendiğini, Avrupa’yı ancak M.Ö 450’den M.Ö 300’e kadar etkilediğini, bunun da Efes, İzmir, Antiyokya’yla sınırlı olduğunu, asıl etkinin Mısır’dan geldiğini yazmak zorundayız.

Samir Amin, Emperyalizm ve Kültürelcilik Birbirini Tamamlıyor başlıklı makalesinde, Huntington’un teorisini eleştirirken şunları yazar: “Biz hangi kültürler hakkında konuşuyoruz? Huntington Batı’lı (katolik ve protestan) müslüman- konfüçyüsçü (konfüçyüsçülük bir din olmamasına rağmen), Japonluk (fiintoist ya da konfüçyüsçü) Hindu, Budist ve Ortodoks Hristiyan olarak tanımladığı kendisinin yedi grubu için dini temel almıştır. Huntington bugünün dünyasındaki belirgin bölünmeleri potansiyel olarak açıklayan kültürel boşluklarla ilgilenmektedir. Örneğin Japonları diğer konfüçyüsçülerden, ortodoks hristiyanları Batı’daki hristiyanlardan ayırma gereği duymasının nedeni hakkında hiçbir şüphe yoktur. Bu ikinci ayrımın nedeni acaba Huntington’un açıkça ve kapalıca ilgilendiği dışişleri stratejisinde Rusya’nın Avrupa’ya potansiyel entegrasyonunun gerçek bir kabus olarak algılanmasından dolayı mıdır?”

Amin’in itirazı yerinde ve ayrıca son sorusu önemlidir. Ne ki gerçek, Amin’in iyi niyetli kuşkusunun ima ettiği olgu kadar basit değildir. Huntington’un ve öteki kafadarların teorisi, çok daha boyutlu bir askeri siyasal stratejiye odaklıdır.

Pragmatik Felsefenin Paradigması Ve Çalışan Kuvvetlerin Geleceği

Serbest Rekabetin hayvanlar dünyasının normal durumu olduğunu tanıtladı Darwin. Orada da üretim ve dağıtım, planlı ve denetim altında değildir. Kıyasıya bir yaşama savaşı vardır. Büyük balık küçük balığı yer. (Engels, Doğanın Diyalektiğine Giriş)

Platon’un üç töz olarak ileri sürdüğü hava, su, toprak üçlüsünün YDD gericiliğindeki karşılığı petrol, su, doğalgazdır. Ortadoğu ve Kafkasya bu rezervlerin yatağı durumunda olmakla çelişkilerin ve çatışmaların eksenini oluşturuyorlar. Siyasal gözlemci Arundhati Roy, “Afganistan’ın Kuzey Batı sınırındaki Türkmenistan, dünyanın üçüncü en geniş gaz rezervlerine ve altı milyar varillik petrol rezervlerine sahip olduğunu ve uzmanların bunun Amerika’nın önümüzdeki otuz yıllık (ya da gelişmekte olan bir ülkenin birkaç yüzyıllık) enerji ihtiyacı için yeterli olduğunu söylediklerini” aktarıyor (bkz. ABD Terör ve İslam, Vadi Yay. sf. 52). ABD’li yetkililerin Türkiye’de ve Türki Cumhuriyetlerde Atatürk propagandasına durduk yerde niye giriştikleri anlaşılıyor. ABD’nin ‘ebedi’ ikinci başkanı ve petrodolar endüstrisinin esas oğlanı, Fukuyamaların finansörü Dick Cheney’in yeniden muazzam bir pazara dönüşen Kafkasya karşısında ayaklanan iştahı ona “Hazar gibi aniden stratejik önem kazanan bir bölgeye sahip olduğumuz başka bir dönemi hatırlamıyorum. Sanki fırsatlar bir gecede ortaya çıktı” dedirtiyor. Savaş bittiğine göre, şimdi ganimeti bölüştürmenin zamanıdır.

Ancak büyük ganimetleri bölüştürmek de bir savaş yapmayı gerektiriyor. Üstelik savaşın sadece yoğunluğu bitmiştir, kendisi değil. Şimdi bütün mesele çatışan kuvvetlerin geleceğini az çok öngörebilecek bir stratejik hesap yapmakta somutlanıyor. Brzezinsky, Rusya-Çin-Japonya arasında gelişebilecek olası bir ittifaktan ABD adına duyduğu kaygıyı dile getirirken “böyle bir ittifak Orta Asya haritasını ortasında dikdörtgen gibi uzanan koskoca bir alanda bir şiddet girdabı yaratabilir. Bu alan doğudan batıya uzanırken, sınırları Balkanların bitişiğindeki Adriyatik Denizi’nden, Sinkiang eyaletindeki Çin sınırına dayanabilir. Güneyden kuzeye de Basra Körfezi çevresinden Ortadoğu’nun çeşitli kesimlerini kucaklayarak, İran, Pakistan ve Afganistan’ı kaplayıp Rus-Kazak sınırından kuzeye geçebilir, Rus-Ukrayna sınırına kadar dayanabilir. (...) Siyasi uyanış içinde olan, etnik ve dinsel hararetin yoğun olduğu bölge, çatışan uygarlıklar girdabının coğrafi merkezidir. (...) Kitle imha silahlarına sahip olmuş ya da olmaya çalışan ülkelerden yarısını bu Avrasya bölgesinde bulunması bir raslantı değildir. (...) Bence bu bölge, nükleer silahların bundan sonra ki kullanılışını göreceğimiz bölge olacak” (Zıbıgıniev Brzezinsky, Yüzyılın Sonu, Türkiye İş Bankası Yayınları, sf. 52) diyor. Bu manidar açıklamayı Huntington’un “Bir yandan Batı, diğer yanda Doğu Asya’nın Konfüçyüsçü toplumları, öte yanda da müslüman dünya var ki, bu hatların geleceğin savaş hatları olabilir. Bu tür uygarlık uyuşmazlıkları, çağdaş dünyadaki anlaşmazlıkların gelişiminde son aşamadır” sözleri tamamlamakta. Emperyalizmin felsefesi özetle pragmatizmdir ve temel paradigmasını saldırgan yayılmacılıkla belirlemiştir. Huntington bu tür anlaşmazlıkların çağdaş dünyanın gelişiminde son aşama olduğunu söylerken söz konusu pragmatizmin teorik bir örneğini de sunar ve bu uyuşmazlıkların 1648 yılındaki Westphalia Barışı’yla ortaya çıktığını, beş yüz yıl boyunca önce prensler arasında, sonra ulus devletler arasında, ardından ideolojiler arasında hüküm sürdüğünü iddia eder. Dikkat edilirse, bu kadar zaman boyunca anlaşmazlıklar asla ve katiyen sınıflar arasında olmamıştır! En fazla ideoloji diye geçiştirilebilecek soyut nosyonal şeyler arasında olmuştur!

Lenin “kim gerek Avrupa’nın, gerek Asya’nın deneyimlerinden sonra sınıflardan bağımsız bir tarihten söz ederse o kafese kapatılıp bir Avustralya kangurusunun yanında sergilenmeyi hak eder” der. 1648 Westphalia Barışı’ndan bu yana Asya’da ve Avrupa’da bu kadar deneyim biriktikten, üstelik YDD savının havları on yıl dolmadan döküldükten sonra artık o Avustralya kangurusunu kafesinden çıkartıp yerine Huntington’u koymak devrimci bir eğlence olacaktır. Çünkü “Modern uygarlık dediğimiz barbarlığa ilgisiz kalabilmek için kendini, bilincini, usunu uyuşturmaktan, insan duyarlılığını köreltmekten, salt bir insan olmanın sonsuz değerini unutmaktan başka bir yol var mıdır? Analitik felsefe denilen kuşkucu irrasyonalizm, modern batı kültürünün en sinsi ideolojisidir. Çoktandır dünya kültürünü teslim alan protestan tinin töresiz, tüzesiz, açgözlü, anamalcı gözünün gereksindiği irrasyonalizmin beslenmesinden başka bir tarihsel işlevi yoktur. Gerçeklikten, insan değerlerinden soyutlanmış bir insanlıkta başka hangi insanlık modern us dışı varoluş ya da yokoluş biçimleri ne duyarsız kalabilir, dayanabilir, katlanabilir?” (Hegel, Doğa Felsefesi, İdea Yay., sf.17) İşçi sınıfı ve emekçi milyonlar, çatışan kuvvetlerin geleceğinde asıl anlamlı güç olarak yerini bulacaktır. Daha bir süre uluslararası jeopolitik çekişmelerin sömürgeci güçler arasında yaşanacağını izleyecek oluşumuz, bu gerçeği reddetmeye yetmiyor.

Yeniden Amin’in iyi niyetli, ama başarısız sorusuna dönelim. Başarısızdır, zira sorunun yanıtı o soruyu o tarzda sormayı geçersizleştirecek şekilde Huntington’da vardır. “Parçalanmış ülkeler dediğim ülkelerle işbirliği geliştirme imkanımız vardır. Özellikle Rusya’yla. Bu ülkelerin Batı karşıtı Bloklara girmemek için gerekli ekonomik ve güvenlik nedenleri vardır” diyor Huntington. Muhterem kendi kendisiyle çelişmektedir. Görüyoruz ki, Rusya’nın Batı karşıtı bloklara girmemek için sayılan nedenleri arasında “kültürel neden”den söz edilmiyor. Kendisine göre asıl çatışmanın özü kültürel uyuşmazlık olduğuna göre, Batı kültürünün içinde yer almayan Rusya neden Batı Bloku’na girecek olsun? Daha önemlisi yine kültürel açıdan Batı harici olan bir medeniyet hangi güvenlik nedeninden dolayı Batı Bloku’na dahil olmayı istesin? Teorinin amacının ortaya çıktığı yerde teori çözülüyor. Anlıyoruz ki, aslında medeniyetler çatışması bir hikayedir; baskına giden bir birliğin düşmanını yanıltmak amacıyla ters yönden açtığı ateş olduğunu söylemek, belki daha açıklayıcıdır.

İkinci emperyalist paylaşım savaşından bu yana ABD’nin yakıp/yıktığı, bombaladığı ülkelerin listesine bir bakın: Çin (1945-46, 1950-53), Kore (1950-53), Guatemala( 1954,1967-69), Endonezya, (1958), Küba (1959-60), Belçika Kongosu (1964), Peru (1965), Laos (1964-73), Vietnam (1961-73), Kamboçya (1969-70), Grenada (1983), Libya (1986), Elsalvador (1980), Nikaragua (1980), Panama (1989), Irak (1991-99), Bosna (1995), Sudan (1998), Yugoslavya (1999), Şimdi de Afganistan ve yeniden Irak. Medeniyetler Çatışması da, Tarihin Sonu da, liberal demokrasinin zaferi de budur. ABD’nin (Huntington’un düşman medeniyetler olarak gördüğü) Asya ülkelerine yönelik silah ihracatı 1992’nin rakamlarıyla 60 milyar dolardır. Körfez Savaşı’ndan sonra sadece Suudi Arabistan’a satılan silah tutarı 22 milyar dolardır. Hangi demokrasiden, nasıl bir uzlaşmaz anlaşmazlıktan söz ediliyor? Gerici devletler arasındaki çatışma ve pazarlıklar ortadayken; birbirlerinin kültürlerinden değil, devletlerin politikalarından acı çeken halklar hangi yüzle “anlaşamayan uygarlıklar” olarak nitelenebiliyor?

İran Cumhurbaşkanı Hatemi “medeniyetler arası diyalog” diyerek, Türk devleti ise “medeniyetler buluşması”na ev sahipliği yapacağını ilan ederek bu jeostratejide nasıl bir yer alacaklarını belirlemeye çalışıyorlar. Süren görüşmelerden, yapılan toplantılardan çıkan hangi bildirge, yaşanmakta olan sürecin esasen askeri ve siyasal boyutlardan oluştuğunu gizleyebiliyor? Şimdi iş, soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı oluşturulan ‘yeşil kuşak’ hattının yerine yeni konjonktürün gereklerine uygun bir ‘laik kuşak’ yerleştirmektir. Çatışan kuvvetlerin bugünü ve geleceği için anlamlı olan siyasal unsurlardan biri de budur. Galipler ideolojisinin kurmayları, bunun gibi pek çok karmaşık hesaptan oluşan bir siyasal strateji inşa etmeye çalışırlarken Amerika’yı halâ küresel demokrasinin mabedi olarak göstereceklerdir. Pragmatik felsefenin paradigması öyle işletilecektir ki, siyasal tarihin en iyi bilinen gerçekleri bile çarpıtılacaktır. Tıpkı Tarihin Sonu ve Son İnsan’ın 63. sayfasında yer alan ‘dünya çapında liberal demokrasiler’ tablosunda olduğu gibi. Fukuyama bu tabloda 1790’dan 1990’a kadarki rejimleri güya inceler. Başından beri demokrat olan tek ülke elbette ABD’dir. Kızılderililere yönelik katliam, o demokrasiye dahildir. Siyah derililer üzerindeki zulüm, o demokrasinin gereğidir. Latin Amerika’daki tecavüzler, aynı demokrasinin parçasıdır. Hiroşima ve Nagazaki, Kore, Somali sokaklarına o demokrasinin bayrağı dikilmiştir. Onlarca sömürge, onlarca cunta o demokrasinin ürünleridir. Fukuyama, tablosunda Türkiye’yi de 1960’tan beri kesintisiz demokrasinin olduğu ülke olarak yazıyor. Pek manidardır ve Amerikan tipi demokrasi için pek açıklayıcıdır: 1960, Türkiye’de on yılda bir yapılacak askeri darbelerin başlangıç tarihidir.

Peki, liberal demokrasinin baş ülkesi olarak kutsanan, 21. yüzyıl uygarlığının altın merkezi diye sunulan ABD’nin bugünkü gerçeği nedir? Dünyanın okuma yazma oranı en düşük ülkesi... 1.800.000 tutuklu sayısıyla zindanlarında en fazla insan çürüten ülke. Serbest piyasada satılan videokasetlerin sadece yüzde 2’sini başka ülkelerden ihraç eden gerçek bir demir perde ülkesi. Yabancı dillerden çevrilen bütün kitapların toplam sayısı 200 küsür olan ürpertici bir getto. Dünyanın en fazla dış borcu olan (ama ödemeyen) bir haydut devlet. Uyuşturucu kullanımının, sokak mafyasının, ırkçılığın cirit attığı bir ülke. Son otuz yılda idam edilen insan sayısı 400’ü bulan profesyonel bir katil devlet. Yılda 40 milyar dolar reklam geliri olan medyasıyla toplumunu uyu- tan/uyuşturan, alıklaştıran bir siyasal canavar. O medyada yedi yaşındaki bir çocuğa doğrudan seslenen reklam sayısı 20 bindir. Devasa bir tüketim toplumu ülkesi. Yıllık savunma bütçesi 350 milyar dolar olan bir savaş makinası. (Türkiye’nin toplam GSMH’si yüz milyar dolardır)

Elbette iki ABD vardır. Elbette iki Batı vardır. Onlar bize hep burjuvazinin Batı’sını, sermayenin Amerika’sını gösteriyorlar. Proletaryanın Batı’sını, emekçilerin Amerika’sını kuşkusuz sınıf mücadelesi yaratacaktır. Dünyanın Doğu’su, Batı’sı, Kuzey’i, Güney’i kuşkusuz proletaryanın ve dünya devrimler dalgasının ürünü olacaktır. Batı’nın bağrı yanık Fransa’sından nasıl haykırıyordu Aragon? “Öldürülebilir ışığı taşıyanlar/ ışığa dokunamaz ama kimse”.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi