Manifestoda Küreselleşme

Bilimsel sosyalizmin kurucuları Marks ve Engels, kapitalizmsiz bir dünya öngörüsüne ulaşıp, komünist teoriyi materyalist tarih anlayışı zemininde ayakları üzerine diktiklerinde, proletaryanın bağımsız siyasal hareketi emekleme aşamasından henüz yeni çıkıyordu. Bu teori, işçi hareketinin savaşçı ileri öğeleri tarafından kısmen tanınıyor, geniş kitleler bakımından ise bilinmiyordu bile. Bu durum Manifesto’nun ilan edilmesinden çok sonraları, I. Enternasyonalin kuruluş yıllarına, esasen ilk işçi iktidarının ilan edildiği 1871 Paris Komünü’nden bile sonra radikal biçimde değişime uğradı.

Ama daha o zaman, Manifesto’nun ilan edildiği 1848’de burjuvazi, “tüm tarihsel hareketi” sürükleyen kuvvet olarak Avrupa’dan başlattığı (Batı Avrupa’dan) koşuyu bütün dünyaya doğru sürdürüyordu. Büyük Fransız Devrimi’nden (1789) beri kendi çağını ilan etmiş olmanın gönenci içindeki burjuvazi için dünya artık kanatlarının altındaydı. Ve uçtuğu irtifa hayli yüksekti. Ne kadar mı? Makine ve buharın büyük sanayinin bacasından fışkırttığı dumanların erişebildiği yere kadar. Yani, tüm dünyaya yayılmış hammadde kaynaklarının kuş bakışı görülebileceği kadar yükseğe. Burjuvazinin ufku, daha ondokuzuncu yüzyılın ortalarında “dünyasal”laşmıştı. Kapitalist üretim biçimi, burjuvazinin bu ufkunun maddi kaynağı olarak, dünya coğrafyasına hızla yayılıyor, Avrupa, dünyaya, dünya kapitalizme akıyordu.

Proletaryanın hareketi belki yeni yürümeye başlamıştı ama, bir önceki yüzyılın (esasen 16. yüzyılda başlayan) taşıdığı kapitalist evrimsel birikiminin hazır verili koşullarına sırtını dayayan burjuvazi, Manifesto’lu yıllarda, yükselişinin doruklarına doğru tırmanışa geçmişti bile. Manifesto teorik olarak dünyaya “hakimdi”, ama burjuvazi de pratik olarak. Kanıtı Manifesto’nun kendisinde var; “Büyük sanayi, Amerika’nın hazırladığı dünya pazarını kurdu. Dünya pazarı, ticarete, gemiciliğe, kara komünikasyonuna ölçüsüz bir gelişme kazandırdı. Bu gelişmede, sanayinin yayılmasını etkiledi; ve sanayinin, ticaretin, gemiciliğin, demiryollarının genişlemesine orantılı olarak, burjuvazi de aynı oranda gelişti, sermayesini artırdı, ortaçağdan kalma bütün sınırlan geri plana itti.”

Büyük sanayi ve dünya pazarı; bu iki bileşen, modern kapitalist üretim çizgisinin tarihsel olarak oluşmuş vektörel kuvvetleridir. Ve kapitalizmin, serbest rekabetçi dönemi içindeki dünyasallaşmasını sürükleyici güçleri olmuşlardır. Biz buna kapitalist gelişim çizgisinin ilk büyük dönüşümü, ya da aynı anlama gelmek üzere, burjuvazinin bugün küreselleşme olarak adlandırmayı tercih ettiği (bu bilinçli bir ideolojik tutum olduğu ve daha sonra ele alacağımız için şimdilik geçiyoruz) kapitalizmin bir dünya sistemine dönüşmesinin ilk giriş adımı diyoruz.

19. yüzyılın başlangıç yılları kapitalizmin dünya sistemine evrilmesinin somutlaştığı zaman kesiti olsa da, bir üretim biçimi olarak kapitalizmin başlangıcından itibaren dünyasallaşma eğilimine sahip olduğu bilinmektedir. Bu bilimsel gerçeğin bilgisini Marks’a borçluyuz. Sermayenin akışkan yapısı (hareketi), Marks’ın Kapital’de çözümlediği içsel yasalarına dayalı olarak, doğduğu yerelin sınırlarının dışına doğru hareketini tarihsel olarak koşullamaktadır. Sermaye kişisel değil, toplumsal bir güç olduğuna göre, o, sahibinin keyfilik sınırlarına bağlı değil, toplumsal gelişmenin ekonomik yasalarına bağlı olarak hareket edecek, sahibini bile peşinden sürükleyecektir.

Nereye kadar mı?

Günümüzün dünyasında sermayenin, uzay boşluğunu bile azami kâr hırsıyla ve açgözlülüğüyle doldurmaya uğraştığına, oraya doğru her geçen gün daha fazla aktığına tanıklık ettiğimize göre, pratik bakımdan sınırın ucunu açık bırakmakta yarar var. Zaten Marks’ta Manifesto’da öyle yapıyor ve şunu yazıyordu: “Ürünleri için sürekli genişleyen bir sürüm gereksinmesi, burjuvaziyi, yerkürenin dört bir yanında kovalıyor. Her yere gitmek, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.”

Ama teorik bakımdan bu sınır var ve Manifesto’da gösterilmiştir de: Kapitalist özel mülkiyetin ortadan kaldırılması. Manifesto, son söz olarak, bütün dünya işçilerine birleşiniz” diye çağrı yaptığında, bu, kapitalizmin bağrında, onu yıkacak ve ortadan kaldıracak toplumsal güçlerin de tarihsel olarak oluşmuş olduğunun teorik ilanı anlamına geliyordu aynı zamanda. Dünyasallaşan burjuvaziyi ortadan kaldırmak için proletaryanın dünyasal birliği.

Uzay, henüz o gün, sermaye tarafından tehdit edilmekten, Marks’ın teorik olarak önceden öngördüğü zaman aralığı kadar, yani yüzyıl uzakta kalıyordu. Marks ne kahindi, ne de bir kehanette bulundu. Çünkü o, gözlerini yeryüzüne, kapitalist topluma ve onun işleyiş yasalarının incelenmesine dikmişti. Manifesto, o günün kapitalist toplumunun somut teorik tasvirini yaptı. Bugünün küreselleşmecileri ve onların en “seçkin” teorisyen ve ideologları, bırakalım insanlığa bir toplumsal çıkış göstermeyi, kapitalizmin kör ve vahşi yasalarına boyun eğilmesi gerektiği dışında gerçek hiçbir şey söyleyemiyorlar. Ya da tek gerçek teori ve ideolojileri budur artık; teorisiz ve ideolojisizlerdir aslında. Böyle olduğu için küreselleşmeyi, “tarihsiz”liğin zeminine oturtarak “izah” edebiliyorlar ancak; gerçekte tarihsizdirler de. Fukuyama’nın “tarihin sonu” olarak ortaya attığı “tez”in, dünya burjuvazisinin kısa sürede gizli dini haline gelmiş olmasının tek izahı bu oluyor. Nedeni basit; çünkü yürüttükleri “akıl” şunu demiş oluyor; kapitalizmi yıkmaya gerek yok, çünkü sosyalizm yıkıldı, kapitalizmsiz bir sosyalizm felaket olurdu, sosyalizmsiz kapitalizm ise, zaten eski kapitalizm olmazdı. Tarih yeni bir aşamaya sıçradı ve yok oldu! Eski kavgalara (sınıf kavgalarına) gerek kalmadı artık; şimdi herkes eskiden elinde ne kalmışsa onu büyütmeye çalışmalı. Çünkü artık “bilgi çağındayız” ve bu, her şeyi değiştirme gücüne sahip tek kuvvettir.

Bu yavan aklın (ve felsefenin) kaynağı, tabii ki somut kapitalizmin küresel gerçekleri değil, burjuvazinin bakıp bakıp konuştuğu “idealist küre”sinin “gerçek”leridir. Hegelci idealizmin iki yüzyıl sonra yeniden burjuvazinin imdada çağrılmasının ve yeni versiyonlarının seri üretimine başlanılmasının tesadüf olmadığı açık. Sermaye, yerküreyi aşıp, uzaya çıkınca, felsefesi de uçuyor haliyle. Ama biz yerküremize geri dönelim ve Marks’ın gözüyle kapitalizmin dünyasallaşmasının tarihsel gelişimini izlemeye devam edelim.

Bu evrimin, ikinci büyük dönüşüm hareketi 19. yüzyılın sonları-20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Bizim, kapitalizmin dünya sistemine dönüşmesinin ikinci geçiş noktası olarak gördüğümüz bu dönemin temel özelliği serbest rekabetten, tekelci rekabete geçiştir. Dünya pazarı artık dev tekellerin ve tröstlerin hegemonya savaşlarının arenası haline gelmiş bulunuyordu. Lenin “Kapitalizmin en yüksek aşaması: Emperyalizm” adlı çalışmasında bu gelişimin teorisini oluşturmuş ve tekellerin, kapitalist üretim sürecinin gelişiminin belirli bir aşamasında tarihsel ve zorunlu olarak oluştuklarını açıklamıştır. Burada temel etken sermayenin ve üretimin merkezileşme ve yoğunlaşma düzeyidir. Merkezileşme ve yoğunlaşma kapitalizmin kendi dinamiklerinin hareketiyle ilerleyen bir eğilim olarak Marks tarafından çok önceleri zaten bir formülasyona kavuşturulmuş ve Manifesto’da da gösterilmiştir. Kapitalizmin üç ana özelliği biçiminde geliştirilen bu formülasyon; üretim araçlarının az elde toplanmasını, emeğin toplumsal emek olarak örgütlenmesini ve dünya pazarının oluşmasına dayandırılmaktadır.

Lenin’in yaptığı, Marks’ın yöntemine bağlı kalarak, o günün kapitalizminin ulaştığı aşamanın somut tasvirini yapmak olmuştur. Burada bir hatırlatmaya ihtiyaç var; biz ne özellikle Marks’ın ne de Lenin’in kapitalizmin dünyasıyla ilgili çözümlemelerinin ve ulaştığı diğer sonuçların tüm içeriğiyle başlı başına ilgilenmeyeceğiz. Çünkü bu yazının ana ekseni, kapitalizmin dünyasallaşma çizgisinin, kendi iç dinamikleri ve yapısına dayalı evriminin genel yönleriyle göstermeye çalışılması olacaktır.

Burada ilerlemeye devam ettiğimizde tekelci rekabet döneminde de kapitalizmin üç temel özelliği olarak belirlenen faktörün sürekliliğini koruduğunu görüyoruz. Gelişim, bu faktörlerin düşey ve yatay düzlemde derinleşmesiyle yeni nitelikler kazanmış olmalarıdır. Serbest rekabetçi dönemde sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması esas olarak “ulusal” sınırlar içinde gelişirken, dünya pazarı, birkaç gelişkin kapitalist devletin sanayi ürünlerinin sürüm gücüyle ilerliyordu. Ulusal pazarların birbirleriyle ilişkisi, mal alışverişinin, yani ticari sermayenin dünya pazarındaki dolaşım gücü kadardı. Meta ihracı tüm bu dönemin ana unsuruydu. Ama bu süreç Manifesto’da da belirtildiği gibi; “Burjuvazi, dünya pazarım kendisi sömürmekte, bütün ülkelerin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik” vermeye ve “Eski yerel ve ulusal içe kapanıklığının ve kendi kendine yeterliliğin yerine, ulusların çok yönlü ilişkileri, çok yönlü karşılıklı bağımlılığı” geçirmeye yetiyordu.

“Karşılıklı bağımlılık” vurgusunun bugün küreselleşmecilerinin literatüründe sihirli bir kavram olarak işgördüğünü hatırladığımızda, liberalizmin ideologlarının neden sık sık Marks’ın bile “yardımı”na başvurduklarını daha iyi anlıyoruz. Marks’ı kendilerine “kanıt” olarak göstermek, burjuvazinin yüzelli yıl boyunca başvurduğu klasik bir hilesidir. Özellikle de sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Lenin’e karşı Marks’ı (tabii devrimci Marks’ı değil, “iktisatçı” Marks’ı) savunmak biçiminde yoğunlaşan bu hilenin, burjuvazi için, kökleri Ekim Devrimi’nde saklı tarihsel nedenleri var. Çünkü 1917 Ekim Sosyalist Devrimi, kapitalizmin gelişim evriminin tekel egemenliğinde süren dünyasal çizgisini kıran ve dünya pazarının parçalanmasına yol açan, lanetli bir girişimdi burjuvazi için. Ama gerçekten de tam öyle oldu; meta ihracının yanısıra mali ve finans sermayesinin öne çıkmasıyla ve dünya pazarının dev tekelci güçler tarafından paylaşılmasıyla olağanüstü hızlanan “karşılıklı bağımlılığa” dayalı kapitalist dünya ilişkilerinden, büyük bir coğrafya parçası koparılmış oluyordu. II. Dünya Savaşı’nın sonuçları da bu parçayı önemli ölçüde büyütünce kapitalizmin genel krizi de, I. Dünya Savaşı sonrasına oranla katlanarak derinleşmiş oluyordu. Modern kapitalist üretim sürecinin tüm gelişme seyri boyunca ve dolayısıyla dünyasal bir sistem oluşu içindeki bütün ilerleme çizgisine eşlik eden bir diğer olgu da, krizlerdir. Kriz (bunalım) kapitalizmin öz çocuğudur ve onu boğazlayarak kurtulma şansı da ne yazık ki yoktur. Daha da ötesi, aşırı üretim krizleri, “ulusal” ekonomilerin sınırlarını aştığı ya da kapitalist büyük metropol ekonomileri tuttuğu oranda dünyasal bazda yıkımlara yol açmaktadır. Fakat bu aynı zamanda sermayenin merkezileşmesinde daha yüksek bir yoğunlaşma hızına dönüşerek, kapitalist üretim sürecinin genişlemesine itilim kazandırmaktadır. Böylece dünya pazarı yeniden ve yeniden kapitalizm tarafından ele geçirilmekte, döngü yeni bir krizle buluşuncaya kadar ucu açık olarak kalmaktadır.

Kapitalizmin dünyasal gelişim sürecinin temel dönemeç eşiklerinin hepsinin öngünün- de krizsel (bunalım) süreçlerin varlığı dikkat çekmektedir. Sınıflar mücadelesinin ulaştığı alt üst edici baskının zorunlulukları, hegemonyacı savaş siyasetinin dünyasal ihtiyaçları, bilimsel gelişmenin teknoloji aracılığıyla üretim sürecine yoğun girişinin yarattığı değişimler vb. faktörlerin bazen tek tek bazen de bileşik biçimlerde sözünü ettiğimiz dönüşüm süreçlerine eşlik ettiğini belirtmemiz gerekiyor. Her somut aşamada bunların hangisinin/hangilerinin belirleyici roller oynadığı ve hangi biçimlerde açığa çıktığının incelenmesi ayrı bir çalışma konusudur ve bu yazımızın amacının dışında kalıyor.

Fakat krizlerin rolü de dahil olmak üzere değindiğimiz dinamiklerin diyalektiğinin 20. yüzyılın son çeyreğinde de işlediğini ve bizim üçüncü geçiş eşiği olarak belirlediğimiz kapitalizmin dünyasallaşma dönüşümünün yeni evresini hazırladığını görüyoruz. ‘89-’91 çöküşüyle bu süreç büyük bir itilim kazanmıştır. “Küreselleşme”, bugünü de kapsayan değişimlerin burjuva dilindeki genel ideolojik karşılığı oluyor.

Küreselleşmeci ideologların, özellikle de onların bir zamanlar Kapital’i “yalayıp yutmuş” Marks “uzmanı” eski tüfek, yeni liberal olanlarının krizler konusunda “iktisatçı” Marks’ı bu kez “yardıma” çağırmamaları/çağıramamaları pek eğlendirici oluyor doğrusu. Böyle durumlarda Marks’ı susarak öldürmeyi tercih ediyorlar, yine klasik bir hile olarak. Ama Marks, bakın Komünist Manifesto’da, daha 1848’de nasıl konuşuyor, krizlerle ilgili olarak: “Peki, burjuvazi bu bunalımları (krizleri, TD) nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçleri kitlesel olarak zorla yok ederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini daha kapsamlı biçimde sömürerek. Yani, daha çok yönlü ve daha büyük bunalımlar hazırlayarak ve bunalımları önleyen araçları azaltarak.”

Küreselleşme ideolojisi kapitalizmin krizinin marksist teorisi karşısında suskun kalsa da, krizin reel dinamiklerinin konuşturduğu çelişkiler karşısında susmayı tercih etmiyor. Etmiyor ancak, bu kez daha ileri giderek “intihar etmeye” yelteniyor (tam da dört dörtlük bir burjuva ideolojik tutum olarak, en radikal bireysel kurtuluş yolunu seçip, bütün çelişkileri çözme ! eylemine yöneliyor) ve emek ve sermayenin artık üretim aracı olmaktan çıktığını iddia ediyor. Eh zaten öyle kriz falan da olmayacaktır. Şu dünyanın son 10-15 yılında olan bitenler ise küreselleşmenin bütün yapısıyla henüz oturmamış olmasından kaynaklanan ve gelişmelere direnen eski dünyadan kalan geçici ve arizi sorunlar olarak yaşanmaktadır. Süreç tamamlanınca kapitalizme de gerek kalmayacaktır (emek ve sermaye üretim aracı olmaktan çıktığı için) ve dünya “kapitalizm ötesi toplum”la tam olarak kucaklaşacaktır; yaşasın mutlak küreselleşme!

Anlaşılan o ki, 21. yüzyılda ufku uzaya ulaşmış burjuvazi, oradan, dünyayı tam “küresel” görüyor. Ama zaten “fizik dünyanın” hareketini inceleyen bilim disiplinleri bunu teorik olarak çoktan kanıtlamışlardı. Şarlatanlar dışında, bilime dayalı bir tartışma yapılmıyor artık bu konuda.

Peki ama dünya uzaydan değil de, içeriden nasıl görünüyor; tam “küresel” mi? Toplumsal dünyanın hareketi de kesin olarak küreselleşmiş durumda mı? Bu hareketi inceleyen tarih bilimi hangi sonuçlara ulaşmış bulunuyor? Teori işini bitirdi mi bu konuda?

Öyle olmadığı ortada. “Tarihin sonu”nu ilan edip “toplumsal dünyanın” bundan sonra ki hareketini küresel teorisizliğe mahkum etmeye kalkışan şarlatanlar var olduğuna göre, bizim için teorinin yükü çok ağırlaşmış demektir. Üstelik bu tezin sahipleri ve izleyicileri küreselleşmeyi, kendi iddialarının kanıtına dönüşen bir gelişme/durum olarak kabul edip gösterdikleri için sorunun değişik boyutlarıyla ele alınması bir zorunluluğa yol açıyor bizim bakımımızdan. Ancak tek neden bu, ya da hepsi bundan ibaret değil. Küresel teorisizliğin ideologları, toplumsal dünyanın “tarihsiz” hareketinden ideolojik bir hareket üretiyorlar ve onu bütün güç ve olanaklarıyla savunmaya, yaymaya ve örgütlemeye devam ediyorlar. Kendi tezlerinin iç mantığıyla çelişmeyi göze alma pahasına “aşırı eylem” halinde olan küreselleşme ideologlarını peşinden sürükleyen kuvvet nedir acaba? Apaçık, gerçek bir ekonomik hareketin gücüdür bu; kapitalist dünyanın hareketi, onun emperyalizm aşamasının bugünkü ihtiyaçlarından doğan harekettir. Şimdilerde buna neoliberalizmin ekonomi politiği deniyor. “Tarihin sonu”nun geldiği yerden neoliberalizmin ideolojik hareketi başlıyor.

Burjuvazinin yüzelli yıl sonra cesaret edip Komünist Manifesto’yla giriştiği rövanşta salladığı ideolojik yumruk işte bu! Zavallı burjuvazi! 150 yıl önce “komünizm hayaleti” korkusuyla ava çıktığında, Paris Komünü’yle işçi sınıfından okkalı bir yumruk yemiş, Ekim Sosyalist Devrimi’nin darbesiyle yere serilmiş, büyük antifaşist savaşımın zaferiyle neredeyse havlu atacak hale gelmişti.

Kruşçev revizyonist kliğinin SSCB’de iktidarı ele geçirmesiyle başlayan ve sosyalizmin geçici yenilgisiyle sonuçlanan gerileme sürecine pek güvendiği belli olan burjuvazi, 21. yüzyılın maçını kendi kalesi sandığı küreselleşme ringinde oynamak istiyor. Komünizm davası seve seve çıkacaktır mücadeleye. Burjuvazinin unuttuğu; küreselleşme ringinde seyircilerin ezici çoğunluğu yine bizden, işçi sınıfı ve emekçiler olacak. Ve Manifesto, döğüşen proletaryanın aklı.

İşçi sınıfı Manifesto’nun son sözünü işaret ettiği yolda ve 20 yüzyılın sosyalizm mücadelesinin ve pratiğinin devrimci eleştirel birikiminin kazanımlarıyla ilerleyerek, burjuva küreselleşmesine karşı proletarya enternasyonalizmini ayaklarının üzerine tekrar dikecektir. Toplumsal dünyanın hareketinin teorik emri 21. yüzyılda da komünistler için hâlâ budur. Bu kez proletaryanın yumruğu daha okkalı gelecek; tam nakavt!

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi