Sayı 5 / Ocak-Şubat 2000

İnsanlık, bir yüzyılı daha geride bıraktı. 20. yüzyıl da artık tarih oldu. 20. yüzyıl insanlık tarihinin en büyük savaşlarıyla, kitle hareketleriyle, devrimleriyle, ideolojilerinin maddi güce dönüşmesiyle; kapitalizm ve sosyalizmin, burjuvazi ve proletaryanın insanlığın geleceği üzerine mücadelesi ile karakterize olmuştur.

Geride bıraktığımız yüzyılda yaşamın her alanında nicel ve nitel bir dizi değişmeler olmuştur. Ama çağımızın karakterinde değişme olmamıştır. 20. yüzyılın karakterini Lenin, şöyle formüle ediyordu:

Bütün bir çağdaş tarih boyunca yaşanmış devrimlerin sendelenmiş, bastırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve/ya da yenilgi almış olanların, ortaya çıkardığı sonuçlar, bu devrimlerde aktif rol almış ve onlara önderlik etmiş olanları iki temel kampa ayırmıştır. Bu ayrışmada, temel olanlarla belli nüanslarda ayrılık gösteren ara tonların olduğunun da, tablonun bütününü yansıtmak için vurgulanması gerekiyor. Sorun, çatışan taraflardan kendi yakın ve uzak amaçları açısından olumsuz bir durumla karşı karşıya olanı ilgilendirdiğinden; söz konusu ayrışmada birinciler, bütün geçmiş devrimci pratiği reddetmekle kalmıyorlar. Gerilere doğru, tarihe uzun ve çileli bir gezintiye de çıkarlar. Tarihin, bir kez daha görülmesini istemediği ve kendinde saklı tuttuğu ölü şeyler bulmakta da fazla bir güçlükle karşılaşmazlar. Bunlarla, canlı ve devrimci teorinin de genel bir “düzeltilmesi”ne, “gerekli değişiklik”ine giderler. Çünkü bunun için önemli bir “fırsat” doğmuştur. Bu tarihsel ayrışmada ikinciler, geçmiş pratiği birinciler gibi, genel bir liberalleşmeyle bütün güncel ihtiyaçlarını karşılamak için değil, bir devrimci eleştiriyle, yeni devrimci hamle ya da atılımların öncekinden daha dayanıklı ve güvenilir başlangıç noktası yaparlar. Bu dönemlerin tartışmaları doğaları gereği sert ve acımasız geçmiştir.

Kadınlar, insan nüfusunun yarısını oluşturuyorlar. Onlar bütün siyasal hareketlerde ve toplumsal oluşumlarda her zaman en ön saflarda mücadele ettiklerinden savaş dönemlerinde en ağır bedelleri ödüyorlar, acımasızca işkence ve tecavüzlere uğruyor; esirlik ve köleliğe mahkûm ediliyorlar, "barış" dönemlerinde ise ücretsiz ağır ev işlerinin yanı sıra, tarlada ve bahçelerde de karşılığı ödenmeksizin çalıştırılıyorlar. Erkek nüfusun yeterli olmadığı dönemlerde de çoğu zaman, ikinci sınıf işçi olarak sömürü pazarına sürülüyorlar ve her kriz döneminde işçi kıyımlarının ilk kurbanları oluyorlar. Sömürücü sınıfların kültürü, bu insanları zayıf, ek sik ve korumaya muhtaç "yaratıklar" olarak sunuyor. Kapitalizm kadınları birer meta gibi takdim edip, binbir yolla piyasaya sürüyor, kâr araçları haline getiriyor.

AB'nin 10-11 Aralık 1999'da Helsinki'de gerçekleştirdiği toplantıda alınan karalardan birisi de Türkiye'nin AB'ye aday üyeliğinin kabul edilmesiydi. Bu karardan sonra Türkiye-AB ilişkileri yeni bir aşamaya girmiş oluyor. Bu yazımızda yeni durumun ne anlama geldiğini ele almaya çalışacağız.

"Eğer insanlığın çoğunluğu için etkili olacağımız yeri seçmişsek, hiçbir yük bizi kamburlaştırmaz. Çünkü artık o, herkes adına ödenen bir bedeldir. Artık tadına vardığımız şey yoksul, kısıtlı, bencilce bir mutluluk değildir. Mutluluğumuz milyonlara aittir. Eylemlerimiz sessiz sedasız ama sonsuza dek etkisini sürdürecek ve küllerimizi soylu insanların çakmak çakmak gözlerinde akan yaşlar ıslatacaktır."

Karl Marx

Petrol ve Doğal Gaz Üzerine Emperyalistler Arası Rekabette Hazar Havzası’nın ve Türkiye’nin Yeri

Teknolojinin gelişmesine ve üretimde ve yaşamda kullanılmasına paralel olarak enerjiye duyulan ihtiyaç da giderek artmıştır. Motorize araçların kitleselleşmesi sonucunda petrole ve yan ürünlerine olan ihtiyaç da artmıştır. 20. yüzyılın başından itibaren önemi giderek artan petrol, emperyalist ülkelerin mutlaka ele geçirmek istedikleri, kontrolleri altına almak istedikleri hammadde olarak sürekli, savaşlara, darbelere, işgallere neden olmuştur. Kapitalist üretim biçiminin serbest rekabetçi aşamasında dünyanın "atelye"si olan İngiltere, 20.yüzyıl - dan itibaren bu konumunu çoğu alanda kaybetmesine rağmen ABD’den sonra ikinci sırada olmasına ve bazı alanlarda Almanya'dan da geride kalmasına rağmen dünya petrol kaynakları üzerindeki hegemonyasını daha sonraki yıllarda Amerikan emperyalizminin lehine kaybetmiştir. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında sonuçlanan bu rekabeti, konumuzu doğrudan aktüel olarak ilgilendirmediği için, sayıların diliyle belirterek geçeceğiz.

Özellikle 1850’lerden sonra, işçi sınıfının gerçek gücüne ulaştığı ve dünya çapında örgütlenmeye giriştiği yıllar olmuştur. Yerel örgütlülükler olarak ortaya çıkan işçi örgütleri, varlıklarını sürdürebilmek için örgütlerini birleştirme zorunluluğu hissetmişler ve bu doğrultuda önce meslek, işkolu düzeyinde bir araya gelmiş, sonra da genel federasyon, konfederasyon örgütlerini yaratmışlardır. İlk olarak İngiltere’de Trade-union’lar ortaya çıkmış ve bu sendikalar bir araya gelerek TUC’yi (Trade-Union kongresi-1868) kurarak ulusal sendikaların temelini atmış oldular. Sermayenin uluslararası örgütlülüğü, bunun karşısında işçi sınıfının politik anlamda yetkinleşerek kendi politik örgütlerini kurmaya başlaması işçi sınıfının uluslararası alanda örgütlenmesinin temellerini geliştirmiştir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi