Siyasal Gelişmelerin Yönü Ve Devrimci Müdahale

Siyasal istikrarsızlık, iç iktidar mücadele si, siya sal parçalanma ve çatışma içeri sinde debelenen Türk egemen sınıflarının siyasal rejimi, son süreçte ihtiyaç duyduğu bir “istikrar” görünümü; dışarıda ve içeride yığılı ağır sorunlar karşısında görece bir nefeslenme yaşadığını sergilemektedir. Bu nefeslenme ve “istikrar”, iktisadi ve siyasi kriz unsurlarını, çelişkileri ve nesnel zeminini ortadan kaldırmadığı için büyük ölçüde sahici değildir. Nitekim “Yeniden Yapılandırma Programı” herhangi bir değişikliğe uğratılmadan sürdürülüyor. Yeni gericifaşist yasal düzenlemeler ve kurumlarla devlet tahkim ediliyor. Karşıdevrimci şiddete dayalı planlar ve yatırımlarla militarizm ve iç savaş aygıtı güçlendiriliyor. Ülkede emekçi sınıflara faşist yönetim tarzı ve yeni uygulamalar kanıksatılmaya, yasallaştırılmaya çalışılıyor. Susurlukçu/ Hizbullahçı örgütlenme, uygulama ve pratikler şimdilik devletin kurumları ve yasaları içine çekiliyor. Böylece “Susurluk rapor”unda da belirtildiği gibi, adam öldürmek gerekiyorsa bir dönem bunu derin devlet, devlet ciddiyetiyle bağdaşır şekilde yapacaktır.

Emperyalizmin yönlendirmesi, işbirliği ve desteği ile “istikrar”a kavuşacak bir Türkiye, ancak ABD ile stratejik ortaklığın yükümlülüklerini yerine getirebilir, bölgesel güç olarak süreçten “kazançlı“ çıkar ve 21. yüzyılın biçimlenmesinde “belirleyici” olabilir. Hedeflenen ve yapılmak istenen budur.

Türkiye-Emperyalizm İlişkilerine Yeni Unsurlar Katıldı

Yeni sömürge Türkiye’de emperyalizme bağımlılık gelişti, derinleşti ve kapsamlaştı. Yeni dönemde Türkiye’nin jeostratejik ve jeopolitik konumu Avrasya’daki önemini ve buna bağlı olarak da rolünü artırdı. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninin tam ortasında bulunan Türkiye, bu bölgelerde büyük bir hegemonya ve rekabet dalaşı içerisinde bulunan emperyalist güçlerin doğrudan ilgisi ve müdahalesine çok daha açık hale geldi.

ABD, Türkiye ile ilişkileri ve kurduğu egemenliğini “stratejik ortaklık” biçiminde nitelendirdi. Bunun taşlarını döşeyerek bugünlere geldi. Son yılların köşe taşlarından biri ABD-Türkiye-İsrail stratejik işbirliği anlaşmasıydı. Türkiye’nin iktisadi, siyasi, askeri ve diplomatik olarak ABD emperyalizmine bağımlılığı inişli-çıkışlı, dönem dönem ambargolu olsa da sürekli gelişti, derinleşti. IMF ve Dünya Bankası, raporları, uzmanları ve anlaşmalarıyla iktisadi politikaları belirledi; yönetme, yönlendirme ve “istikrar paketleri” ha zırlamada heyetler ve direktifler yağdırdı.

Emperyalist politikaların yönlendirdiği iktisadi yapı ve yönetimin sonuçları işçi sınıfı ve emekçi yığınları kara bulutlar gibi sardı. Ücretler düşürüldü, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek üretim, vb. saldırılarla işçiler sokağa atıldı, kazanılmış sosyal haklar gasp edildi. Tarımsal üretimi destekleme politikaları terk edildi, taban fiyatları düşürüldü. Dün Ortadoğu’nun bakkalı, manavı olması öğütlenen ve istenen Türkiye, bugün tarım ürünleri gereksiniminin önemli bölümünü ithal etmek zorunda kaldı; artık sanayii ürünlerinin pazarlandığı bir alan olmakla kalmadı, tarım ürünlerinin de pazarlandığı bir alan oldu.

ABD’ye siyasi ve diplomatik alandaki bağımlılık da giderek derinleşti. Amerikan emperyalizmi Türkiye’de askeri faşist darbeler planladı, teşvik etti, hükümetler düşürdü, yeni hükümetler kurdurdu. Sömürgeci Türk devletini iktisadi, siyasi, askeri ve ideolojik açılardan büyük sıkıntı ve tıkanıklığa sürükleyen Kürt ulusal kurtuluş savaşımı karşısında sömürgeci rejimi destekledi, nefes aldırdı. İsrail ile birlikte Kürt ulusal devriminin A.Öcalan üzerinden tasfiye ve yenilgi sürecine girmesinde başrolü oynadı. Politik islama karşı mücadele taktiklerinde, AB ile ilişkilerin geliştirilmesinde, dış ilişkiler ve diplomatik alanın sorunlarında katkılarını sunmaktan geri durmadı.

Körfez Savaşı sürecinde Türkiye, ordusunu topraklarındaki emperyalist üslerle, ABD ve diğer emperyalistlerin hizmetine koşmakta kusur etmedi. Irak’a ve Güney Kürdistan’a, Kosova’ya, Sırbistan’a müdahale ve saldırılarda bu emperyalist üsler ve Türk burjuva ordusu kullanıldı.

ABD emperyalizmi, 21. yüzyılda dünya jandarmalığı ve egemenliğinin büyük ölçüde Kafkasya ve Orta Asya’da güç olabilmekten, nüfuz ve hegemonya kurmaktan geçtiğini; bu egemenliği kurmanın büyük bir rekabet ve dalaşı beraberinde getirdiğini; bunun diplomatik, istihbarat, siyasi ve askeri boyutlarının bulunduğunu biliyor ve buradan hareketle bütün ağırlığıyla, çok yönlü, dönemsel ve stratejik olarak yükleniyor. Onun için Türkiye’yi stratejik ortak ilan etti. 21. yüzyılı, Türkiye’nin belirleyeceğini dünyaya açıkladı. Türkiye Cumhurbaşkanı S. Demirel’in “Yurtta sulh cihanda sulh”u bırakıp şahin kesilmesi, apar topar Gürcistan’a ziyareti ve orada bölgede istikrar(!) için “Kafkasya Paktı”nı öngörmesi, bu amaçla AGİT’i göreve çağırması; Gürcistan’ı herhangi bir saldırıda destekleyeceğini açıklaması, tek başına Türk burjuva devletinin bağımsız siyaseti veya diplomatik hamlesi biçiminde açıklanamaz.

Başta ABD gelmek üzere emperyalizm ve dünya gericiliği, YDD politikalarının bir gereği ve emperyalizmin Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu üçgenindeki stratejik çıkarları nedeniyle Türkiye’yi daha itinalı ve kapsamlı iktisadi, siyasi, diplomatik ve askeri alanlarda destek içine girdi. NATO’nun Aralık ’98 Brüksel toplantısında belirlenen “Yeni Konsepti”, NATO üyesi ülkelerde “karışıklıklar”a, devrimci ayaklanmalara, ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşımlarına doğrudan müdahaleyi öngörüyor. Keza bölgesel çatışma veya savaşlara, NATO üyesi olmayan ülkelerdeki iç çatışmalara “terörizm”e karşı mücadele adı altında müdahale etmenin yolu açılıyor. Bunun için BM kararına bile gerek duyulmadan müdahale edilecektir. Zaten nerede bölgesel veya yerel, etnik ve dinsel bir çatışma, sorun varsa ABD, NATO ve diğer emperyalist ülkeler orada. Kosova’da, Bosna -Hersek’te, Çeçenistan’da, Azerbaycan-Ermenistan, Filistin-İsrail, İsrail-Suriye, Yunanistan-Türkiye, Kıbrıs görüşmelerinde, Endonezya ayaklanmasında, Ekvator’da, Irak, Kuveyt, Afganistan’da vb. her tarafta ABD ya taraf, ya “arabulucu” ya da “hakem”dir. Amerikan emperyalizmini böylesine etkin ve nüfuzlu kılan, onun iktisadi, siyasi ve askeri gücüdür. Bu gücüyle uluslararası iktisadi, siyasi ve askeri kurum, kuruluş ve platformlarda belirleyici yönlendirici olmuş, ege menlik ve nüfuz sağlamıştır.

NATO’nun yeni konsepti, yeni sömürge ve emperyalizme bağımlı ülkelerde; işçi sınıfı ve halkların olası devrimci uyanışı, ayağa kalkışı ve savaşımını doğrudan, fiili müdahale ve bastırmayı öngörüyor.

Buna göre, ABD’nin stratejik ortağı Türkiye’de de faşist rejimi tehdit eden devrimci bir kalkışma, ABD ve NATO’nun doğrudan müdahalesine açıktır. Bu potansiyel bir tehlike olduğuna göre, her dönem siyasal ve sınıfsal güç ilişkilerine göre farklı biçimlerde müdahale gündeme gelebilir. İki kutuplu dünyada emperyalist güçler çeşitli ülkelere, ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşımlarına doğrudan müdahalede zorlanıyorlardı. Emperyalistler arası çelişkiler, revizyonist blokun varlığı bunu engelliyordu. Bugün ise, ABD, Kürdistan’da sürdürülen “düşük yoğunluklu savaş”ta sömürgeci rejimi siyasi, diplomatik, askeri ve istihbarat yönüyle açık ya da gizli, çeşitli biçimler de destekledi. Uzmanları, stratejistleri ve diplomatlarıyla. Yetmediği yerde fiili müdahale planları da hazırladı. Yeni süreçte birçok olgu ve gelişmeyle de görüldü ki, antiemperyalist demokratik halk devriminin antiemperyalizm yönü güçlü bir unsurdur. “Yeni Dünya Düzeni” ve “küreselleşme” saldırıları, IMF, AGİT, WTO, AB, Davos Zirvesi gibi emperyalist kuruluş ve birlikler; Türkiye’de antiemperyalist mücadelenin görevlerini, uluslararası alanda ise “global saldırılara” karşı antiemperyalist ve enternasyonalist savaşımın “global görevleri”ni önemli ve ivedi kılıyorlar. Emperyalizm, Türkiye’de ekonomiyi, siyaseti, hükümeti ve MGK’yı yönlendiriyor. CIA ve MOSSAD, A. Öcalan’ı uluslararası emperyalist bir komployla Türkiye’ye teslim ediyor. Hizbullah operasyonu için istihbarat bilgi veriyor. Gizli görüşme, anlaşma ve protokollerle nelerin satıldığı ya da yapıldığını ise bilemiyoruz.

AGİT, bir diğer emperyalist kuruluştur. Avrupa’nın güvenliğini ve işbirliğini amaçladığı söylense de, esasında ABD ve AB emperyalistlerin iktisadi, siyasi ve askeri çıkarları doğrultusunda geri ve yeni sömürge ülkeler üzerinde egemenlik ve nüfuz kurmanın; uluslararası yasallıkla müdahale etmenin, bu alanlarda yaptırımcı olmanın aracıdır.

Uluslararası emperyalist kuruluş ve birlikler; iktisadi, askeri ve siyasi örgütler emperyalist ülkelerin stratejik ve bölgesel çıkarlarını güden; yeni sömürge ve geri ülkelerin emperyalizme bağımlılığını üreten ve geliştiren örgütlerdir. Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği, İstanbul AGİT toplantısındaki mesajlar, IMF’nin stand-by anlaşması ve direktifleri, Kafkasya ve Orta Asya’ya “Kafkasya Paktı”nın öngörülmesi, Davos Zirvesi’nde emperyalist sermayeye yapılan çağrılar, vb. emperyalizme bağımlılığın kapsamını genişleten ve derinleştiren ilişki ve bağlantılardır.

Peki “21. yüzyılı biçimlendirecek” Türkiye üzerine stratejik ve bölgesel çıkarlara dayalı hesaplar yapan ABD’nin karşısında AB ve Rusya emperyalistleri sessiz kalacaklar mı? Tabii ki hayır! Onların ve de İran’ın gözleri Türkiye’nin üzerinde. Kafkasya ve Hazar havzası üzerindeki gizli ve açık, yakın ve uzak rekabet, beraberinde daha güçlü olarak yeni denge arayışlarını, ittifak ve işbirliği anlaşmalarını getiriyor. Türkiye ve İran gibi, kendilerini bölgesel güç gören ülkeler de emperyalistlerin vesayeti ve emperyalistler arası çelişkilerden yararlanarak (örneğin İran’ın Çin ve Rusya ile ilişkileri) bölgesel rekabet çerçevesinde taşeronluk peşindedirler. Hizbullah’ın gereğinden fazla İran’la bağlantılı kılınmasında bu yönlendirmeli rekabetin payı yüksektir. Ve bunu Türkiye, ABD ve İsrail ile işbirliği içerisinde yürütüyor. Bu, İran’ı sıkıştırma ve sınırlandırma, bölgesel bir güç olmaktan görece çıkarma, bölgede etkisini düşürme politikasının bir parçası olarak da görülmelidir. Dün Suriye’ye yönelik kuşatma politikası güden bu güçler, Suriye’ye geri adım attırdılar ve A.Öcalan’ın Suriye’den çıkışını sağladılar. Aynı zamanda Suriye’nin İsrail’le masaya oturmasını da sağladılar. ABD, Türkiye ve İsrail’in, ortak politikaları karşısında engel teşkil eden (örneğin Bakû-Ceyhan boru hattı, İsrail’e karşı Hamas’ı destekleme, islamı yayma, vb.) İran’a karşı da benzer bir politika içinde oldukları açıktır.

Sömürgeci Türk faşizminin de emperyalist emeller taşıdığı, yayılmacı politikalar güttüğü dış politikaları, hamleleri ve girişimleriyle ortadadır. Türkiye’nin Güney KürdistanŞ işgal seferleri, Yunanistan, Irak, İran ve Suriye tehditlerinin yanında bir süredir Kafkasya ve Orta Asya’da darbeler planlama dahil, etnik ve dinsel çelişkiler temelinde çatışmaları, uzlaşmazlıkları ve karışıklıkları teşvik ettiğini herkes görüyor. S. Demirel’in giderek sıklaşan Kafkasya gezileri, bölgedeki sorunların içinde olduğunun en kesin kanıtıdır. Bölgesel savaş etkenleri giderek artıyor. Türkiye, GürcistanŞ, olası bir Rusya saldırısına karşı koruyacağının güvencesini verdi. Böylesi gerici emperyalist savaşlarda savaşın yükü siyasi, iktisadi ve toplumsal, manevi ve maddi olarak yine emekçi yığınların sırtına bindirilecektir. Emekçi yığınlar üzerindeki politik baskılar koyulaşacak, iktisadi sefalet ve yoksullaşma artacaktır.

AB-Türkiye İlişkilerindeki Gelişmeler

AB, başını Almanya’nın çektiği Avrupalı emperyalist ülkelerin birliğidir. Dünya çapında büyük iktisadi bir güçtür. Dünya ticareti ve sanayii üretiminde büyük paya sahiptir. Bu iktisadi ve ticari güce denk düşecek askeri, diplomatik ve siyasi bir güce, dünya çapında ABD karşısında ciddi bir hegemonyaya sahip değildir. Bu da ABD ve Rusya karşısında rekabet sürdürme ve hegemonya kurmada AB’yi etkisiz ya da zayıf kılıyor. Dünyada ve bölgesel anlamda egemenlik kurmada, rekabet etmede askeri ve siyasi gücün önemi görüldükçe, bölgesel sorunlara askeri müdahale veya çatışma tehlikesi büyüdükçe bu yönlü arayış ve yönelimler yoğunlaştı.

NATO’nun 50. kuruluş yıldönümünde, AB’nin Helsinki toplantısında, Körfez Savaşı sürecinde ve son olarak Avrupa’nın güvenlik sorunları ve çeşitli bölgelere “bağımsız” müdahale etme ihtiyacı güçlü olarak ortaya çıktı, gündeme geldi. Bu anlamda AB ülkelerinin “Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği”ni (AGSK) hedefleme si, esasında kendi askeri gücüne sahip olma isteğidir. Şubat 2000’de Münih’te yapılan Güvenlik Politikası Konferansı’nda bu sorun üzerine ABD ve Almanya kapıştı. Almanya, AB’nin Avrupa ordusunu kurmasını istedi. Bunun üzerine ABD Savunma Bakanı Cohen sert karşılık verdi. Cohen, ABD’siz bir NATO’ya müsaade etmeyecekleri uyarısında bulundu ve Avrupalı müttefikleri NATO’daki yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırdı. Çin, ABD karşısında Almanya’yı destekledi. Rusya, NATO’nun genişlemesine karşı olduğunu tekrardan belirtti. Bu yönlü arayış ve yönelim içinde olan AB gibi dev iktisadi bir güç açısından açık ki, bölgede büyük bir ordu besleyen ekonomik, siyasal ve askeri olarak sınırlı da olsa büyüme potansiyeli taşıyan Türkiye, ABD emperyalizmiyle hegemonya dalaşında kendi hegemonya alanına çekilebilirse bölgede jandarmalıkta önemli bir avantaj olur AB için. Balkanlar, Kafkasya, Hazar Havzası ve Ortadoğu’daki emperyalist rekabet ve kapışmasında stratejik öneme sahiptir. Bu bir yana, Türkiye’nin bütünüyle ABD’nin etki alanına terk edilmesi sadece bugün için değil, gelecekte de yeni güç ilişkileri ve dengelerinde, yeni sıkıntılar doğurabileceğinden hareketle Türkiye AB’ye aday üye olarak kabul edildi. Çünkü böyle bir statü, ilişkileri sürdürmenin, etkili olmanın vesilesidir. Ve Türkiye’nin AB’ye aday üye olması koşullarında Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu’ya ilişkin çıkarlar, politikalar ve hamleler doğrultusunda yönlendirilmesi daha kolay olacaktır. Kaldı ki, Türkiye’nin ticari ilişkilerinde Avrupalı emperyalistlerin belirgin ve özel bir yeri var ve Türkiye’nin de bunu kaybetmek istemeyeceği açıktır. Aslında aday üyelik fazladan siyasal ve mali bir yükümlülük de getirmiyor. Çünkü tam üyelik için uzun bir süre gerekli görülüyor. Bu süre içerisinde yeni ilişkiler, yeni güç dengeleri, yeni AB politikaları gelişebilir.

Türkiye güçlü ordusu ve militarizmi, ucuz ve genç işgücü, geniş pazarı ve stratejik konumu ile AB emperyalistleri için de önemlidir.

Türk egemen sınıfları, burjuva ideologları ve politik sözcülerinin “Avrupa’yla bütünleşme” politikası, toplumda “refaha kavuşma” umutları yaratmayı, işçi sınıfı ve emekçi yığınların tepkileri ve enerjilerinin eyleme dönüşmesini engellemeyi, liberal aydınların ve reformist partilerin “demokratikleşme” beklentilerine malzeme sunmayı; iktisadi, toplumsal ve siyasal alanda yapısal bazı sorunları hafifletmeyi vb. kapsamaktadır.

Önümüzdeki süreçte dünya çapında burjuva demokrasisinin sınırlılığı ve biçimselliğinin sergilenmesi önemli teorik ve siyasal bir görev oluyor. Aynı şey, Türk egemen sınıfların liberalleştiği biçimindeki beklentiler için de geçerli. Avrupa’nın burjuva demokrasisinin ideolojik ve siyasi etkisinde çeşitli renklerde önemli reformist güçler bulunmaktadır. Bunlara sonradan dahil olanlar ise yurtsever güçlerdir. “Demokratikleşme” grupları, girişimcileri ve bunların hazırladıkları raporlar çoğaldı. Diğer yandan ise, faşist rejimin en ufak bir esnemesi ve alan açmasının işaretleri görülmedi. Sokağa, devrimci ve muhalif örgütlenmelere ve siyasal faaliyetlere saldırmaya devam ediyor. Faşist diktatörlüğün çözülmesini getirecek iktisadi, toplumsal ve siyasi verilerin aksine sömürgeci Türk burjuva devleti, faşist-gerici siyasal çehresiyle AB’ye kabul edilmek istiyor, buna uygun kirli, oyalayıcı ve makyajlı politikalar üretiyor.

Egemen Sınıflar Cephesinde İç İktidar Mücadelesi Devam Ediyor

“Yeniden Yapılandırma Programı’nın uygulanması ABD, sermaye oligarşisi ve askeri bürokrasinin ittifakına dayalı çeşitli politika ve ataklarla devam ediyor. Sermaye oligarşisinin örgütü TÜSİAD bunu, “ devletin etkinleştirilmesi ve yeniden yapılanmasının zorunluluğu” olarak ifade etmişti. İç iktidar mücadelesi, egemen sınıf klikleri arasındaki çelişki ve çatışmalar sürse de ABD ve MGK politikalarına uyumda büyük sorunların yaşandığı söylenemez. Kürt ulusal devrimi yenilgi sürecine sokuldu. RP(FP) ve politik islam geriletildi. Sendika bürokratları yedeklendi. Hükümet ve parlamento, kendi sınıf içi burjuva muhalefetinden bile yoksundur.

Yeniden Yapılandırma Programı, Amerikan emperyalizminin stratejik çıkarları, YDD ve küreselleşme saldırıları, Türk egemen sınıflarının çıkarlarıyla birleştirilerek uygulanıyor. Emperyalist tahkim yasası yetmedi, geriye doğru işletilmesi için kısa bir süre önce çıkartılan bu yasa yeniden düzenlemeye alındı. Özelleştirmeyi kolaylaştırıcı anayasal değişikliğe gidildi. MİGA ile ilgili hükümet kararı, resmi gazetede yayınlandı. Ecevit’in ABD gezisinde imzaladığı gizli ticaret anlaşması da yürürlüğe girdi. İMF ve Dünya Bankası’nın talimatları sektirilmeden yerine getiriliyor, IMF hükümetin uygulamalarında, hükümet de mükafatlardan memnun. İlk mükafat, ülkeyi satışa çıkaran B. Ecevit’in Türkiye’yi az kalsın(!) Davos Zirvesi’nin “gözde ülkesi”(!) yapması olacaktı.

AGİT’in İstanbul, AB’nin Helsinki toplantıları “güven” verdi. Bunu Dünya Ekonomik Forumu’na ilişkin Ecevit’in açıklamasında görmek mümkün: O, “Özellikle 57. Hükümet döneminde gerek hükümetin, gerek TBMM’nin çok hızlı ve tutarlı bir çalışma yapmasını hayranlıkla izlediklerini gördüm. Birçok siyasetçi ve girişimci bunu açıkça dile getiriyorlar. Dolayısıyla yabancı sermayenin yeni teknolojiler getirerek yatırımda bulunma isteğinin de gitgide arttığı artık açıkça belli oluyor. Bu toplantıda da bunun kanıtlarını gördüm. Türkiye’nin jeopolitik konumundaki değişikliğin, yani Türkiye’nin bölgesinin genişlemesinin ve bölgesinde bir rehber ülke durumuna gelmesinin, yatırımcıları ayrıca ilgilendirdiğini gözlemledim "(Hürriyet gazetesi, 30 Ocak 2000) diyor. Davos’un “gözde ülkesi”nin “gözde” başbakanı, beklediği pazarlamayı yapamamasına rağmen bu açıklamaya ihtiyaç duydu.

Yeniden yapılandırmaya bağlı olarak devlet kurumlarının işlevli kılınması; faşist-gerici yasa ve yönetmeliklerin uygulanması, yetmediği yerde “uyumlu hükümet”in icraatıyla yeni kurum ve yasaların devreye sokulması böylece devlet otoritesi ve resmiyetinin ha kim kılınması ya da oturtulması hedefleniyor. İşbirlikçi Türk burjuvazisi ve askeri bürokrasi, faşist askeri darbelerle terbiye edilen ve devleti tanıyan, ömrünün son yıllarını yaşayan ve fazla oy kaygısı da taşımayan S. Demirel ve B. Ecevit’in “etkili ve saygın” devlet adamlığını değerlendiriyor. Devlet otoritesi, gücü ve yaptırımcılığının gösterilmesi amaçlı uygulamalarla, gerektiğinde yasaları da çiğneyen fiili uygulamalarla siyasal ve toplumsal yaşama “yeniden” düzen veriliyor. Ve bunun açıklanması da, gerektiğinde “rutinin dışına çıkılabilir”, “ işkence istisnadır”, vb. oluyor. Artık “Fırat’ın kenarındaki keçi” den devlet haberli olacaktır(!). Susurluk, Hizbullah ve çeşitli renklerden çete mensuplarının göstermelik soruşturmalara tabi tutulmaları, bir kesiminin tutuklanması, bir yandan, kontrol dışına çıkan, siyasallaşan ve siyasal otoriteye ortak olmak isteyen yarı resmi güçlerin tasfiyesi, diğer yandan, devleti suçüstü yakalayan “fa ili meçhul” cinayetlerin bu “devlet dışı” güçlere yüklenmesiyle faillerinin bulunması, geniş yığınlara devletin yeniden güven tazeleme çabası olarak sunuluyor.

Son aylarda hükümet krizi geçici olarak aşıldı. Hükümetin icraatı burjuva medyanın da özel propagandası ve çabasıyla olumlu tarzda empoze ediliyor; hükümetin yasaları uyguladığı, Meclisi çalıştırdığı ve uyumlu bir yönetim sergilediği imajı veriliyor. Oysa, gerek politik islama yönelik politikalarda, gerek Kürt sorunu ve A. Öcalan’ın idamının ertelenmesinde, gerekse de af yasasında H.Kırcı konusunda hükümet partileri arasında ipler kopma noktasına geldi. MGK’nin istemiyle muhtelif krizler aşıldı. İdam gibi bir sorunda sıkışan MHP’nin, FP ve DYP’nin Devlet Bahçeli’nin başkanlığında yeni hükümet önerilerine sıcak bakmaması, sergilenen “istikrar”ın bir yönlendirme ve dayatmayla sürdürüldüğünün en iyi kanıtıdır. TÜSİAD, sermayenin hükümet karşısındaki memnuniyetini “.. Türkiye bugüne kadar eşine rastlanmamış bir koalisyon tarafından yönetilmeye başladı” biçiminde ifade etti.

Politik İslam Geriletildi

28 Şubat süreci devam ediyor. Genelkurmay, sermaye oligarşisi ile politik islam çelişkisi, MGK’da politik islam üzerine Hükümet generaller çelişkisi yumuşamakla birlikte çeşitli biçimler altında sürüyor. V. Savaş, N. Mete Yüksel, Y. Güngör Özden Genelkurmayın teşviki ve desteğiyle “siyasi”leri ve hükümeti topa tutuyor. Politik islama karşı mücadelede farklı yöntemleri gerekli gören hükümet, kendisini topa tutan sivil ve askeri bürokratlar hakkında herhangi bir idari soruşturma yürütmesi bir yana, büyük bir pişkinlikle “demokratik hakları”nı kullandıklarını belirterek geçiştirme yoluna gitmiştir.

Askeri bürokrasi, mevcut siyasal koşullarda kurdurduğu hükümetle en genelde uyumlu olsa da , 28 Şubat kararları doğrultusundaki uygulama ve politikaları yetersiz görmekte, bu kararlara ya da uygulama yöntemlerine yönelik çatlak seslere ve homurdanmalara anında Genelkurmay imzalı, yer yer tehditkar açıklamalarla yanıt vermektedir. Hizbullah operasyonundan sonra hükümet, askeri bürokrasiye yaklaştı. Önümüzdeki süreçte 28 Şubat kararları doğrultusunda bazı yasal düzenlemeler gündeme gelecek, politik islamın kurum ve kuruluşları daha sıkı denetime ve baskılara uğrayacaktır.

Hizbullah vahşetinin sergilenmesiyle toplumda korku, tedirginlik ve gerginlik yaratıldı, emekçi yığınların devlete yakınlaşması, güven duyması ve itaat etmesi amaçlandı. Bu, bir kirli savaş yöntemidir. Psikolojik ve ideolojik boyutları vardır.

Hizbullah operasyonu ve vahşetinin sergilenmesiyle devletin, kontrgerillanın vahşetinin gizlenmesi amaçlandı. Binlerce faili meçhul, faili bilinir kılınarak devletin resmi kurumlarının katliamları ve işkence uygulamaları örtülmek isteniyor. Devlet, Hizbullah operasyonu ile dönemin devlet yöneticilerini, yüksek kademelerde asker ve sivil bürokratları koruyor. Susurluk’ta da asıl suçlular, bazı çakalların göstermelik soruşturulmaları ve kısa vadeli gözaltılarıyla gizlendi, aklandı, unutturuldu. FP Genel Başkanı R. Kutan, faşist ordu -Hizbullah ilişkilerini ortaya koyacak belgeleri açıklamak istedi, ancak bu S. Demirel tarafından engellendi.

FP’nin Hizbullah operasyonuna yönelik tepkisi, Genelkurmay’ın doğrudan saldırısına hedef oldu. FP’nin Hizbullah’ı, şeriatı desteklediği ve koruduğu belirtildi. FP ise, bu açıklama karşısında binbir pişmanlık duyarak her zamanki gibi “yatıştırma” yolunu tuttu. Parçalanmayla yüz yüze geldi. Sermaye oligarşisi ve askeri bürokrasi, politik islamı bütün mevzilerinden (siyasi, iktisadi, örgütsel, basın vb.) koparmayı, sökmeyi ve yaygınlaşmasını önlemeyi “çağdaş yaşam”ın ve cumhuriyetin icabı sayıyor.

MGK, Türkiye-İsrail anlaşması ve 28 Şubat kararlarını RP ve N. ErbakanŞ imzalattı. A.Öcalan’ın idamının ertelenmesi kararına da MHP’yi kattı. İkisi de “memleketin yüksek menfaatları” hayrına gerçekleştirildi. Böylece iki partinin de istismar edecekleri, oy topladıkları bir konudaki sivrilikleri törpülenmiş, olası tepkilerin yöneleceği adresi değiştirmiş oldu.

Nisan ’99 seçim sonuçlarına göre FP geriledi, güçten düştü. Gözaltı, hapis, yasak ve baskılarla gözdağı verildi. Burjuva medyanın politik islam aleyhtarı yayını etkili oldu. Vakıf, cami, islami sermaye ve örgütlerinin sıkı denetimi, 8 yıllık eğitim, KurŞn kurslarının sınırlandırılması vb. ideolojik, siyasi ve stratejik politika ve yönelimlerle politik islamın çalışmaları, örgütlenmesi ve eylemi kuşatma altına alındı. Bunun karşısında FP ve politik islam geri çekildi ve savunmaya geçti. Bir kesimi “laik”leşti. Bir kesimi takkiye yaparak süreci atlatmaya çalışıyor. Bir kesiminin ise yer yer ileri hamleleri daha sert karşı çıkışlarla önlendi. Hizbullah operasyonunun zaman laması ve bağlantıları bu anlamda önemlidir. Devlet, bu bakımdan Hizbullah üzerinden İran’a ve politik islama yöneldi.

Politik islamla askeri militarizm ve Kemalist sivil bürokrasi arasındaki çatışma, sürecin ana çizgilerinden birisi olma özelliğini taşımaya devam ediyor.

Kürt Ulusal Devrimi Yenilgi ve Tasfiye Sürecine Girdi

Başını Amerikan emperyalizminin çektiği uluslararası emperyalist komplo ile PKK Genel Başkanı A. Öcalan, sömürgeci Türk devletine teslim edildi. A. Öcalan üzerinden/ onun eliyle Kürt ulusal devrimine tasfiyeci/ teslimiyetçi bir yenilgi dayatıldı. Ve yazık ki, tarihsel bir tragedya yaşandı. İmralı savunmaları, Kürdistan devriminin tasfiye edilmesinin teorik açıklaması ve perspektiflerini; siyasal talimatları, politikaları ve taktiklerini ortaya koydu. Faşist rejim, A.Öcalan’ı rehin tutarak PKK’yi taktik ve stratejik olarak en geri noktalara kadar çekti. Bu anlamda hükümet partileri Genel Başkanlarının 12 Ocak 2000 zirvesi, aslında Kürt ulusal hareketinin reformist çizgide “siyasallaşması”nı, çalışma yürütmesini ve örgütlenmesini; Kürt ulusal devriminin kazanımı ve ürünü çeşitli kurum, kuruluş, basın, kitle örgütü ve HADEP’li belediyelerin çalışmasını sınırlandırma, fiilen geriletme ve engelleme görüşmesiydi. Nitekim görüşmenin hemen sonrasında yapılan açıklamalar da aynı doğrultudaydı.12 Ocak Zirvesi öncesinde yaratılan gerginlik, tamamıyla bir kirli savaş oyunu ya da hilesiydi. Zira A. Öcalan’ın idamının erteleneceği, İmralı savunmaları sürecinde zaten ortaya çıkmıştı; bel ki de komplo sürecinde konuşuldu, görüşüldü ve A.Öcalan, böylece Türkiye’ye anlaşmalı olarak teslim edildi.

Sömürgeci faşist diktatörlük, sistem içi bir Kürtçülüğün, Kürt kültürü ve dili üzerindeki baskıların kalkmasının Kürtlük düşüncesi ve bilincini geliştireceği ve diri tutacağından, gelecek için potansiyel tehlike teşkil edeceğinden hareketle, A.Öcalan ve PKK’den Kürt ulusal devrimini “son Kürt isyanı” yapmasını istemekte, pişmanlık yasasını dayatmaktadır. Kürt ulu sal devriminin yenilgi sürecine girmesiyle şimdi de “siyasallaşma” eğiliminden vazgeçilmesi; idam tehdidiyle, her türlü siyasal çalışma yapılmasının önüne geçilmek isteniyor. Türk burjuva devleti, muhalif ya da kendisiyle çatışmalı gördüğü siyasal partilere ve eyleme bazı halkalar üzerinden yöneliyor. Politik islamın üzerine, öncesi bir yana, son zamanda daha önce kendisinin kurduğu Hizbullah’a yönelik operasyon ve onun vahşetiyle gidiyor. Yarın MHP ile çelişkisi doğarsa onun üzerine Susurluk’la gidecek. Kürt ulusal dinamiği ve hareketi üzerine A.Öcalan’ın idamı tehdidiyle gitmektedir. Bu halkaların en son örneği ise, devrimci ve komünist harekete dayatılan tasfiyeci kuşatmadır. “Hücre tipi” saldırısıyla devrimci ve komünist tutsaklara yönelmesi de bunun bir parçasıdır.

Kürt ulusal devriminin teslimiyetçi tasfiyeci sürece çekilmesi şüphesiz ki, Kürt halkı, yurtsever devrimci öncü güçlerinin önemli kesimi nezdinde büyük rahatsızlık yaratıyor. İçten içe bir kaynaşma ve tepkinin doğması ve gelişmesi çok doğaldır. PKK Başkanlık Konseyi’nin çağrıları ve propagandaları, Kürt halkı ve devrimci çizgide yürümek isteyen yurtsever güçleri zor durumda bıraktı. Ulusal savaşımı sürdürmenin A.Öcalan’ın idamına yol açabileceğinden hareketle hoşnutsuz olanlar, vefa duyguları ve küçük burjuva ahlaki kurallarla yüz yüze bırakılmış oldular. Hatta teslimiyetçi ve tasfiyeci çizgi karşısında bir duruş sergilemek, “kirli savaş rantçısı” olmak ya da “ihanet”le özdeşleştirildi. Bu durum, B. Ecevit’in tehditleriyle birleşince Kürt halk yığınlarında bir tereddüt ve duraksama yarattı. A.Öcalan’ın idam kararı, ulusal hareketin canlı ve siyasallaşmış kitlesinin adeta hareketsiz ve sessiz kalmasına neden oldu. Ve bu, iki yıl gibi bir zamana yayılarak Kürt ulusal dinamiklerinin çözülmesi, dağıtılması ve çürütülmesi hedefleniyor. Plan ve taktik, sinsi ve ciddidir. Eller ve ayaklar bağlanıyor, ağızlar bantlanıyor. Nitekim Kürt medyası, kurumlan ve çalışmalarında belirgin bir bozulma ve yanılsamalı yayın sürüp gidiyor. Zayıf bazı eylemliliklerle bu kırılma ve gerilemenin önüne geçileceği mümkün değildir.

Kürt ulusal devriminin yenilgi sürecine girmesi, dünya, bölge ve coğrafyamız devrimci hareketi bakımından büyük bir kayıptır. Kürt halk yığınları üzerinde görece zamana da yayılacak geriletici ve olumsuz etkileri olacaktır. Bu, genelde devrimci harekete karşı bir süre güvensizlik ve karamsarlık biçiminde de yansıyacak. Kürt ulusal devrimi sömürgeci Türk faşizmini büyük çıkmazlara, tıkanıklığa, acizliğe ve yıpranmaya soktu. Türk burjuva ordusu ve militarizmine kök söktürdü, otoritesini sarstı. Devrim ve emek cephesi için büyük bir umut, moral ve esin kaynağıydı. Böylesi bir kaynaktan mahrum kalmak, doğal ki, devrimci saflarda da inanç zayıflaması ve umutsuzluk belirtileri gibi tehlikeleri beslemektedir.

Bütün bu sonuçların yanında yeni sürecin, yeni nesnel koşullar ve zeminde yeni olanaklar getirdiği de görülmelidir. Türk şovenizmi ve milliyetçiliği, istismar malzemesi ve gerekçesi yapacağı koşulları bulmakta zorlanacaktır. Türk faşistleri eskisi kadar şovenizm furyasına girişemeyeceklerdir. İşçi sınıfı ve emekçileri ulusal ve etnik temeldeki çelişkiden hareketle kışkırtan sermaye ve faşizm, yeni durumda fazla etkili olamayacak; böylece sınıf çıkarlarına dayalı ortak savaşımın gelişmesi ve büyümesinin zemini güçlenecek tir. Sınıf kimliği ya da aidiyetinde yaşanan deformasyon, kirli savaş sürecindeki koşulları bulamayacak. Önümüzdeki süreçte burjuvazi, hükümet ve sivil faşist güçlerin “vatan, millet, sakarya” edebiyatının karşılık bulacağı bir toplumsal zemine sahip olmayacaklardır.

Kapitalist Sistemin Hastalıkları ve Kötülükleri Bitmez; Faşist Rejimin Sorunları

Kapitalist üretim ilişkileri ve iktisadi yasaları, bu alt yapının belirlediği üst yapıdaki gelişme, değişim ve gelişim; toplum sal, ulusal, ahlaki, kültürel sorunlardaki kötülük ve hastalıklar ne tesadüftür, ne de şaşırtıcıdır. Marks ve Engels, 19. yüzyılın ortasında İngiliz kapitalizminin yaratmış olduğu “refahın” proletaryayı nasıl satın aldığını, yozlaştırdığını, burjuvalaştırdığını, İngiliz proletaryasının Çartistlerin kemiklerini nasıl sızlattığını göstermiş, yazmışlardı. Orada burjuvazi, proletaryanın devrimci enerjisini “havuç politikası”, iktisadi kırıntılar ve rüşvetle toprağa akışını sağlamış oldu. Tabii ki, burjuvazi İngiltere’de bu işi “satın almak”la yaptı, başka yerde ise devlet şiddeti, baskısı, yasak ve siyasal zoruyla yapılabildi. Almanya’da Hitler’in orduları biraz böyle oluştu. Komünist partisine oy veren milyonlarca işçi, sonra Hitler’e de oy verdiler. Türkiye’de işçi ve emekçi kimliğinin bozulmasında siyasal zor ve şiddet esas olmakla birlikte, şovenizmin alıklaştırmasının ve daha geniş olarak da kapitalist sistemin ideolojik ve kültürel hegemonyası ve yönlendirmesinin de büyük etkisini bir yana koyamayız. Türk kapitalizmi izlediği iktisadi, siyasi ve ideolojik saldırılarla -bunlar kaba ve ince halde, medyadan okula, ordudan sendikalara kadar geniş ve çok boyutlu olarak inceden inceye, zamana yayarak işçi sınıfı ve emekçilerin zihnine kazımaktadır. İşçi sınıfını zihinsel bir kuşatma, ilgisizlik ve duyarsızlıkla siyasi ve ideolojik etki altında tutmaktadır. İşte işçi sınıfı ve emekçileri, burjuvazinin bu ideolojik ve siyasal kuşatmasından kurtaracak olan proletarya partisi önderliğinde verilecek devrimci bir savaşımdır. Burada işçi sınıfını devrimci siyasallaştırma görevinde, devrimci bir kuşatmanın zorunluluğu kendiliğinden anlaşılır.

Burjuvazinin sorunları köklüdür ve çözememektedir. Sistem, kendi dinamikleri ve güçleriyle bunu aşacak durumda değil. Reformist güçlere alan açmaya, liberal müdahalelere bile takati yok. Çünkü bu, başka şeylerin yanında işçi sınıfı ve emekçi yığınlara, en azından onların bir bölümüne bazı iktisadi kırıntılar vermeyi öngörür. Bırakalım iktisadi kırıntılar ya da yeni sosyal haklar vermeyi, kapitalizm dünya ve ülke çapında işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarına ve mevzilerine saldırıyor, hak gasplarına yöneliyor. Özelleştirme, SSK’nın yağmalanması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, sendikasızlaştırma vb. bunlardan birkaçı. Türkiye’de siyasal zor, gerici yasalar ve militarizm, iktisadi ve toplumsal baskı, toplumsal üretimin bölüşümündeki dengesizliğin büyümesini ve meşrulaşmasını sağlayan başlıca hakimiyet taktikleridir.

Türkiye’nin emperyalizm ve dünya gericiliği için önemi ve stratejik değeri, bir yanıyla sahip olduğu askeri güç ve militarizmidir. Emekçi yığınlara iktisadi kırıntılar vermeden egemenliğini ve yönetimini sürdürmesinin; her türlü siyasal ve toplumsal muhalefete karşı yeni gerici yasalar çıkarmanın, kurumlar oluşturmanın ve savaş aygıtı ve gücünü (tahkim etmenin) dışında başka etkili silahı yoktur. Faşist baskı ve yasaklarla içine girdiği “istikrar arayışı” da bir çözüm getirmeyecektir. Bu, tarihi olgular ve bugünkü verilerle kesindir. Aksi takdirde devletin neden yeniden yapılandırıldığı, tahkim edildiği, militarizmin yetkinleştirildiği anlaşılamaz; Susurluk, Hizbullah vb. örgütlere neden ihtiyaç duyulduğu, üzerine gidilmediği izah edilemez.

Emperyalizm, sermaye ve askeri bürokrasinin çıkarları ve istemleri doğrultusunda oluşan bir hükümet; bu hükümetin çalıştırdığı bir Meclis; hükümeti ve Meclisi destekleyen Cumhurbaşkanı ve burjuva medya... Bu sadece görüntü. İçten içe burjuva klik dalaşları, çelişkileri her türden kirli ve karanlık ilişki, çatışma ve uzlaşma yöntemleriyle devam ediyor. Yolsuzluk dosyaları raflara kaldırılmış, çete davalarında tutuklu kalan sadece birkaç kişi var. Susurluk’un öteki yüzü Hizbullah ile devlet arasındaki ilişkilerin ortaya çıkması, bu ilişki ve suçüstü durumu yüzsüzce “rutinin dışına çıkma” olarak açıklandı. Hortumlanan bankaların sahipleri ve yöneticileri içinde Cumhurbaşkanı’nın “aile efradı”nda olanların yanında JİTEM’ci general Teoman Koman da var. İşkenceler bütün hızı ve yoğunluğuyla devam ediyor. İşkence yapıldığına dair raporlar veren namuslu ve Hipokrat yeminine bağlı kalan doktorlar tehditle, gözdağı ve soruşturmalarla sindirilmeye çalışılıyor. Cezaevleri devrimci dolu. Muhalif radyo, TV, gazete, dergi vb. kapatılmaları sürdürülüyor.

Sermaye ve faşizm, baskı ve yasaklara dayalı yönetimini “düşük yoğunluklu savaş”, “irtica tehlikesi”, “öncelikli tehditler”, "terörizm” vb. kavramlarla gerekçelendirmeye çalışıyor. A.Öcalan’ın yakalanması, Susurluk, Hizbullah operasyonu gibi icraatlarla 28 Şubat kararlarının uygulanmaya devam etmesi ve MGK’nın ne kadar gerekli olduğunu, iş yaptığını, her ülkede bu türden güvenlik kurumlarına ihtiyaç duyulduğunu B. Ecevit, Çevik Bir ve diğerleri her seferinde açıkladılar. AB ve bazı “iç odaklar”ın Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması biçimindeki istemlerinin karşısına TC’nin stratejik konumu, Türkiye’nin bulunduğu istikrarsız bölge, iç ve dış kışkırtmalar çıkarıldı. O nedenle TÜSİAD, 28 Şubat öncesinde hazırladığı “demokratikleşme pespektifleri” raporunda, “Genelkurmay Başkanı’nın BaşbakanŞ değil, Milli Savunma Bakanlığı’na karşı sorumlu olması ve MGK’nın anayasal bir kuruluş olmaktan çıkarılması”nı isterken, Aralık’99’da yayınladığı raporda ise, ilk tutumunu sürdürememiş, “MGK ve Silahlı Kuvvetler ’in siyaset ve sivil otorite üzerindeki etkisi, Batı standartlarına göre yüksektir” biçiminde ifade etmeyi tercih etmiştir. Düzen partilerinin büyük bölümü de aynı yaklaşım içindedir.

MGK, A.Öcalan’ın idamını erteletti. AB Türkiye’nin aday üyeliğine onay verdi. Türkiye AİHM kararlarına uydu. “Dost ülkeler” bakımından da tehlike arz eden PKK ve Hizbullah gibi “terör” örgütlerini “bertaraf’ etti. Kaldı ki, DGM’lerden askeri yargıcın çıkarılmasına da karşı çıkmadı. Sivil örgütlerin “cumhuriyeti koruma ve kollama” şuuru ve hassasiyetine de büyük önem veriyor. O halde Avrupa’nın ve Türkiye’nin “güvenliği” için çalışan böylesi bir kurumun kaldırılması istenemezdi. Emperyalistlerin bölgedeki stratejik çıkarları için de “istikrarlı” bir Türkiye’ye ihtiyaçları var; bunu sağlamada MGK iradesi ve yönetimi belirleyicidir. Sömürgeci rejim, MGK ve mevcut devlet kurumları ve “güvenliğe ilişkin yasalar”a fazla dokunmadan AB’de yer almaya çalışıyor.

18 Nisan seçimleri, sermaye oligarşisi -askeri bürokrasi ittifakına karşı burjuva düzen partilerinin bir hamlesi ve başarısıydı. Yine 28 Şubat kararlarının tavsatılmaya çalışılması, gerekli görülen yasal düzenlemelerin ağırdan alınması hükümetin başvurmayı uygun gördüğü dirençtir. Arada Merve Kavakçı’ya tepki gibi çıkışlar olsa da, hükümet ve askeri bürokrasinin Vural Savaş ve N. Mete Yüksel gibi sivil bürokratlarla birlikte politik islama karşı mücadelede başvurdukları yöntemleri tümüyle tasvip ettikleri söylenemez.

A. Öcalan’ın idamının ertelenmesi MGK ve devletin kararıydı. MHP’nin, buna onay vermesi istendi. FP ve DYP’nin idam çığırtkanlığı, burjuva klikler arasındaki çelişkiler ve oy kaygısının yansımasıydı. MGK, Hizbullah operasyonu ve vahşetiyle

DYP ve FP’yi de susturdu. Önümüzdeki süreçte FP’nin kapatılması davası, Cumhurbaşkanı seçimi, hükümet politikaları üzerine benzer çelişkiler devam edecektir. Burjuva düzen partileri, S. Demirel’i yeniden seçme arayışına girdi ve pazarlıklar sürüyor. Askeri bürokrasi, S. Demirel’in aday gösterilmesi durumunda kendi adayını ileri sürmeyebilir, ancak her halükarda onay vermeyeceği birinin ileri sürülmesi durumunda kendi adayını dayatacaktır.

Devletin kurumları arasında, her kurumun kendi içindeki çelişki, çatışma ve güvensizlikler; ciddi mali kaynak transferleri ve idari tedbirlerle, ayıklama ve tasfiyelerle aşıldığı görüntüsüyle yeniden güven tazelenmeye çalışılıyor. Devlet, yasa ve kural tanımazlığıyla halk yığınları nezdinde yarattığı itibarsızlığı, yasallık eğilimini güçlendirerek ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Ancak bunu yaparken son örneği Hizbullah ile organik ilişkisi iyice batıyor. Çünkü ortaya çıkan her gelişme, devletin suçüstü yakalanmasını beraberinde getiriyor.

Gerçekleştirilen Hizbullah operasyonuyla onlarca ceset çıkarılıyor, yüzlerce Hizbullah militanı sorgulanıyor, tutuklanıyor; büyük silah yığınağı ortaya çıkarılıyor. Ortaya çıkan manzara, Türkiye kapitalizmi ve devletinin yapısal özelliklerini, onun egemenlik sisteminin yarattığı ilişkiler sistemini tanımayan ve kavramayan herkesi şaşırtıyor. Kürdistan’da her tarafın asker, özel tim, korucu, itirafçı kaynadığı, adım başı aramaların yapıldığı; Türkiye metropollerinde “huzur operasyonları”nın aralıksız sürdürüldüğü koşullarda ne hikmetse silahların ya da cesetlerin şimdiye kadar hiçbirine rastlanmamıştı(!). Ama devletin silahlı güçleri, elleriyle koymuş gibi habire ceset çıkarıyor. Anlaşılması çok da zor olmayan bu durumu, faşist rejimin hiçbir yalanı, saptırması ve demagojisi örtemiyor ve örtemez.

Emperyalist Kapitalizm, Sömürgeci Faşizm ve Tasfiyeci Kuşatma

1989-1991 yıllarında sosyal-emperyalist SB ve revizyonist Doğu Avrupa ülkelerinin klasik kapitalizme entegre olmaları; emperyalist kapitalizmi ve dünya gericiliğini, YDD ve küreselleşme saldırılarında daha da pervasızlaşmasının koşullarını yarattı. Bu saldırılar, ezilen ulus ve halkları, proletarya ve emekçi yığınları; onların siyasal parti ve savaşımlarını hedef aldı. Dünyanın her tarafında sosyalizmin ve devrimlerin toplumsal kazanımlarına ve mevzilerine tek tek saldırıldı. Bu, emperyalizmin global örgütleri vasıtasıyla global saldırılar biçiminde yürütüldü. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki devrimci gelişme ve savaşımlara doğrudan ve dolaylı çeşitli biçim ve düzeylerde ortak saldırı planları gerçekleştirildi. Kürdistan, Kolombiya, Peru, Sri Lanka, Filipinler, Filistin, G. Afrika bunların başında gelir. Bu ülkelerdeki devrimci ve ilerici hareketlerin uğradığı saldırılar, uluslararası karşıdevrimci tasfiye kuşatması ve politikalarının ürünleridir.

Emperyalizm ve sömürgeci Türk faşizminin tasfiyeci kuşatması Kürdistan’da etkisini gösterdi. Bu kuşatma altında A. Öcalan ve PKK Başkanlık Konseyi, devrimci bir duruş yerine tasfiyeci-teslimiyetçi stratejik bir yönelimle Kürdistan devrimini ve PKK’yi tasfiye yoluna soktular. Onlar, YDD karşısında değil, içinde yer alacaklarını açıkladı ve ona uygun pratik politikalar sergilediler. Oysa PKK Ortadoğu’da uzun süre YDD’ye karşı savaşan, ona kafa tutan devrimci direniş odaklarından biriydi. Ve dünya devrim cephesinin önemli bir unsuruydu. Şüphe yok ki, PKK’nin tasfiyeci sürece girmesi, emperyalist güçleri ve sömürgeci faşist rejimi sevindirdi. Emperyalist tasfiyeci kuşatma ve politikalarının bir başarısı olarak ilan edildi. Bugün PKK ulusal devrimci bir güç olmaktan çıkmış olmasına rağmen bağrında güçlü devrimci bir potansiyel taşımaktadır. Kürt ulusal hareketinde devrimcilik reformculuk ayrışmasının da ilk verileri ortaya çıkmaya başladı, bu ayrışmada Marksist Leninist Komünist Parti devrimci olanda ısrar edenin yanındadır. PKK 7. Olağanüstü Kongresi’nde gerilla güçleri silahsızlandırılmadı, 15 Şubat komplosunun yıldönümünde Kürt halkında, yurtsever güçlerde bir hareketlenme yaşandı. Ama reformcu ve devletle danışıklı politikalar, bu hareketlenmedeki “devrimci kini” hep törpüledi. Cezaevlerinde PKK’li tutsaklarda bir rahatsızlık görülüyor. Şüphesiz ki, bu hareketlenmenin nedeni, büyük ölçüde pazarlık gücü olabilmek, daha çok da Kürt halkı ve PKK’li güçlerin baskısı ve dayatması karşısında başvurulan taktiklerdir. Ne olursa olsun bu durumun gelişmesini desteklemek, antifaşist ve antiemperyalist savaşımın yararınadır.

Sömürgeci faşist diktatörlük, PKK’nin tasfiyeci çukura yuvarlanmasından da büyük güç alarak, devrimci ve komünist harekete dayattığı tasfiyeci kuşatmayı iyice daralttı. Devrimci güçleri yığınlardan yalıtma ve tecrit etme taktiğini çok kaba ve ince yöntemlerle, çok boyutlu sürdürüyor.

Kitle direnişleri ve gösterilerini hazırlayan, örgütleyen, öne çıkan ve öncülük eden devrimci ve ileri işçi, emekçi memur ve öğrenciye gözaltı, hapis, işkence, dayak, gözdağı, sürgün, işten çıkarma, okuldan atma vb. faşist uygulamalarla geriletilmeye, bezdirilmeye, yalnızlaştırılmaya çalışılıyor. Bu savaşımda psikolojik savaşım boyutu büyüktür. Ve savaş bu mevzilerde odaklaşıyor. Bir yerde ilerle me ve gerileme, o alanlardaki duruş ve kazanımlara bağlı oluyor. Burada devrimci bir görev ortaya çıkar: Mevzileri korumada, yeni mevziler edinmede ısrar ve inat; devrimci mücadelenin bedelleri ve sonuçlarını paylaşmak. Bunun başında da yukarıdaki uygulamalara maruz kalan ileri ve doğal öncülerin sahiplenilmesi; destek ve dayanışmanın her biçiminin gösterilmesidir. Yine mevzi ve kazanımlar elde tutularak geçici olarak terk edilen mevzilerin koşulları doğunca yeniden kazanılması yönünde girişimleri (örneğin Hizbullah operasyonları sürecinde kayıplarla ilgili faaliyetin özel olarak büyütülmesi, Cumartesi Annelerinin eylemleri, Susurluk sürecindeki taleplerin gündemleştirilmesi vb. ) çoğaltılmalı, koşulları ve her vesilesi ortaya çıktığında başarılı hamlelerle mevzileri tekrardan ele geçirme pratikleri başlatılabilmelidir.

ABD’li senatör Wanderbenk, SB tehlikesi, komünizm tehlikesi karşısında “Her ABD’linin ödünü patlatmalıyı ” diyordu. Burada korku, tedirginlik ve gerilimle toplumun bütün emekçi kategorilerini devlete, devletin yasaları ve militarist güçlerine yakınlaştırmak, güven duydurmak hedefleniyor. Sömürgeci Türk faşizmi de Hizbullah vahşetiyle, mezarlar ve korku tünelleriyle emekçi yığınları korku ve gerilim içinde yaşatıyor, devlete yakınlaştırmayı hedefliyor, devletin koruyucu ve yaşamı güvenceleyici başlıca araç olduğunu zihinlere yerleştirmeye çalışıyor. Oysa binlerce faili meçhulün gerçek failinin devlet olduğunu bütün dünya kamuoyu biliyor.

Faşizm, görece dar, kitlesel ve grupsal gösterilere, direnişlere, grevlere, basın açıklamalarına; sokaktaki mevzilere ve kazanımlara saldırıyor. İnsanları yerlerde sürükleyerek, işkence ederek gözaltına alıyor; TV ve basın aracılığıyla bu görüntüler bütün topluma yansıtılarak korku salınıyor, gözdağı veriliyor. Uzun bir süredir bu kirli yöntem devam etmektedir. Gösterilerdeki kitlesel daralmada, hak arama ve örgütlenme bilincinin geriletilmesinde düşmanın bu taktiğinin rolü küçümsenemez. Aynı çeteler Gazi’de, 1 Mayıs ‘96’da, Sivas katliamının 1. yıldönümündeki büyük gösterilerde, sokaklarda görünmediler. Gösterilerde kitlesellik zayıfladıkça, hedef kitlenin eylemini suçlamak onlar için daha kolay oluyor.

Burada da görevlerimiz açık: Dar grup gösterilerin de yüksek bir moral, kararlılık ve haklılık duygusuyla bireysel ve kitlesel devrimci direniş ruhu ve pratiğini sergilemek, bireysel anlamda görevini yapmış devrimci bir mutluluk verdiği gibi, devrimci güçler ve emekçi halk yığınları için büyük moral kaynağı, faşizmin paralı militarist güçleri için yıkım olur. Zincirin ilk halkası olarak öncü pratik çıkışlarla/ mücadelelerle faşist kuşatmayı kırmada ve yarmada ön açıcı olmak da budur. Gösteri ve direnişlerde kitlesel katılımı yükseltmenin bütün araç, yöntem ve sloganlarını devreye sokma, güçlü bir hazırlıkla öncü girişimleri olanaklı her yerde ve koşulda başlatabilmek, komünist militanın ve kolektif birimlerin görevidir. Eylem sürecinde yeri geldiğinde manevra ve esneklikle elde edilen üstünlüğü sürdürebilmek yine devrimci taktiğin konusudur. Katılımcılarda moral bozukluğu yaratacak mücadele biçimlerinden kaçınmak, başka mücadele biçimleriyle boşluğu doldurmak, gelişmelere müdahale etmek gibi taktik esneklikler göstermek önemlidir. İsa betli ve etkili mücadele biçimleri yığınları eyleme katmayı ve siyasallaşmasını sağlayan biçimlerdir.

İHD yönetiminin reformcu ve liberal politikaları belirginleşti. Ehlileşmede önemli bir mesafe aldı. KESK’in çalışması ve eyleminde gerilemeler yaşanıyor. İşçi sendikaları önemli ölçüde işlevsizleşti. Sendika bürokratları sermaye ve hükümete çok açık biçimde yedeklenmiş durumda. Rıdvan Budak, işçinin ve emeğin düşmanı faşist Devlet Bahçeli ile “tarihsel uzlaşma” görüntüleriyle mesajlar veriyor. Giderek çoğalan tarzda faşist-gerici güçler, sendika merkez ve şube yönetimlerini ele geçirdi. Sermaye ve faşizm, zorlanmadan sendikaları ve eylemlerini yedekleyebiliyor. Dışarıda durarak sınıf hareketiyle birleşmeden söz etmenin fazla bir anlamı kalmıyor. Sendikalar ve kitle örgütleri alanının sorunları da, çözümleri de belli. Gerisi pratik girişim ve müdahalelere kalmıştır. İşçileri sendikalarına sahiplenmeye çağırmak, yerel ve tekil grev ve direnişlerde aktif rol almak bu alandaki önemli görevlerimizdir. Ne yazık ki, devrimci bir çizgide gelişen bir grev, büyük bir fırsat ve olanak doğurmuşken, işçi sınıfı ve emekçilerin başarılı bir direniş veya greve susadığı, böyle bir başarının sınıf sendikacılığı hareketinin ve komünistlerin sınıfla bağlarının gelişmesine itilim vereceği, sıçrama yapabileceği biliniyorken bir yüklenme ve seferberliğin yaratılamaması, yeterli dayanışma ve desteğin örgütlenerek yürütülememesi her halde sadece olanaksızlık, zamansızlık vb. ile izah edilemez. Bunlar da mevzilerdir, hakkıyla kullanılmazsa, devrimci kıskançlıkla elde tutulmaz ve korunmazsa, değerlendirilemezse, yeni mevziler kazanılamayacağı gibi, zafere yönelik sloganlar da politik sonuç almada başarılı olamazlar.

Legal kurumların işlevli kılınması, legal olanakların değerlendirilmesi; bunların faşist baskılara karşı bir mevzi, değer ve ürün olarak militanca korunması, bu kurumlar üzerinde karşıdevrimci kuşatmanın parçalanmasını getirecek araç, yöntem, slogan ve hazırlığın yapılması, aynı zamanda karşıdevrimci tasfiyeciliğe ve marjinalleştirmeye karşı durmaktır.

Şüphesiz ki, tasfiyecilik dışsal bir olgu değil, içsel bir olgudur. Karşıdevrimci kuşatma denildiği zaman da sadece dıştan bir kuşatma anlaşılamaz. İçe, ideolojik, siyasi ve ahlaki alanlarda sızma, bu kuşatmanın temel bir parçası ve boyutudur. Burada “iç”in ve “dış”ın arasına bir duvar çekemeyiz. İçteki yapısal zaaflar, yetmezlikler ve çarpıklıklar “iç”i karşıdevrimci kuşatmanın etkilerine açık hale getirir, devrimci örgütü siyasi, ideolojik ve örgütsel olarak tasfiyeci yönde etkiler, bozar. O halde öncelikle “iç”i, “dış”ın bu etkisinin karşılık bulmasına zemin olmayacak, bir çatlak, boşluk bularak doldurmayacak tarzda sağlamlaştırmak, pekiştirmek, ideolojik olarak donatmak/ sağlamlaştırmak, tasfiyeciliğe karşı ilk iş oluyor. Tabii ki bu, diğer görevlerden soyut, tecrit ele alınırsa “iç”, sağlamlaşmış olmaz; yapılması gereken bu ilk işi, sınıf savaşımı ve siyasal faaliyete bağlı, onun içinde ve onunla birlikte ele almayı başarabilmektir. İç sağlamlık, kendimize ve içe dönüklük değildir. Sınıf savaşımının içinde olmak, orada yeniden üretim alanını genişletmek, olanakları çoğaltmak, moral ve motivasyon ürünleri sergilemek, manevra alanları sağlamak, toplumsal güç ve dayanaklar bulmak, devrimci çalışma ve örgütlenme faaliyeti ve olanaklarının yeni koşullarını hazırlamaktır.

Emperyalist ve karşıdevrimci tasfiye kuşatması, devrimci ve komünist güçleri yığınlardan yalıtarak, tecrit ederek, köşeye sıkıştırarak başarılı olmak istiyor. O halde devrimci güçler de bu kuşatmayı işçi sınıfı ve emekçi yığınlara dayanarak, yığınlarla ilişkileri sıkılaştırarak ve pekiştirerek, onların içinde ve en önünde yer alarak, bu duruşu işçi sınıfı ve emekçilerin iktisadi ve siyasi saldırılara karşı duruşuyla birleştirerek boşa çıkarabilir ve püskürtebilirler. Bu kuşatma ancak örgütlenmiş ve önderlik edilen yığınların gücü ve savaşımı ile yarılabilir ve parçalanabilir.

İşçi sınıfı, IMF direktifti bütçenin ve yeniden yapılandırma saldırısının öngördüğü iktisadi, toplumsal ve siyasal politikaların sonuçlarını en yakıcı ve yıkıcı tarzda yaşayacak. Sermaye, IMF ve hükümet, özeleştirmede, ücretleri düşürmede, SSK’nın yağması ve sendikasızlaştırmada kararlı görülüyor. Bakırköy ve Beykoz Sümerbank fabrikaları, Erdemir ve SEKA özeleştirmede ilk sırada. Onları Telekom, POAA, PETKİM, TÜPRAA vb. izliyor. 2000 yılında toplam 5,3 milyar dolar tutarında özelleştirme planlanmıştır. TİS kapsamında yaklaşık 500 bin işçinin ücretleri belirlenecek. Metal, tekstil ve belediye işkollarındaki bu işçilerin ücretlerinde herhangi bir iyileşmeye gidilmeyeceği, emekçi memurlara reva görülen komik ücret artışıyla bellidir. Türkiye’de olan biten karşısında sendika bürokratlarının suskunlukları ve ihanetçi duruşları büyük bir pişkinlikle devam ediyor. “7’li Çete”( DİSK sonradan çekildi, TÜRK-İA, HAKFA, TESK, KAMUSEN ve işveren örgütlerinden oluşan platform ), toplumsal uyanışı ve kalkışı söndürmenin aracı olarak iş görüyor. Ekonomik ve Sosyal Konsey’i devreye sokarak sermaye ve devlet lehine çözümler üretiyor.

Emperyalist tahkim, IMF’nin direktifleri Türkiye ve Kürdistan’da tarım üretimini yıkıma uğrattı. Türkiye’de tarım ithalatı ve ihracatı eşitlendi. Bu, kır küçük üreticilerinin mülksüzleşmesi ve yıkımının hızlanması demektir. Tütün, fındık, zeytin, üzüm, ayçiçeği vb. üreticilerin yaşamı çekilemez duruma geldi. Gelir dağılımındaki uçurum büyüdü. Deprem bölgesindeki emekçiler barut fıçısı.

Üniversitelerde kışla disiplini ve YÖK kıskacı öğrencilere bilimsel eğitim vermek bir yana, faşist baskı ve uygulamalarla karşı karşıya bırakmaktadır.

Emekçi memurların ücretleri reel olarak düşürüldü. Grevli, toplusözleşmeli sendika hakkı mücadelesi, KESK yönetiminin uzlaşmacı ve pazarlıklarıyla tavsadı, zayıfladı. Buna ilerici, devrimci memurların tepkisi büyük. İktisadi yükler, memurları sefalet ve yoksullaşma sınırına yaklaştırdı. Tabii ki, marksist leninist komünist güçler, sermaye ve faşizme karşı savaşımda işçi sınıfı, emekçi memur ve gençliğin bu sorunları ve taleplerini sahiplenerek hareket edecek, siyasal savaşımı büyüteceklerdir.

Emekçi semtlerinde iktisadi, toplumsal ve siyasal çelişkilerin keskinleşmesi, baskıların artması, Kürt emekçilerinin ulusal ve sınıfsal talepleriyle ortak sınıf savaşımda yer alma eğilimlerinin gelişmesi, emekçi yığınlarda patlayıcı öğelerin birikmesi ve yığılması antifaşist savaşımın zeminini geliştirip güçlendirmektedir.

AB, bugün, Türkiye’nin karşısına “insan hakları”, “Kürt sorunu” ve “demokratikleşme” istemleriyye çıkmaktan vazgeçmiştir. Türkiye’nin AB’ye aday üye kabul edilmesi arifesinden, görüşme ve pazarlıkların Yunanistan’la ilişkiler ve Kıbrıs sorununda odaklaştığı görüldü. AB emperyalistleri, Türkiye ve Kürdistan’da devrimci hareketi ve rejim karşıtı muhalefeti, kendi ülkelerindeki RAF, ETA, İRA ve Kızıl Tugaylar gibi nitelendiriyor; onlara yönelik yasa ve uygulamaların, Türkiye’deki devrimci parti ve gruplara uygulanmasına sessiz kalmakta, görmezden gelmektedirler. Bunda şaşılacak bir yan da yoktur.

B. Ecevit, V. Savaş, N. Mete Yüksel ve askeri bürokrasi, İngiltere’deki antiterör yasalarının incelendiğini, Türkiye’de de faşist terör yasası yetmezmiş gibi, benzer düzenlemelere gideceklerini ilan etmeleri, cezaevlerinde hücre tipi saldırıyı gündeme getirmeleri aslında tasfiyeci kuşatmanın güncel plan, hazırlık ve politikaları kapsamındadır.

Hücre (F) Tipi Saldırı; Tasfiyeci Kuşatma ve Saldırının Bir Parçasıdır

Emperyalizm ve dünya gericiliği, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerine, devrimci ve komünist partilere ve harekete karşı sürekli saldırı durumunda olmuştur. Ve komünist hareket de bu stratejik ve taktik saldırılara, dönemsel saldırılara karşı yeni taktiklerle, çalışma tarzında yeni yöntemlerle durmuştur. Marx, Almanya’da 1878’de Sosyalistlere karşı yasanın çıkmasından sonra “kararlılık, metanet, devrimci ruh ve illegal bir savaşıma başvurma hazırlığını göstermeyen Sosyal Demokrat Parti yetkilileri”ni eleştirir ve onlara saldırır der Lenin.

Emperyalizm destekli karşıdevrimci tasfiyeci kuşatma, saldırı planlarında devrimci tutsaklara önemli bir yer vermiştir. Devrimin bu cephesinin devrimi örgütleme çalışmamızdaki çok yönlü katkılarını tasfiye etmek düşman için temel bir sorundur. Toplumsal uyanış ve başkaldırıyı sindirmenin, geriletmenin veya bastırmanın ilk adımlarından biri, genellikle devrimci tutsakları teslim alma üzerin den atılmaya çalışılmıştır. Çünkü devrimci tutsaklar, işçi sınıfı ve emekçi yığınların bir parçası; bilinçli, örgütlü ve öncü bir parçasıdır. Devrimci hareketin en katı, sert ve yetkin yanını yansıtırlar. Devrim düşüncesi, ilkeleri, değerleri en saf ve görece kitlesel haliyle o mekanlarda yaşatılır. Devrimci iradenin kırılması, dağıtılması, zayıflatılması veya teslim alınması yönündeki faşist saldırı, bugüne kadar olduğu gibi, en kararlı ve sert yanıtını buralarda alır. Cezaevleri direniş odakları olmakla, en gerici ve karanlık tasfiyeci yıllarda bile yeniden devrimci uyanış, üretim ve örgütleniş merkezleri, bunun manevi kaynağı olmuşlardır. Devrimci tutsaklar bu mekanları eğitim okulu yapmakla, devrim ve sosyalizm savaşımına devrimci kadrolar yetiştirmekle, dosta ve düşmana devrimci mesajlar vermekle, kahramanca direniş örnekleriyle, devrimciliklerini üretmek ve sürdürmekle ülkemizde her zaman onur duyulan, devrimcilik adına örnek gösterilen yoldaşlar olmuş, büyük sempati ve saygıyla anılmışlardır. O nedenle sermaye ve faşizmin işçi sınıfı ve emekçi yığınlara yönelik her tarihsel ve geniş kapsamlı saldırısında ilk saldırı hedefi, öncelikle cezaevleri olmuştur. Stratejik diyebileceğimiz bu saldırılar, 1980 cuntası öngünlerindeki teslim alma saldırıları, 1980’in ilk yıllarında ”tek tip elbise” dahil yürütülen sistemli ve sürekli saldırılar; ‘96 SAG ve ÖO eylemiyle püskürtülen topyekün saldırı ve bugün “hücre tipi” saldırısı biçiminde sıralayabiliriz.

Devrimci tutsaklara yönelik bu ideolojik, siyasi ve fiziki boyutlu saldırı, aslında işçi sınıfı ve emekçi yığınlara yönelik saldırıdır. Zira sömürgeci faşist diktatörlük, iktisadi, siyasal ve toplumsal baskılara karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadelesinin devrimci bir önderlik ve yönetimle buluşmasının işbirlikçi kapitalist sistem ve faşist siyasal rejim için en ciddi tehlike olduğunu bilir. Ve aşağı dan toplumsal muhalefeti, kendiliğindenci kitle hareketini sindirmeye ve etkisiz kılmaya yöneldiğinde, öncelikle devrimci güçleri siyasal ideolojik, psikolojik ve örgütsel olarak hedef alır. ’96 büyük SAG ve ÖO direnişi, topyekün saldırıyı cezaevlerinde kurduğu canlı barikatla geri püskürttü. Zafer siyasi olduğu kadar, ideolojikti. Devrimci ve komünist kadrolar, düşmanı ve bütün dünyayı firesiz direnişleriyle şaşkına çevirdiler. Cezaevlerinde son fiili saldırıların ölümüne direnilerek püskürtülmesi de, önümüzdeki süreçte zindanın ve sokağın birleşik gücüyle “hücre tipi” saldırısına karşı kararlı ve etkin bir mücadelenin verileceğini gösteriyor.

Devrimci tutsaklara saldırı siyasal kimliğe, devrimci düşünceye, devrimci yaşama, devrimci savaşıma ve sosyalizme saldırıdır. Cezaevleri üzerinde devrimci örgütlere ve çalışmalara saldırıdır. Bugün de sorun, “kanayan yara”yı sarmak değildir. Sermaye ve faşizm, Kürt ulusal devriminin yenilgi sürecine girmesini de fırsat bilerek devrimci ve komünist güçleri ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak çözmeye, dağıtmaya, sindirmeye ve yok etmeye çalışacaktır. O halde “hücre tipi” saldırı, stratejik bir saldırıdır. Dengesiz güç ilişkileri koşullarında tutuşulacak bu mücadele tarihsel bir öneme sahiptir. Komünistler, proletarya ve insanlığın geleceği için bu tarihsel anı kazanacaklardır.

“Küreselleşme” İflas Ediyor, Türkiye Bir Devrim Ülkesidir

Emperyalist kapitalizmin YDD ve küreselleşme politikaları dünyada ne gerici savaşlara, ne de sınıf çatışmalarına son verdi. “Global düşünme ve çözüm”lerin sınıf savaşımlarına ihtiyaç bırakmadığı vaatleri ve yalanları, kapitalizmin insanlığa layık gördüğü gerçekliğe uymadığı onun her gün yeni üreyen hastalıkları ve kötülükleriyle fazlasıyla ortaya çıkmaya devam ediyor. Emperyalist ülkelerdeki sınıf çelişkileri giderek derinleşmekte, emperyalist devletler ve tekeller büyük bir pervasızlıkla sadece geri ülkelerden ve halkların sırtından kâr transferleri gerçekleştirmekle kalmıyor, kendi ülkelerinde de sömürü oranlarını yükseltmekte, işçi sınıfı ve çalışanların sosyal hakları ve kazanımlarına yönelebilmektedirler. Avrupa’da işçilerin, kamu emekçilerinin, öğrencilerin, çevrecilerin, insan hakları savunucularının eylemleri her geçen gün genişlemektedir. Kapitalizmin emekçi yığınlarda yarattığı öfke ve enerji büyümektedir. Bunu ABD’nin Seattle kentindeki WTO toplantısında, İsviçre’de Davos Zirvesi’ne karşı gelişen öfke patlamasında, sloganlarda ve militarist barikatları yarmada gösterilen kararlılıkta görüyoruz. Seattle’daki gösteriler üzerine emperyalistlerin baş sözcüsü ABD Başkanı Clinton küreselleşmenin sonuçlarını yumuşatmaya çalıştı: “Küreselleşmenin potansiyelinin tümüyle gerçkleşebilmesi açısından eşitlik meselesine ve gelir dağılımı sorununa daha fazla eğilmek” gerektiğine işaret etti. Kapitalizmin renkli vitrinine saldıran, “globalizmine” karşı duran dünya işçileri, emekçileri ve gençleri emeğin sermayeye yönelik büyük kavgasına girişeceklerinin mesajını verdiler. Bu dünyanın kaderini bir avuç emperyalist tekel ya da birkaç emperyalist ülkenin belirleyemeyeceğini haykırdılar. 1917-’56 yılları arasında Sovyetler Birliği ve diğer ülkelerde sosyalizmi yaşamış insanlık, 1989’da SB ve eski sosyalist ülkelerdeki çözülmeden sonra da kapitalizmin barbarlığını ve yabancılaştırıcı sonuçlarını yaşadı, daha uzun süre bunlara katlanamayacağı bir kez daha görüldü. Almanya’da ve İsviçre’de işçilerin sosyal hak gasplarına karşı gösterileri giderek mayalanıyor. Büyük tekellerin birleşmesiyle işsizlik oranı bütün Avrupa çapında büyümektedir. Fransa, Almanya ve Yunanistan’da öğrenci gençliğin kitlesel gösterileri günlere yayılmaktadır. İtalya’da antifaşist ve ilerici güçlerin “mültecilik yasası”na karşı militan gösterisi polisle çatışmaya kadar vardı. WTO toplantısı bitmeden dağıtıldı. Davos’ta kaçtılar. Avusturya’da faşist “Özgürlükler Partisi”nin hükümet ortağı olması, bütün Avrupa’da antifaşist güçleri harekete geçirdi, birleşik antifaşist kitle gösterileriyle ayağa kalkmalarını getirdi. Avrupa’da yabancılara düşmanlık ve işsizliğe tepki temelinde sisteme yönelik tepkileri arkalayan faşist harekete karşı, antifaşist harekette de bir yükseliş görülmektedir. Bunda hiç şaşılacak bir yan yok. Dünya’nın gerçek sahipleri üretenler ve yaratanlardır. Emektir, baldırı çıplaklardır. Onların birliği ve savaşımı karşısında hiçbir askeri güç, teknoloji ve termal kamerası duramaz.

ABD ve diğer emperyalistler kadir i mutlak değildir. Tarih, sınıflar mücadelesidir. Tarihin sonu gelmediğine göre tarihe yön verecek de sınıf savaşımlarıdır. Dünya’nın birçok bölgesi kaynıyor. Emperyalist kapitalizmin sosyalizmin bir şey vermediğini söylediği SB ve Balkanlar’da yaptıkları, olup bitenler insanlığın yüzkarasıdır. Ulusal, etnik ve dinsel çatışmalar bitmek bilmiyor. Emperyalist sistem bölgesel savaşları, krizleri, boğazlaşmaları kışkırttı. Açlık ve sefaleti geliştiriyor. Sorunlu ve çatışmalı bölgelerde yeni silahlarını denedi, yığılı konvansiyonel silahlarını pazarladı. SB ve Doğu Avrupa proletaryası ve halkları çok kısa sürede kapitalizmin renkli vitrininin arkasındaki çürümeyi, yozlaşmayı ve barbarlığı görmeye başladılar. ABD emperyalizmi, bütün güç gösterilerine rağmen “arka bahçesi”ndeki devrimci mücadeleleri, ayaklanmaları engelleyemiyor. Kolombiya, Ekvador, Endonezya, Güney Kore, Meksika vb. işçi sınıfı, gençlik ve emekçilerin gösterileri ve eylemleri dünyada kapitalist sisteme ve emperyalist hegemonyaya karşı “global düzey de” de antiemperyalist mücadelenin büyüdüğünü göstermektedir. Bu da uluslararası çapta antiemperyalist savaşımın araçları, mücadele biçimleri ve sloganları bakımından Marksist Leninist Komünist Parti önüne yeni görevler koymaktadır.

Emperyalist kapitalizm ve sömürgeci Türk burjuva rejimi, Türkiye’yi bir devrim ülkesi olmaktan çıkarmayı hedefliyor. Politikaları bunun üzerinedir. Emperyalizm, Türkiye’de kontrol edilebilir ve az yoğunluklu bir “istikrarsızlık”tan yanadır. Ne var ki, bu hedeflere varmak, onların niyetlerine ve rastlantılara değil, verili “ekonomik sistemin ve gelişim özelliklerine bağlı” olarak “burjuvazinin kendi durumundaki temel çelişki”leriyle açıklanabilir. Nitekim Yeniden Yapılandırma Programı diyen rejim, 50 yıldır her gelen hükümetle “demokratikleşi”yor(!) Buna rağmen, Kürt sorunu ve politik islam “yaşayan tehlike” olmaya devam ediyor. Egemen sınıf klikleri arasındaki çatışmalar bitmedi. Siyasal, ideolojik ve kurumlarda çözülme, çürüme ve itibar yitiminin önüne geçilemiyor.

Kürt ulusal hareketinin yenilgi sürecini yaşaması, Kürdistan’daki ilerici devrimci dinamiklerin tükendiği, sorunun çözüldüğü an lamına gelmiyor.

Yeni süreçte Türk şovenizmi ve milliyetçiliğinin sınıf çıkarları ve istemleri doğrultusunda gelişecek işçi emekçi savaşımını frenleyici, geriletici rolü azalacak. Batı’daki savaşımın öne geçeceği, sınıfsal rengin ağırlığının hissedileceği açık. Kürt sorununun devrimci çözümünün proleter seçenekte olduğu, proletarya önderliğinde gelişecek devrimci demokratik mücadelenin gündemine gireceği çok daha net olarak açığa çıktı. Birleşik devrimin zemini daha da güçlendi. Ayrıca küçük burjuva devrimciliğinin sınırlılığı ve tutarsızlığı bir kez daha yığınların kendi öz deneyleriyle görüldü. Küçük burjuva reformcu akımlar çapsızlıklarını iyice gösterdiler. Bugün emperyalist ve sömürgeci kuşatma karşısında, adeta yaptıklarından pişman olurcasına çözümü reformist çizgiden de geriye düşüşte gören küçük burjuva Kürt milliyetçiliği aynı akıbeti yaşıyor.

Sosyalist sistemin varlığı koşullarında küçük burjuvazinin devrimci barutu görece daha uzun soluklu olabiliyordu; günümüzde ve YDD saldırıları koşullarında ise küçük burjuvazinin savrulması daha hızlı, devrimci savaşımdaki tutarlılığı daha zayıftır. Tarihsel ve siyasal gelişmeler, Kürt sorununun devrimci çözümünü de marksist leninist komünist partinin omuzlarına bindirdi. Tarihsellikle de görüldü ki, dünya ve bölgesel güç ilişkileri, Kürdistan’ın özgünlüğü ve düşman cephesi, uluslararası güçlerin Kürdistan üzerindeki hesapları, parti programında da belirlendiği gibi, çeşitli milliyetlerden proletaryanın siyasal öncüsü partinin önderliği ve yönetimi altında gerçekleşecek antiemperyalist demokratik halk devrimiyle ancak Kürt sorununu gerçek çözüm yoluna sokacaktır.

Ezilen ulusların ve halkların baş düşmanı ABD’yi ya da başkanlarını alkışlatmakla, sömürgeci devlet adamlarını, emperyalistlerin işbirlikçilerini alkışlatmakla Kürtlerin özgürlüğe kavuşamayacağını devrimci teori izah etti, yetmedi, tarih de gösterdi. Yeni süreç te Kürt ulusal dinamiği ve potansiyeli, ancak sosyalist ve sınıfsal bakış açısı, perspektifleri ve politikalarıyla başarıya yürüyebilir.

Marksist Leninist Komünist Parti, teorisi, programı ve politikalarıyla Kürt sorununun çözümüne devrimci yaklaştı, sadece teori ve düşence de değil, pratiği ve son süreçteki yakın ve enternasyonalist duruşuyla da tam bir sorumluluk içinde hareket etti. Bu anlamda diğer devrimci parti ve gruplardan farklılığını ortaya koydu.

Dini sahtekarlıkla emekçi halk yığınlarını takkiyeci yöntemler ve demagojik söylemlerle etkileyen politik islamın yüzü gizlenemez hale geldi. Politik İslam devletçi. Onu devlet besledi ve palazlandırdı.12 Eylül cuntası, “Türk-İslam sentezi”yle devrimci düşüncelere karşı durdu. Politik islam cuntanın kanatları altında ve gölgesinde çalıştı, örgütlendi. İşçi ve emekçi yığınların taleplerine devrimci, sosyalist argüman, söylem ve sloganlarla yaklaştı. “Adil düzen”in, hakça bölüşümün tam bir aldatmaca olduğu görüldü. Yer yer zekat, yardım ve ticari dayanışma adı altında göstermelik dayanışma örnekleri sergilendi. Kırdan koparak kentlerin varoşlarına yığılan, kapitalizmin yabancılaştırıcı, atomize edici sonuçlarını iktisadi, toplumsal ve ahlaki alanda çözülme ve çürüme biçiminde yaşayan emekçilere, yakınlık gösterme, dayanışma, iktisadi yardımlar ve demagojik söylemler çekici geldi. RP, cami, vakıf, Kur’an kursları ve mescitlerde propaganda ve örgütleme faaliyetlerini engelsiz yürüttü. Devrimci çalışma tarzını taklit etti. En küçük mahalle ve yerleşim birimlerinde parti büroları ve evleri açtı. Toplu taşıma araçlarında özel örgütlenmiş sesli sohbetleri ve tartışmalarıyla, güçlü basın ağıyla propagandayı yoğunlaştırdı. Çeşitli gazete, dergi, radyo ve TV’ler güçlü iletişim araçları olarak iş gördü. İslami sermaye özellikle MÜSİAD’da örgütlendi, islamcı holdingler türedi. Faizsiz kazanç çekici kılındı, çok ortaklı şirketler arka arkaya kuruldu. Öyle ki, TÜSİAD ve diğer işbirlikçi tekelci holdingler ( OYAK vb.) islami sermayenin büyümesinden rahatsızlık duymaya başladılar.

MGK’nın 28 Şubat kararlarıyla politik islamın büyük bölümü evcilleşti. RP zaten evcildi. Anti-Amerikancılığının sahteliği hükümet olunca erken anlaşıldı. Susurluk çeteleri ve kirli ilişkilere karşı gizleyici tutumu, takkiye geleneği ve rejimin etkin denetimi ile geniş yığınlar üzerindeki siyasi etkisi giderek azaldı. Siyonizme karşı olmadığı, N.Erbakan’ın İsrail-Türkiye stratejik işbirliği anlaşmasına imza atmasıyla anlaşıldı. MSP gibi RP’nin kapatılması, FP hakkında kapatma davasının açılması, 28 Şubat kararları, politik islamın BÇG, MGK ve hükümetlerce medya, vakıf, siyaset, iktisat vb. alanlarda kuşatılmaya alınması, Hizbullah’ın günlerce gündemde tutulması ve sergilenen vahşeti, devletle organik bağının ortaya çıkması, politik islamın siyasi ve ideolojik etkisini taşıyan yığınlarda güvensizlik yarattı, onları, bu yoksul ve emekçi toplumsal kesimleri devrimci düşüncelere açık hale getirdi. Devrimci ve sosyalist propaganda, ajitasyon ve eyleminin önemli bir konusudur.

Türk Şovenizmi ve Milliyetçiliğinin, Kirli Savaş Kışkırtıcılığının Emekçilerin Sorunlarını Çözmediği Ortaya Çıktı

Türk şovenizminin şişirdiği MHP ve DSP’nin halk düşmanı yüzleri, daha hükümet oluşlarının ilk aylarında açığa çıktı. SSK’nın yağması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, IMF’ye kölece bağlılık ve tahkim yasası, ek vergilerin getirilmesi, deprem felaketindeki aldırmazlık, Susurluk çetelerinin sahiplenilmesi, faşist politikalardan değişik düzeylerde etkilenen yığınların zihinlerinde de soru işaretleri yarattı. MHP’nin faşist demagojilerinin onu, diğer sistem partilerinden farklı kılmadığı görüldü. Sermaye ve hükümete karşı gelişen grev, direniş ve gösteri süreçlerinde emeğin düşmanı düzen partileri ve politikaları daha iyi tanınmaya başlandı. SEKA grevinde, sendika bürokratlarına isyan eden Metal işçilerinin direnişinde, işten atılmayı bekleyen Sümerbank işçilerinin direnişinde, Bagfaş işçilerinin grevinde bunun örneklerine fazlasıyla rastlandı. MHP, DSP ve FP’nin siyasi etkisindeki işçiler, bu faşist-gerici partilerden kopma eğilimine girdiler, devrimci ve sosyalist düşüncelerin etkisine açık hale geliyorlar. Eylem onları sarsıyor, kopuşturuyor ve siyasallaşmaya açık hale getiriyor. Eylem eğitiyor, öz pratiğiyle çeşitli siyasi partileri sınamasını, tecrübe etmesini sağlıyor. Doğal ki, eylem sürecinde onların yanında ve yakınında olan, dayanışma içinde bulunan, öncülük eden siyasal güçlerden etkileneceklerdir.

Proletaryanın siyasal öncüsünün, sınıf çalışmasındaki zihinsel ve pratik yoğunlaşması, çok geçmeden işçi sınıfı içinde kendini oluşturma ve güç olmanın, sınıf hareketi cephesindeki gelişmelere daha etkin müdahale etmenin açık ipuçlarını vermiştir. Türk-İş Kongresi’nde, Sınıf Sendikacılığı Hareketi kendisini hissettirdi. Ulucanlar katliamı sonrasında İstanbul Emek Platformu’nun oluşturulması, toplantıları ve çalışma planları umut veriyor. Bagfaş grevi, örnek bir direniş olarak tarihe geçti. Bu kanalları açma, adımları ve örnekleri çoğaltma, deneyleri aktarma, kazanımları ve mevzileri sahiplenme proletarya devrimcilerinin görevidir. İşçi sınıfı hareketinde yerel ve genel anlamda bir hareketlenmenin güçlü iktisadi ve toplumsal verileri mevcuttur.

Depremlerin Marmara bölgesindeki iktisadi ve toplumsal sonuçları, bölge nüfusunun emekçi kimliği ile birleşince uzun süreli devrimci çalışmaya açık bir potansiyel ve rezervin olduğu görülüyor. Depremzedeler devleti de, hükümeti de “gözbebeği” orduyu da kendi yaşadıkları öz deneyleriyle tecrübe ettiler. Onların özgün talepleriyle birleşen bir propaganda, ajitasyon ve eylem değiştirici ve örgütleyici rol oynayacaktır.

AB’ye uyum süreci işçi, emekçi memur, gençlik ve küçük üreticilere yansıması, yıkım ve yoksullaşma, toplumsal tepki ve hareketlenme getirecek. Emperyalistlerin Balkanlar, Kafkasya Hazar havzası ve Ortadoğu üzerindeki rekabette Türkiye’ye biçtikleri rol, halklarımızı, Türkiye’nin komşuları ve bölge ülkeleri arasında gerginliklere ve savaşlara götürebilecek maceralara sürükleyebilecektir.

Görevler

Görevimiz, ücretli kölelik düzeni ve faşist rejimin iktisadi ve siyasi egemenliği altında her geçen gün yoksulluk ve baskılarla yaşamı çekilmez hale gelen işçi ve emekçileri, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlemek ve bilinç düzeylerini geliştirmek ve devrimin siyasal ordusunu yaratmaktır.

Karşıdevrimci tasfiyeci kuşatmayı yarmanın, saldırıları püskürtmenin; kadro, örgüt ve çalışma yöntemlerine ilişkin sorunlarımızı aşmanın bir yanıyla işçi sınıfı içinde çalışmalarımızı yoğunlaştırmak, örgütlenmek, maddi güç olmaktan geçtiği bugün daha iyi görülü yor.

“Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın eylemine yaptıklarıyla (açL) önderlik etmesi halinde adına hak kazanacağını aklımızdan çıkarmamalıyız." diyordu Lenin. Devrimci sınıfın savaşımında görevlerin yerine getirilmesi, yürürken önümüze çıkan sorunların çözümü işçi sınıfı eksenli bir çalışmaya; sınıf savaşımının ihtiyaçlarına ve siyasal güç ilişkilerine, siyasal gelişmelerin eğilimine bağlı ele alınırsa, pratikte karşılığını bulur.

Kendiliğindenci işçi sınıfı ve halk hareketi, devrimci siyasal öncü ile buluşmadığı, bir örgütlülük ve sıçrama yaşamadığı sürece “olayların gidişini değiştiremez ve sermayenin egemenliğini etkileyemez”. Türkiye’de bunu en son Susurluk süreci, ‘99 Yaz eylemleri, deprem sürecinde görüldü ve yaşandı. Bugün ise, aynı şey Hizbullah’ın vahşet görüntüleri karşısında yaşanıyor. Erdemir, SEKA, Bakırköy ve Beykoz Sümerbank fabrikalarında yarın direnişlerin gelişeceği kesin. Yarına etkili müdahale, bugünün hazırlığı ve oluşturulan hareket planına bağlıdır. Tabii ki, geçmiş SEKA direnişinde devrimci çalışma adına elde kalan kırıntı, ilişki ve olanaklar ileri bir müdahale için önemlidir. Acaba yazdıklarımız ve anlattıklarımıza göre var olanı bugüne ulaştırabildik mi?! Bu olanaklar tüketilmişse ya da elde tutulmamışsa, o zaman hiç olmazsa bundan sonra sınıf çalışmamızın ürünlerini, emeği ve enerjisinin, sonuçlarını gelecekle bağlantılı kılmak, devrimci çalışmada süreklilik ve kesintisizliği yerleştirmek için kesin bir irade koyarak, bu ilkelliğe, kendiliğindenciliğe, israfa ve dağınıklığa son verme yoluna girmeliyiz.

İktisadi ve toplumsal koşullar, işçi ve emekçi sınıf dinamikleri bütün iç zaafları ve geriliğine rağmen devrimci siyasallaşmaya açıktır. Karşıdevrimin yığınlar üzerindeki kanıksatıcı ve alıklaştırıcı etkisi kırılmış değil. Reformist parti ve sendikaların liberal etkileri, Kürt ulusal hareketinin geriye savrulması, kitle hareketinin iç dinamiklerini zayıflatan, güçten düşüren önemli faktörlerdir. Ne var ki, kapitalist sistemin toplumsal çelişkileri, faşist yönetim ve uygulamalar, devrimci dinamikleri ve olanakları sürekli üretir, işçi sınıfı dinamizmi ve hareketinin gelişmesi zeminini güçlendirir.

Emperyalizm, sermaye ve faşizme öfkeli, hoşnutsuz işçi ve emekçi yığınlarını örgütlemede ve savaştırmada önderlik edecek olan onun partisidir. Parti, tepkili ve hareketli yığınları etkilemek, siyasi ve eylem çağrılarına karşılık verir duruma getirmek için öncelikle onlara propaganda ve ajitasyonu, kitle çalışması, düşünce ve pratik uyumu ile güven vermek zorundadır. Özellikle kendiliğindenci yerel ve genel kitle eylemlerine öncülük eden, yönlendiren; bir ağırlık ve saygınlık yaratan ileri ve doğal işçi önderlerine teorik ve pratik bir uyum, inandırıcı ve ikna edici bir propaganda, doğru ve isabetli siyasal öngörülülük güven vermenin başlıca unsurlarıdır.

İşçi sınıfı ve halk hareketi, karşıdevrimci cephedeki gelişmeler, sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin değerlendirilmesi, statik değil dinamik, donmuş değil hareket hali içinde, bütün bağlantılarıyla ele alınırsa doğru ve etkili pratik müdahale gerçekleşmiş olur. Hareket bir süreçtir. Bu süreçteki geçmiş, an ve gelecek halkaları iç içe geçmiştir, bağlantılı bir bütünsellik arz eder. Bu iç içelik de mekanik değil, diyalektiktir. İç bağlantıları ve uzanımları vardır. Hareketin yalnızca yavaş ve evrimci değil, hızlı ve sıçramalı olacağı da diyalektik yasaların bir gereğidir. Bazen yılların gelişmeleri, “büyük bir güne” sığabilir. İşçi sınıfı ve halk hareketindeki bu gelişmeleri hesaba katmayan devrimci çalışma programı ve hareket planları hazırlamak pratikte karşılığını bulmayacağı için amacımıza hizmet etmez.

Devrimci çalışma kendinden önceki çalışmaya dayanırsa ileri sıçrar ve gelişir. Devrimci çalışmanın sınıf savaşımı içerisinde gerçekleştirdiği kadrolaşma, örgütsel inşa, kurumlaşma, mevzi, kazanım, birikim, miras ve deneyler, alışkanlıklar ve gelenekler devrimci çalışmada genişliğine ve derinliğine gelişmenin, siyasal/ toplumsal gelişmelere etkin müdahale düzeyini belirler. Partinin siyasal çizgisi ve eylemi, aslında geliştirilmesi gereken temel unsurları, ana çizgileri; kitle hareketine müdahalenin çeşitli biçimlerini ortaya koydu. Bu belli başlı kavramlarla ifade edildi. İrade, politikada esneklik ve kapsayıcılık, öncü çıkışlar, koşullara uygun her türlü mücadele biçim ve araçlarını değerlendirme, esnek ve dolaylı örgütleme araçları, siyasal cüret, kendini ortaya koyma, siyasi etkiyi örgütleme, sokak çatışmaları ve barikat savaşlarını geliştirme, hazırlık ve güç biriktirme, devrimci şiddet eylemleri, grup şiddeti, yığınların devrimci şiddeti vb. kitle mücadelesini militanlaştırma ve siyasallaştırma başlıca kavram ve kategorilerimiz oldu.

Kitlelerde biriken öfke, tepki ve enerjinin açığa çıkması içinden geçtiği siyasi koşullar, sınıfların güç ilişkileri, siyasal güçlerin rengi ve devrimci müdahalenin düzeyine göre farklılıklar taşır. Örneğin Susurluk sürecindeki gibi, etliye sütlüye fazla dokunmadan, sistem içinde ve zamana yayılarak da gelişebilir bu. Bir gerginlik ve öfkeyle sokağa taşması, yıkıcı ve tepeleyici özellikleriyle de olabilir. Böylesi bir dalga, kendisine yeni unsurlar, dinamikler katarak daha büyük ve üst düzeyde genişliğine derinliğine yeniden üreterek büyüyebilir...Gazi ve 1 Mayıs ‘96 başkaldırısı bunun biçimleriydi.

Kitle hareketindeki kabarış ve dalgalanma biçimleri; kitle hareketinde militanlık, yaptırımcı ve girişimci özellikler bir ölçüde doğal öncülere, hareket içinde ileri çıkanların çalışması, ilk hamlesi ve yönlendirmesine de bağlıdır. Bu hareketlenme aşağıdan ve kendiliğindenci de olsa, öne çıkan, fırlayan, söz eden ve sözünü dinleten, eyleme yönelirken yığınların gözledikleri, dikkate aldıkları öncüleri vardır, parti örgütleri ve sınıf çalışanları gözlerini böylesi doğal öncülerin üzerinden ayırmamalıdır.

İşte emekçi yığınlarda biriken öfke ve hoşnutsuzluğu açığa çıkartan, doğurtan bunlardır. Örgütlü öncü güçlerin, isabetli ve etkili müdahaleleri de o hareketi güçlü kılar. Hareketi ileri çekme ve büyütme, bunları yaparken etkiyi örgütleme, kazanım ve ürünleri sahiplenmede ısrar ve yararlanma, eldekine dayanarak yeniden üretme ve ileriye fırlama politik faaliyetin ve çalışmanın bazı unsurlarıdır. Böylece hazırlık, güç biriktirme ve fırsat kollayarak darbeler indirmede ifadesini bulan aktif savunma taktiği biçimindeki hattımızda da ısrarlı davranmış oluruz.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi