MLKP’nin Tarihin Döl Yatağına Düştüğü An: BİRLİK DEVRİMİ

Aslına bağlı kalarak yayımladığımız konuşma metni girişinde kendini tanıtıyor. Başlık ve arabaşlıkların tarafımızdan konulduğunu eklemekle yetiniyoruz.

Dostlar,

1996 yılı yaz direnişinin yapıcıları,

10 Eylül partimizin geleceğidir. 10 Eylül Türkiye'de devrimci hareketin, devrimci kavganın, devrimin zafer yürüyüşünün hazırlığının ismidir.

Cezaevlerindeki şehitleri anmalar ve tek tek devrimci örgütlerin düzenledikleri kuruluş kutlamalarında alışıla gelenden farklı olarak bu defa, sosyal, kültürel ağırlıklı bir programdan ziyade, bir konferans hazırlamayı uygun bulduk. Bu yoldan, devrimci hareketin seçkin kadrolarının bir bölümünün önünde, devrimci hareketin kimi sorunlarına parmak basmayı, devrimci hareketin nasıl bir süreçte bulunduğuna dikkat çekmeyi ve bu tablo içerisinde, MLKP'nin nasıl bir yer tuttuğunu, MLKP gerçeğinin nasıl şekillendiğini ve gelecek için ne ifade ettiğini sizlerle paylaşmaya karar verdik. Bunu anlayışla karşılayacağınızı, bunun en iyisi olduğu hususunda bizimle aynı fikirde olacağınızı umuyor ve bekliyoruz.

Devrimci Hareketin Tarihine Yaklaşım

Dostlar, siper yoldaşları,

Türkiye devrimci hareketinin çeyrek yüzyılı aşkın yakın tarihi ve aşağı yukarı bir yüzyıla yakın bir uzun tarihi var. Fakat eğer, son on küsür yıllık dönemde, Kürt ulusal hareketinin, kazandığı büyük başarıları bir yana bırakacak olursak, Türkiye devrimci hareketinin bütün tarihinin büyük başarılardan ziyade, yenilgilerle belirlendiğini kabul etmek ve söylemek zorundayız. Bu tarihin şekillendirdiği insan unsuru, bu tarihin şekillendirdiği örgütler, örgütler arasındaki ilişkiler, ister istemez ve kaçınılmaz bir şekilde, devrimci kadroların, iddia sahibi devrimci örgütlerin tartışmasının/sorgulanmasının gündemine gelecektir. Hatta çoktan gelmiştir de.

MLKP, 10 Eylül'ü kuruluş yıldönümü olarak, kuruluş günü olarak ilan ederken tarihe bir göndermede bulunuyordu. Bu göndermenin özsel yanı, TKP'nin kuruluşundaki birlik düşüncesi ve mücadele isteğiydi. Çünkü birlik, genel olarak ve daima bir mücadele isteğinden doğmuştur. Elbette mücadeleden kaçışı, ilkesiz uzlaşmaları ifade eden birlikler de vardır. Ama genel olarak birlik, birlik düşüncesi, cephe düşüncesi, parti birliği düşüncesi, öncü işçilerin birliği düşüncesi, halk kitlelerinin birliği düşüncesi, bir ulusun birliği düşüncesi mücadeleci bir fikirdir ve ortak çıkarları olan büyük kitlelerin, bilinçli insanların ilkeli bir birliğini ve mücadelesini ifade eder. Partimizi tarihin döl yatağına düşüren birlik düşüncesi ve birlik mücadelesi olduğu için TKP'ye göndermede bulunduk. Ama TKP tarihinde enternasyonalizm, yurtseverlik ve aynı zamanda mücadele kararlılığı vardır. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Karadeniz'de kemalistler tarafından katledilişi, onların mücadele kararlılığını, emperyalizme karşı, emperyalist işgale karşı mücadele etmek için Anadolu toprağına gelme kararlılığını ifade eder. Fakat daha sonraki yıllar, esas olarak oportünizm ile sınıf işbirliği ile ve kemalizm kuyrukçuluğuyla belirlenir TKP tarihi. MLKP, TKP'nin oportünizme karşı tek tek militanların, tek tek davasına bağlı kadroların, bükülmez direnişlerine, tek tek devrimci kadroların ayakta duruşuna, onların mücadele kararlılığına, dava adamlığına da sahip çıkıyor. MLKP, sırtını tarihimizdeki devrimci, ilerici olan şeylere dayandırıyor. Bu çerçevede işçiden, emekçiden, devrimden, özgürlük ve sosyalizmden yana her şeyi sahipleniyor, bütün bunların doğal mirasçısı görüyor kendisini.

Böyle bir miras üzerinde Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin yani THKP/C, THKO, TKP/ML üç ana devrimci örgütün '70'lerdeki çıkışı tarihsel bir öneme sahiptir. Bu, onların her birinin düşüncelerinden, teorik öngörülerinden ayrı olarak, onların devlete, rejime ve düzene karşı kesin bir düşmanlık ilanıyla, ölümüne bir savaşı başlatmalarını ifade eder. Biz, '71 devrimcilerinde, devrimci önderlerimizde ve onların örgütlerinde devrimci iradeyi görüyoruz. Son 25 yıldır devrimci örgütlerin genel olarak sahip olamadığı cevheri buluyoruz; bu devrimci iradedir. Onlara Donkişot diyenler oldu, doğrudur. Zaten devrimcilik biraz Donkişotluk değil midir? Bugün, bizden yüz bin kat güçlü düşmana karşı çıkabiliyorsak, başkaldırabiliyorsak bunun biraz da Donkişotluk olduğunu kabul etmek zorundayız. Ama şunu da unutmayalım, devrimci romantizmin bittiği yerde devrimcilik biter. Biçimcilik, bürokrasi, sahtelik ve yozlaşma başlar. İşte biz '71'in dev Timcilerinde devrimci iradeyi, devrimci romantizmi, idealleri uğruna Mahirlerin son nefesine kadar ikirciksiz çarpışarak düşüşünü, Denizlerin dizleri titremeden idama gidişini, İbrahim’in işkencede bükülmez direnişini görüyoruz. Ama yoldaşlarını, ama davalarını, ama örgütlerini asla satmadıklarını, asla geri adım atmadıklarını, düşmana asla ödün vermediklerini, uzlaşmadıklarını görüyoruz.

Bunlarla birlikte şunu da kabul etmeliyiz ki, onların teorik düşünceleri bugün tamamen aşılmıştır. Partimiz onların pratiğinden de öğreniyor. '71'in devrimci önderleri devrimimizin yıldızları olarak, devrimci hareketin hiçbir zaman solmayacak ışıltıları olarak tarihimizdeki yerini almışlardır. Onlardan öğrenmeyi başaramadığımız sürece, onların devrimci zenginliklerini emmeyi, içselleştirmeyi, bugünkü eylemimizin kılavuzu haline getirmeyi başaramadığımız sürece bir yere varamayacağımız çok açıktır.

Devrimci Hareketin Yapısal Bunalımı

Bizim esas olarak üzerinde durmak istediğimiz Mahirlerin, Denizlerin ve İbrahim- lerin, yani '71 devrimci çıkışının politik ve örgütsel yenilgilerinin ardından gelen 25 yıllık dönemde devrimci harekete egemen olan tarzdır. Bu tarz, 1990'ların başında tamamen tıkanmıştır. Tıkandığını şuradan tespit edebiliriz: Eğer '89, '90, '91 yıllarını bir eksen olarak kabul ederseniz, aşağı yukarı kendisini sosyalist ve devrimci olarak tanımlayan, diyelim ki sosyal demokrasinin solunda yer alan tüm devrimci, sosyalist, antifaşist örgütler, krizler yaşamışlardır. Bunlar, ideolojik, siyasi ve örgütsel yanı olan krizlerdir. Bir dizi örgütte bu krizler, bölünmelere yol açarken, bir dizi örgütte de iç çatlaklara yol açmıştır. Yine örgütlerde yeni arayışları şekillendirmiştir. Fakat bu krizler, örneğin '71'in yenilgisinden sonra gelen yenilgi sonrasının kriziyle, yahutta '80 darbesinin sonrasında gelen bütün '82, '83, '84 yıllarını kapsayan politik bir yenilginin arkasından gelen krizle karıştırılmamalıdır.

'65-’70 döneminde olsun, '75-’80 döneminde olsun devrimci hareketin yükselişi, kendiliğinden kitle hareketinin kabaran dalgaları üzerinden cereyan etmiştir. Bu zeminde devrimci hareket kendiliğinden gelişmiştir, sosyalist eğilimler ve sosyalist düşünceler kendiliğinden muhalefetin aktığı kanal olmuştur. Oysa 1989, hatta '87, gençliğin Nisan eyleminden ya da Netaş’tan ele alacak olursak ‘88, ‘89, '90 başına değin işçi hareketinin yükselişi böyle bir sonuç vermiştir. Yani '65-’70 ve '75- ’80 döneminden olduğu gibi kendiliğinden hareket devrimci örgütleri şişirmemiş, kendiliğinden toplumsal muhalefet devrimci örgütlere yönelmemiş, bu anlamda devrimci örgütler bir büyüyememe /gelişememe, toplumda yer edinememe durumu ve sorunuyla karşı karşıya gelmiştir. İşte burdan başlayarak "yapısal" diye tanımlayabileceğimiz bir krizin patlak verdiğini ya da açığa, su yüzüne çıktığını söylemek gerekir. Kitle hareketinin kendiliğinden yükselişiyle devrimci örgütlerin buluşamaması, eskinin egemen tarzında yapısal bir krize yolaçtı. Kitle hareketiyle kendiliğinden tarzda buluşmanın ürünü olan eski tarz, değişen kollarda işe yaramaz hale gelip iflas etti. Devrimci hareket artık kendiliğinden hareketin akacağı doğal bir seçenek, muhalefet kanalı oluşturmuyordu. Devrimci hareket ancak kendi yolunu açarak ilerleyebilirdi. Bunu gerçekleştirebilecek bir tarz ve zihniyet devrimini başarması kendini yeni koşullarda yeni tarzda var etme sorununu öncelikle çözmeliydi. Bu krizin oluşumunda muhakkak ki, '80'lerin sonunda çöken revizyonist sistemin bütün yıkıntısının sosyalistlere ve devrimcilere fatura edilmesinin oldukça önemli bir rolünün, keza 12 Eylül yenilgisinin çok önemli rollerinin olduğunu da kaydetmeliyiz. Fakat eğer kriz gerçeğine sınırlı ve yüzeysel noktalardan bakacak olursak, gerçekte devrimci ve komünist harekette tıkanan şeyin, harekete egemen olan 20-25 yıllık politika tarzı olduğunu, bizim "gelenekselleşmiş tarz" ama yakın tarihin devrimci hareketinin gelenekselleşmiş tarzı diye ifade ettiğimiz şey olduğunu kavrayamayız.

Neydi bu tarz, bu tarzın özellikleri neydi, niçin tıkandı, ya da yeniden yapılanma ihtiyacının gündeme getiren şey nedir? Bu konuda öncelikle bir özeleştiriyle işe başlamak gerekir. Biz Türkiyeli devrimciler, uluslararası devrimci ve komünist hareketin deneyleri sözkonusu olduğunda, tarihin en karanlık köşelerini karıştırmak ve bir şeyler bulup öğrenmek, hatta bir çok durumda kopya çekmek, şablonculuk yapmakta oldukça yetenekliyizdir. Fakat yakın tarihin devrimci deneyleri sözkonusu olduğunda, ama özellikle de kendi ülkelerimizde, Kürdistan ve Türkiye'de devrimci hareketin-devrimci örgütlerin deneyleri sözkonusu olduğunda, oldukça dar görüşlü, oldukça bencil, oldukça ilgisiz olduğumuz hiçkimsenin reddedemeyeceği gerçekliğimizdir. Bu, öncelikle Türkiye ve Kürdistan'da iddia sahibi olduğunu söyleyen örgütler adına yapılmalıdır. Çünkü, yanıbaşımız daki Kürdistan devrimi ve ulusal kurtuluşçu hareketin deneylerinden öğrenmeyi başaramadık. Genel bir bakış açısı yönünü bir kenara bırakacak olursak konumuzla bağlantısı şuradadır; ulusal kurtuluş hareketinin deneyi şunu göstermiştir: PKK'nin '84'ten başlayarak yaptığı çıkış, son derece zor ve güç dönemlerden geçmiş, ama gerilla dağlara tırnaklarını geçirdiği zaman, ulusal bilinci uyanan kitlelerle birleşmeyi, özellikle yoksul köylülükle birleşmeyi başarmıştır. Bizim, '90'lar ve '91'lerde tanık olduğumuz serhıldanların, büyük ulusal kitle hareketlerinin, kitlesel devrimci başkaldırıların yolunu açan şey, PKK'nin devrimci iradesiydi, gerillanın onda cisimleşen vuruş ve eylem gücüydü. Vurgulamak istediğimiz gerçek şudur: PKK ulusal bilincin, ulusal hareketin kendiliğinden uyanışının üzerinde gelişmedi. Tam tersine kendine iradi tarzda bir yol açarak ilerledi. Gerilla, ulusal devrimin patlamasının yolunu da açtı. Biz devrimciler olarak, PKK deneyinin yeni süreç ve yeni dönem açısından neyi ifade ettiğini, PKK'nin bunu baştan itibaren hangi düzeyde ideolojik ve teorik olarak kavradığından ayrı olarak, düşünme ve anlama konusunda geride kaldık. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ve söylemeliyiz, Türkiye'de devrimci hareket, devrimci örgütler ve devrim bugün Kürdistan devri- minin on yıl gerisindedir.

Bunu söylemek sadece 10 yıl ileri sıçrama isteğimizi, Batı'daki devrimci hareketle, Doğu'daki ulusal kurtuluş hareketini birleştirme istek, irade ve inancımızı ifade eder. Bundan ötürü ezilmiyoruz. Çünkü biz Türkiye'li devrimciler, her ne kadar yenilgilerle belirlenen bir tarihin mirasçılarıysak da, ama bu tarihte eşsiz fedakarlıkların, örneği az bulunur direnişlerin, defalarca düşman tarafından ezilmiş, ama düşmana boyun eğmemiş, sonuna kadar direnmiş militanların ve onların yarattığı devrimci geleneklerin de var olduğunu, devrimci hareketin 25 yıllık birikimi zemini üzerinde ilerleyebileceğimizi, ilerlemek için nesnel koşulların son derece olgun olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu nesnel koşullar içerisinde eğer kendimizle hesaplaşmasını başaramazsak, eğer düşünsel, siyasal ve örgütsel olarak ileri sıçrayabilecek kanallarımızı açamazsak, eğer önümüzü tıkayan eski tarzın/grup tarzının büyük yığınlara dönük olmayan, kendimizi idame ettirmekten, kendi varlığımızı sürdürmekten, kendi varlığımızı devam ettirmeyi esas amaç haline getiren, iddiasız, cüretsiz, ufuksuz, iktidar perspektifinden yoksun, birleştirici olmayan, en yakınındakilerle en çok kavga eden, kitlelere uzak, kitleler tarafından anlaşılmayan somut politikanın yerine ilkeleri, teorik doğruları geçiren, ülke gerçeklerinden, devrimimizin özgün gelişme çizgisini anlama yeteneğinden yoksun tarzı sorgulamayı ve aşmayı başaramazsak, yüzyıllık dönemde Türkiye'de ve Kürdistan'da devrimin ve halk kitlelerinin önüne çıkmış olan bu büyük tarihi devrimci fırsatı değerlendirme başarısını da gösteremeyeceğiz. Ama biz, bu fırsatı değerlendirmek istiyoruz. Çünkü, hala birleşik devrimin olanaklı olduğunu, Batı'daki devrimci sıçrayışın Doğu'daki ulusal devrimle birleşmesinin Ankara'yı parçalayarak, faşist rejimi yere sereceğini, halklarımızın özgür bir birliğini -eğer olanaklıysa yaratacak bir devrimin, zafer olanağını gerçeğe dönüştürebileceği düşüncesindeyiz. Dolayısıyla birleşik devrim olanağını gerçeğe dönüştürmek, Batı'da, öncelikle Batı’da devrimci hareketin gelişmesine, işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin devrimci bir rota’da büyütülmesine bağlıdır. Böyle bir devrimci rotayı yaratma/hazırlama çalışmamız ister istemez ve kaçınılmaz olarak son 25 yıllık dönemin eleştirel analizi üzerine yükselmek zorundadır.

Yakın Devrimci Tarihin Eleştirisine Giriş

Bu eleştirel analiz üç boyutu kapsar. Öncelikle ve bu analizin odağında tutulması gereken şey, 25 yıllık döneme hakim olan politika tarzıdır. Bu politika tarzı, '71 devrimci çıkışının yenilgisinin arkasından, yenilgi psikolojisi ve devrimci irade kaybı koşulları altında şekillenmiş, politik ufku sınırlı, taktik yeteneği hemen hemen olmayan, geri çekilmeyi, saldırmayı, hazırlığı, savunmayı hakkını vererek başaramayan, büyük kitlelerin öncüsü ve önderliği iddiasını başaramayan, genel gidişat ve politik gelişmeler üzerinde anlamlı bir etkide bulunamayan, yani politik olayların yönünü/gidişini etkileyemeyen daha çok kendi kendisiyle uğraşan bir politika tarzıdır. Bu irade ve iktidar kaybıyla malül bir politika tarzıdır. Bu tarzın hakim olduğu bütün bir dönemi incelerseniz tipik olanın bölünmeler ve parçalanmalar olduğunu, birlik arayışlarının ise istisna olduğunu göreceksinizdir.

Politik mücadele kuşkusuz ki iktidar mücadelesidir. Ama politika tarihini incelediğiniz zaman kolaylıkla görürsünüz ki, bu tarihin her kesitinde, bütün sınıfsal siyasi akımlardan kaynaklanan, durmadan değişen sayısız ittifaklar vardır. Fakat ne gariptir ki, Türkiye'de devrimci hareketin 25 yıllık tarihini incelediğiniz zaman, burada ele yüze gelir, ciddi siyasi sonuçlar elde eden doğru dürüst ittifaklar bulamazsınız. Bunun bir tesadüf ve önemsiz bir şey olduğunu düşünmemeliyiz. Burada taktik kabiliyetinin, politika kabiliyetinin yoksunluğunu açığa çıkaran, yüzümüze vuran bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Çünkü aynı zamanda bu olgunun diğer taraftan görünüşü de şudur. Birbirine en yakın olan parti ve örgütler arasında, ideolojik mücadele adına en yoğun, en sert rekabetler yaşanmıştır. En yakındakilerle en fazla duvar örmek, en yakınların birbirine en uzakmış gibi, "mış gibi" görünmesini sağlamak, yani herkesin kendi siyasal etki alanı içerisindeki kuvvetleri kemikleştirme çabası muazzam bir devrimci enerji yutmuş, harekette yapısal zaaflar yaratan dikkat kayması yaratmıştır. Dolayısıyla devrimci hareketin biraz karamsar olduğunu söylemek zorundayız. Çünkü eğer devrimin imkanlarını sadece kendinizden ibaret görüyorsanız, devrimin sizin dışındaki imkanlarını, birikmiş potansiyellerini anlamıyor, bu potansiyellerin devrim için kullanılmasını hesaba katıp, değerlendiremiyorsanız, burada büyük bir yanılgı içerisinde olduğunuzu anlamalısınız.

Biz, Türkiyeli komünistler ve devrimciler şunu anlamak zorundayız ki, politikanın bütün sorunları sadece ve yalnızca kuvvetle çözülür. Ölüm orucu direnişimizin de gösterdiği gibi, bunun başka bir yolu yoktur. O halde bundan şu sonuç çıkar ki, geride kalan bu tarih, MLKP öncellerinin de ayrılmaz bir parçası olduğu bu tarih, çok ciddi siyasal hastalıklarla, kronik hastalıklarla zedelenmiş bir tarihtir. Bu tarihle hesaplaşma, bu tarihte olmayan bazı şeyleri yaratma, bazı şeyleri kesin bir şekilde değiştirme görevimizin olduğunu, ileri sıçramak için bu tarihten bir dizi noktada ve tarz itibariyle kopma zorunluluğumuzun bulunduğunu görmek ve kavramak zorundayız. İşte bunun için '89-90'lı yıllar eski sorunlara, eski soruların yeniden gündeme geldiği, ama eski sorunlara yeni soruların da sorulduğu bir dönem olmuştur. Buraya tekrar döneceğiz.

İkinci bir unsuru daha, burada özenle belirtmemiz gerekiyor: Bu siyasal ufuksuzluk ve siyasal iktidarsızlık, siyasal dar görüşlülük devrimci hareketin tek zaafı değildir. Fakat bu, hem teorik ve ideolojik yönelimini, hem de örgütsel yönelimini belirleyen kilit noktayı oluşturuyor.

Öncelikle ideolojik ve teorik bakımdan ele aldığımız zaman, en belirgin temel özelliklerden biri hatta yüzlerce ve binlerce sayfa yazıya rağmen teorik ve ideolojik yetmezlik gerçeği dikkati çekmektedir.

İkincisi; ideolojik ve teorik çalışma adına ikamecilik en belirgin özelliktir. Bu ikamecilik, her belirli akımın, belirli uluslararası merkezlerin arkasından sürüklenmesinden ibarettir. Elbetteki devrimci örgütler enternasyonalizm iddiasında olacaktır. Kendileriyle izdüşüm içerisindeki uluslararası hareketlerle sıkı ve yakın ilişkilerde bulunacaklar veya yöneleceklerdir. Onlardan etkilenecek ve onları etkileyeceklerdir. Ama biz, burada, bir kişiliksizlikten, sürüklenmeden söz ediyoruz. Bu sürüklenme aynı zamanda devrimci ve komünist örgütlerin, ideolojik zemininin cılızlığını, sağlam bir temelin yaratılmadığını göstermekte ve dolayısıyla da ortaya çıkan ciddi her fırtınadan etkilenmesini açıklamaktadır. Nitekim şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, '74’80 dönemi istisnasız, belli başlı bütün grupların ideolojik/siyasi yalpalamalarıyla ve örgütsel parçalanmışlıklarıyla belirlenmiştir. Devrimci harekette "anlaşılmaz" bir şekilde sonsuz bölünmeler ilkesi egemen oluşmuştur. Sonsuz derecede bölünmek, amipler gibi çoğalmak herkesin sempati duyduğu "ilkeli" tavır alış olmuş, teorik çalışma bunun altını doldurmanın, ayrılıklarının sınırlarını göstermenin, ayrılıkların mazeretlerini yaratmanın bir aracı haline dönüşmüştür. İsim arkadan gelmiştir. Basma kalıpçılık hakeza had safhadadır. İkamecilik, derlemeciler teori yapma adına hüküm sürmüştür.

Türkiye'nin siyasal tarihi, toplumsal tarihi, devlet tarihi sözkonusu olduğunda, ekonomik toplumsal tarihimizin incelenmesi sözkonusu olduğunda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, tek tek akımların ve grupların düşünceleri, tespitleri ve analizleri ne olursa olsun marksizmin yöntemine sadakat ve bağlılık maalesef egemen olamamıştır. Marksizm adına ortaya çıktıkları için bu önemlidir. Yoksa her grubun, her örgütün şu ya da bu şekilde bir yöntemi benimseme ve değerlendirme hakkı vardır. Ama dikkat ederseniz, belli başlı bütün devrimci örgütlerin yöntemi, genel bir tablo halinde ele alırsak, tek yanlılıkla zehirlenmiş, tek yanlılıkla bozulmuş durumdadır. Filan hareketi değerlendirirken tek yanlıdırlar, filanı savunurken de tek yanlıdırlar. Bu tek yanlılık yapısal ve süreğen bir hastalık haline gelmiştir. Ele aldıkları belli başlı sorunların hemen tümünde, hele bunlar güncel siyasal önemi olan sorunlarsa, eksiksiz bir tek yanlılık görebilirsiniz. Oysa marksizmin yöntemi eleştirel ve devrimcidir. O hiçbir şeyi devrimci eleştirinin dışında görmez. Elbette ki sonuna kadar sadık kalacağımız ilkeler, asla kopmayacağımız düşünceler, asla vazgeçmeyeceğimiz ideallerimiz vardır. Ama, somut siyasal olaylar, devrimci deneyimler, toplumsal yapıdaki değişmeler ve gelişmeler sözkonusu olduğunda saplanıp kalmamızın yahutta bir kısım düşüncelerimizi adeta putlar haline getirip bunların önünde diz çöküp secdeye varmamızın hiçbir anlamı yoktur. Bunlar düşünce kireçlenmesine sebep olmakta, gelişmeyi frenlemektedir.

Eğer 25 yıllık dönemde Türkiye'de nasıl bir teorik birikim yaratılmıştır sorusunu sorarsanız, hemen ardından, bugün yeni devrimci kuşaklar bu dönemin teorik birikiminden ne kadar yararlanabilir diye sormak zorundasınız. Öyle inanıyorum ki, hemen hemen hiçbir devrimci örgüt ve akım kolaylıkla ve rahatlıkla şu tarihteki belgeleri gönül rahatlığı ile alıp okuyabilirsin diyemeyecektir/diyemez. Çünkü hepsi şurasında veya burasında bozukluklar, çürüklükler, tartışmaya değer ayıklanması gereken şeyler taşır. Bu anlamda da marksizmin arılığından söz edilemez. Dolayısıyla eklektizmin oldukça yaygın bir hastalık olduğunu söylememizde de bir mahsur yoktur. Bu yöntem de 1990'ların başına geldiğimizde bütünüyle tıkanmıştır. Bu yöntemle devrimci örgütlerin gidebileceği hiçbir yer kalmamıştır. Çünkü, tarihin bir tesadüfü olsa bile artık o uluslararası merkezlerin istisnasız hepsi yaşamlarının sonuna gelmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye'de ya da dünyanın herhangi bir yerinde şimdiki durumda sosyalizm ve marksizm adına hiçbir örgütün ve akımın umut bağlayacağı bir uluslararası merkezin olduğundan söz edilemez. O halde herkesin kendi ayakları üzerinde durması, herkesin gövdesini kendi ayaklarının taşıması ve her gövdenin üzerinde kendi başı bulunmak zorundadır. Eğer devrimimizin ideolojik ve teorik sorunlarıyla ilgili olarak düşünmeyi, üretmeyi başarabilecek, ama ufkumuzu açan, ama mücadelenin ihtiyaçlarına bağlı, kör- döğüşü olmayan, hepinizden özür dileyerek halkımızın bir deyimini kullanarak ifade etmek istiyorum, asla "sidik yarışı"na dönüşmeyen, gerçek sorunların çözümüne kilitlenmiş bir teorik mücadele elbette ki olacaktır. Bir ideolojik mücadele elbette ki olacaktır. Ama bu ideolojik mücadele, bu teorik çalışma eğer devrimin ilerleyişinin sorunlarına, gereksinimlerine kilitlenmezse, bu sorunların aydınlatılmasına, devrimci eylemin güçlenmesine kilitlenmezse dün olduğu gibi, hiçbir işe yaramayacaktır ve bize hiçbir gelecek hazırlamayacaktır. Şunu söyleyebiliriz ki, bu konuda mutlaka sorunların saptanması ve önceliklerin tercihinde ve ele alınışında devrimci iradenin sözünü söylemesi gerekecektir.

Üçüncü boyutta örgütsel bakımdan düşünebiliriz. Örneğin, '75-'80 dönemi, devrimci akımların Türkiye'nin ve Kürdistan'ın en ücra köşelerine kadar sosyalist ve devrimci düşünceleri götürdükleri bir dönemdi. Bu dönemde devrimci yayın organları onbinlerce satılıyordu. Mitinglere katılan insanlar onbinlerce ve yüzbinlerceydi. En ücra köylerde 1 mayıslar kutlanıyor, ilkokul çocukları boykotlar yapıyorlardı. Böylesine muazzam siyasi etki var mıydı? Evet vardı. Ama ne yazık ki bu siyasi etki gerçek bir örgütsel güç ve bu siyasi etkiyi sürükleyebilecek bir siyasi önderliğe dayanmıyordu. 1979-'80'lere gelindiğinde devrimci hareketin tıkanması bir tesadüf değildi. Devrimci hareketin son derece küçük ve cılız bir örgütsel yapısı, bu küçük ve cılız örgütsel yapı üzerinde oldukça geniş ve yaygın siyasi etkisi vardı. Ama bu yaygın siyasi etki, siyasal mücadele açısından gerçek bir kuvveti ifade edemiyordu. Çünkü, strateji ve taktik düşünüldüğünde daima ona ön gelen bir örgüt sorunu vardır. Yani strateji ve taktik, özellikle de somut taktikleri sözkonusu yapacaksak eğer, belirli kuvvetlerin varlığını, örgütlenmiş olmasını, hazır olmasını öngörür. Taktiği çoğunlukla dergi sayfalarında yazı yazmak olarak algıladığımızı reddedebilir miyiz? Oysa taktik, doğrudan mücadele anında kuvvetlerin hareket tarzıyla, dizilişiyle, ileri sürülen sloganlarla, kuvvetlerin ileri ya da geri çekilişiyle ilgilidir. Yani kuvvetlerin düzenlenişi ve hareketiyle ilgilidir. Eğer sizin arkanızda yönetebileceğiniz kuvvetleriniz yoksa, taktik adına söyleyecekleriniz bütünüyle laftan ibaret kalmaya mahkumdur. Bu bakımdan belirli anlar ve dönemler hariç Türkiye'de devrimci hareketin güncel siyasi mücadelede taktik bir kuvveti oluşturamadığını, hele anlamlı ve sürekli bir taktik kuvveti oluşturmayı bir türlü başaramadığını açıklıkla söylemeliyiz. Böylesine bir kuvvet zayıflığının, savaşımda, bizi savaş meydanının dışında bıraktığını ve bu kuvvet zayıflığıyla hiçbir devrimci örgütün ve devrimci hareketin bir yere varamayacağını, siyasal geleceğimiz, iddialarımız ve iktidar mücadelemiz bakımından, kitlelerin devrimci umutları bakımından, üzerine düşen rolleri oynayamayacağını anlamalıyız.

Örgütsel tarz açısından baktığımız zaman, ilkellik ve darlık esas olarak devrimci hareketi şekillendirmiş, damgasını vurmuştur. Fakat bu ilkelliğin ve darlığın, kendi başına bir sorun olduğunu düşünmek de yanlıştır. Çünkü bu ilkellik ve darlık, diz boyu amatörlüğün, dar pratikçiliğin esasında siyasal mücadele tarzından, önderlik anlayışından, bu akımların kendisini varediş tarzından doğmuş, kaynaklanmış ve şekillenmiştir. İşte 1980'li yılların sonları ve '90'ların başına geldiğimiz zaman ideolojik, politik ve örgütsel çok ana hatlarını verdiğimiz bu tarz tıkanmaktaydı.

Yapısal Krizden Çıkış Eğilimleri

Bu tarzla devrimci hareket büyük görkemli başarılar elde edemedi. Büyük ve iz bırakan zaferler yaratamadı. Ama bu tarzla tekrar tekrar sayısız yenilgiler aldı ve açıkça söylemeliyiz ki, bu 25 yıllık süreç yenilgilerle belirlenen bir dönem olmuştur. Dolayısıyla komünist ve devrimci hareket, örgütler ve kadrolar kazanmaya, başarmaya, zafere kilitlenmiş bir ruh haline de sahip olamamıştır. Burada tek tek örgütlere ilişkin özel bir analize girmemiz gerekmiyor, yeri de değil. Kuşkusuz ki tek tek örgütleri ele aldığınız zaman şurasında ya da burasında, artıları ya da eksileri itibariyle nüans farklarının olduğunu ve hatta kimi bakımlardan bazı örgütlerin devrimci hareketin genel tablosunun ilerisinde durduğunu söyleyebiliriz. Fakat burada genel bir değerlendirme, tablonun genel bir portresini elde etmeye çalıştığımız için bu tür ikincil unsurlara girmemiz gerekmiyor.

Biz daima öznesi kim olursa olsun, yaratıcısı kim olursa olsun devrimci hareketin yarattığı bütün zenginlikleri, bütün değerli şeyleri düşünsel, siyasal ya da örgütsel bakımdan ilerlememizi sağlayacak bütün zenginlikleri benimsemeye, hazmetmeye ve sindirmeye hazır bir yönelim ve ruh haline sahip olduk. Bunu bir parantez olarak söylemek istedim. Dönecek olursak, işte '90'ların başında tıkanan bu eski tarz ister istemez grupların, örgütlerin, partilerin tartışma/sorgulama gündemine gelmiştir. Ve bu, Türkiye'de sosyal demokrasinin solunda bir yeniden yapılanma sorununun yaşandığını, gündeme girdiğini anlatır. Bunu bir çok biçimde açıklayabiliriz. Ama belki de şöyle anlatmak daha yararlı olacak:

Devrimci hareketin önündeki sorunlar esasen yeni sorunlar değildi. Genel olarak eski sorunlardı. Fakat devrimci hareket, bu eski sorunlara hep eski soruları sordu ve hep bilinen yanıtlarını tekrarladı. '90'ların başında artık eski sorular da tükendi, eski yanıtlar da. Oradan itibaren genel olarak sosyal demokrasinin solundaki sol hareketi iki gruba ayırabiliriz.

Eski sorunlara yeni sorular sormayanlar, soramayanlar, eski tarzı nicelik bakımdan güçlendirerek, zenginleştirerek ama inatla ve ısrarla devam ettirmeye çalışanlar.

Eski sorunlara yeni sorular soranlar ve yeni yanıtlar verenler.

İkincisi, iki ayrı bölümden, iki ayrı yönelimden oluşuyor. İlki, devrimci hareketin bütün kazanımlarının, bütün zenginliklerinin, bütün kazanılmış değerlerinin sahiplenilmesi ve bunlara sadakatle bağlılık temelinde eski sorunlara yeni çözümler bulma görüş açısından, yani tarihe eleştirel devrimci bakma temelinde gelişen yönelim.

İkinci grup esasen devrimci hareketin tarihiyle hesaplaşmak, devrimcilikle hesaplaşmak biçimindeki sorular ve yanıtlardan oluşmaktadır.

'90'lar aslında devrimci hareket içerisinde reformizm-devrimcilik ayrışmasının başladığı veya kristalize olduğu dönemdir. Bu dönem hala devam etmektedir. Değişik yönelim içerisindeki akımlar ve gruplar farklı programatik, stratejik yönelimleriyle farklı mücadele tarzı, örgüt biçimi ve anlayışlarıyla kendi doğrultularında ısrarla derinleşmeye ve ilerlemeye çalışıyorlar.

Bu genel tablo içerisinde MLKP kendisini, eski sorunlara yeni sorular soran, eski yanıtları tekrar etmeyen, kendi tarihi ile ve devrimci hareketin tarihi ile devrimci temelde hesaplaşan bir rotada ilerleme pozisyonunda görüyor. MLKP'yi oluşturan örgütlerin böyle bir hatta girmesinde ana ve belirleyici nokta, bu örgütlerin kendileriyle ilgili düşüncelerinin, kendilerine bakış açılarının değişmesi, zenginleşmesi, kendi gerçeklerini anlamaları, devrimci hareketin gerçeklerini anlamaları ve yeni dönemde devrimci ihtiyaçları az çok sezmeleri ve anlamalarıdır. Dolayısıyla bu değişim, bu örgütlerde -MLKP'yi vareden tarih de- birlik düşüncesi ve mücadelesiyle başlamıştır. Bu ayrı bir konu olarak üzerinde durulmaya değer. MLKP'nin dolaysız olarak iki yıllık bir tarihinin olduğunu biliyoruz. MLKP, bugün kendi kendisine cüretle ve korkusuzca şunu soruyor. MLKP, devrimci hareket için, Türkiye'deki sınıf mücadelesi için çok mu gerekliydi, olmasa ne olurdu? Biz bu sorunun aslında her devrimci örgüt bakımından kaçınılmaz olarak sorulmak zorunda olan bir soru olduğunu düşünüyoruz. Bu soru tasfiyeci bir soru değildir. Eğer devrimci örgütlerin kendileri amaç değilse, sosyalist ve devrimci ideallerimize ulaşmanın vazgeçilmez araçlarıysa, o halde, bu soruyu sormak ve gerçekten ayrı ayrı var olan devrimci örgütlerin, herbirisinin sosyalist ve devrimci hareketin genel tablosu içerisinde nasıl bir yer tuttuğuna, neden var olduğuna, neden var olması gerektiğine inandırıcı, doyurucu yanıtlar vermeliyiz. Her örgütün bu yanıtı çok kolaylıkla verebileceğini düşünemiyorum. Bunun bir çok izahı olabilir, bu örgütlerin tarihleriyle, gelişmeleriyle "açıklanabilir", ama hepimiz şunu kabul etmek zorundayız ki 50-60 örgüt, parti ve grubun belirli bir ülkeye ya da ülkelere biraz fazla geldiğini, bu kadar parçalanmanın anlamsız olduğunu, aslında sınıflar ve sınıfların izdüşümü olan politik yönelimler açısından bakacak olursak, anormal bir durum olduğunu kabul etmeliyiz. O halde devrimciler yenilenmek, eski sorunlara yeni sorular sormak zorundadırlar.

Birlik düşüncemizin ve birlik eylemimizin kuşkusuz ki bir tarihi var. Ama şunu açıklıkla ve kesinlikle söyleyebiliriz ki, bu herhangi bir dönemde ortaya çıkmış, mücadelede azim kaybının ifadesi olan ayakta duramayanların, mücadele iddiasını yitirenlerin, bir şekilde kendisini devam ettirmek, yahutta başka bir rotaya girmek için tuttukları tasfiyeci bir yol değildir. MLKP pratiğinin tanık olduğu gibi, birlik düşüncemizin arkasında yatan anafikir; daha büyük mücadelelere girmek, devrimin ilerleyişine, devrim yangınının büyümesine daha büyük bir ateş olabilmekten ibarettir. Bu iki yıllık kısa tarih tamamen iddialamızla bağlıdır. Tekrardan vurgula- malıyım ki, birlik düşüncemizin, özellikle yenilgi dönemlerinde ortaya çıkan sayısız biçimlerde kendisini gösteren yenilgi psikolojisinin belirlediği, düşmanın dayatmalarının şekillendirdiği birlik düşüncesiyle, ilkesiz, oportünist tasfiyeci birlik düşünce ve anlayışıyla bir ilgisi yoktur. Ama MLKP, devrimci hareketi şuradan eleştirmektedir. Evet, ilkesiz ve oportünist birliklerden devrim için hiçbir şey çıkmaz. Ama ilkesiz ayrılıkların, devrime bir yararının olduğu söylenebilir mi? Bu da söylenemez. Ve somut olarak devrimci hareketin esas zaafı ilkesiz oportünist birliklerden ziyade, ilkesiz ayrılıkçılığındadır. Tarih bununla yüklenmiştir. Ve bu tarihin basıncı devrimci örgütlerin ve kadroların üzerinde bugün de hala vardır. Bu basıncı biz, Türkiye devrimci hareketinin hemen ve acilen çözmek zorunda olduğu eylem birliği, güçbirliği, cephe gibi sorunlarda çok rahatlıkla görebiliyoruz.

Dostlar,

Konferansımızın birinci bölümünü şöyle tamamlamak istiyorum. Tarihe yaklaşımımız, eleştirel ve devrimci olmak zorundadır. Bu 25 yıllık tarih eğer öğrenmesini bilirsek, eğer öğrenmesini başarırsak gerçekten de muazzam bir laboratuardır. Bu laboratuarda, bu aynada kusurlarımızı ve zaaflarımızı, güçlü yanlarımızı, yarına doğru büyük bir kıskançlıkla sahiplenip, sarılmamız gereken, üzerine basarak yürümemiz gereken devrimci değerleri, ama acımasızca koparıp atmamız gereken çürük yanları, zaafları da bulacağız. Devrimci hareket bu tarihle hesaplaşmak zorundadır. İddiamız şudur ki, MLKP'nin bütün var edilme süreci, yani '89'dan '94'e kadarki birlik mücadelesi, bizim hem TKİH ve TKP- ML Hareketi şahsında hem de diğer devrimci ve komünist örgütlerin şahsında bu tarihle didiştiğimiz, bu tarihle hesaplaştığımız, bu tarihten öğrendiğimiz, bu tarihten kenarda köşede kalmış zenginliklerini açığa çıkarmaya çalıştığımız bir dönem olmuştur. Herşeyi başardığımızı, bu tarihin bütün zenginliklerini anlayabildiğimizi söylemiyoruz. Bütün çürük yanlarını aştığımızı da söylemiyoruz. Ama kendimize bir yol açtık. Bu yol, devrimci hareketin bütün zenginliklerinin benimsenmesi ve içselleştirilmesiyle, yalnız basit bir tekrarı değil, daha ileri, bizi sıçratacak yeni bir senteze ilerletilmesi, onun bütün çürük ve zaaflı yanlarından bilinçli bir şekilde kopulması ve hesaplaşılması rotasından gelişecektir, derinleşecektir.

Birlik Devrimi Deneyimi

Komünist hareket içerisinde beliren birlik düşüncesinin kökleri daha eski olsa bile '88-'89 döneminde belirgin ve kesin bir şekil kazanmış, '89 sonunda somut bir birlik politikasına ve birlik çalışmasına dönüşmüştür. Bu örgütlerin konferansları ya da önderlikleri tarafından kendi kendilerine ve birlik, parti birliği, örgüt birliği sorununun muhatabı olarak görülen örgütlere ilişkin değerlendirmeleri bütünüyle ve kökten değişmiştir. Bu örgütler daha önceki süreçlerde, özellikle maoculuk döneminin etkisi altında birbirlerine karşı oldukça sekter, subjektif ve felsefi bakımdan idealist diye tanımlayabileceğimiz "değerlendirme" ve "eleştiriler" yöneltmişlerdir. Genel olarak birbirlerini, geride kalan özellikle '80 öncesi dönemi küçük burjuva olarak görmüşlerdir. Esasında maoculuğun bu örgütlerde hakim olduğu bu dönem gerçekten de bu örgütlerin henüz marksist bir kimliğe kavuşamadıkları, Mao Zedung'un etkisi altında kaldıkları, halkçılığı aşamadıkları bir dönemdir. Zaten bu örgütlerin esasen, bu dönemdeki birikimler zemini üzerinde marksizmle buluşmaları üç dünya teorisi ve onun arkasında Mao Zedung düşüncesinin reddedilişine dayanır. Mao Zedung düşüncesinin, Çin devriminin değil, Çin devriminin kazanımlarının değil, ama kendisini marksizm olarak, çağımızda marksizmin en geliştirilmiş biçimi olarak sunduğu ölçüde Mao Zedung düşüncesinin reddedilişine dayanır. Mao, kuşkusuz çağımızın büyük devrimcilerinden birisidir. Kuşkusuz Çin devrimi büyük ve dünyayı sarsan etkiler yaratmıştır. Kuşkusuz Çin devriminden öğreneceğimiz ve seçkin bir devrimci olarak Mao'dan öğreneceğimiz sayısız şeyler vardır. Ama Mao'nun marksizm klasiklerinden birisi olarak kabul edilmesi, Mao'cu revizyonizm, Türkiye'de hiç değilse bizim siyasi kulvarımızda duran akımların tarihi bakımından çok özel bir yere sahiptir. Ve bu bakımdan Mao Zedung düşüncesi reddedilmeden marksizme ulaşılamayacaktır.

Daha sonraki yıllar 12 Eylül yenilgisiyle damgalanır. Ve aşağı yukarı bütün örgütlerin önüne bir dizi sorular ve 12 Eylül yenilgisinin muhasebesi çerçevesinde genel bilançosunun çıkarılması çerçevesinde yeniden gelir. Bu muhasebe sürecinde bu örgütlerin, bu iki örgütün saflarında yönetici ve kadrolar arasında birlik düşüncesi ortaya çıkmış, iç mücadeleler yoluyla bu örgütlerde egemen düşünce haline gelmiş, örgütlerin karar organlarıyla resmi politikalar düzeyine yükseltilmiştir. '89'da TKİH, TKP/ML Hareketi ve TDKİH (TDKP'den ayrılan bir gruptur TDKİH) arasında üçlü bir örgütlenmeye gidilmiştir. Bu Komünist Birlik Eşgüdüm komitesidir. Prensip olarak, KBEK'te TDKP ve TİKB'nin de temsili öngörülmüş, davet edilmişler, onlar için de aynı görüş açısıyla hareket edilmiş, fakat onlar, birlik konusundaki farklı görüş açıları nedeniyle böyle bir çalışmanın içerisinde, böyle bir yönelim içerisinde yer almamışlar, onu takip eden dönemde de zaten birliğe karşı açık ve kesin bir mücadeleye başlamışlardır. Burada bizi esasen onların birliğe karşı tavırları ve tutumları ilgilendirmiyor. Biz Türkiye devrimci hareketi bakımından, gerçekten önemli ve değerli olduğuna inandığımız bir birlik deneyiminin bazı ayırıcı özellikleri üzerinde durmak istiyoruz.

İlk girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu başarısızlığın nedenleri çok tartışılmış ve çıkış yolu buradan aranmış, sonuçta bulunmuştur. Fakat burada hiç değilse anti- faşist mücadele bakımından bile olsa çıkaracağımız bazı derslerin olduğunu söylemek zorundayım. Bu örgütlerin kurduğu KBEK, örgütlerin ayrı ayrı önerilerini bir araya getiren, önerilerini buluşturmaya çalışan bir örgütlenme biçimi olmuştur. KBEK'deki komünist kadroların böyle bir süreçte bağımsız, kişisel inisiyatif gösterme konusundaki tutukluklarıyla birleştiğinde bu örgütlenme, birlik mücadelesinin önündeki sorunları çözebilme ve onu geliştirebilmekte özel bir rol oynama yeteneği gösterememiştir. İster bir parti birliği arıyor olalım, isterse antifaşist, antiemperyalist, antisömürgeci bir mücadele birliği, eylem birliği ya da cephesel birlik arıyor olalım, bilmek zorundayız ki, eğer karşı karşıya kaldığımız sorunları birlikte düşünme, ortaklaşa çözümler bulma, kolektif bir irade oluşturma yolundan yürüyemezsek, bunun mekanizmalarını, örgütlerini oluşturamazsak, buralarda örgütlerin önerilerini getirir çarpıştırırsak, yarıştırırsak, yalnızca ve sadece rekabetin, psikolojik sorunların -örgüt psikolojisi, kişisel psikolojiyle ilgili değildir bu- ortaya çıkacağını ve önümüze aşılmaz engellerin dikileceğini kabul etmeliyiz.

Biz kendi deneyimimizde çok net bir şekilde gördük ki, eğer birlik arıyorsanız, önce birleştirici bir zihniyet, birleştirici bir yaklaşım tarzına, birleştirici bir teorik görüş açısına sahip olmanız gerekir. Eğer bunlara sahip değilseniz, birlik arayışınızın samimiyetinden kuşku duymayız, ama birliği elde edemeyeceğinizi, birlik girişimlerinizin hüsranla sonuçlanacağını bilmenizi isteriz. İşte böyle olduğu içindir ki, Türkiye devrimci hareketinde daima ve sürekli ilkesiz ayrılıkları haklı çıkarmak için başvurulan Lenin'in malum pasajının çok büyük bir değerinin olmadığını belirteceğiz. Yani Lenin'in, "birleşmeden önce ve birleşebilmek için, önce ayrılıklarımızın sınırlarını çizmeliyiz" diyen görüş açısı Rusya bakımından iyidir, güzeldir, somut bir ihtiyacı yanıtlar, ama Türkiye açısından şuna emin olun ki ağırlıklı bir değeri yoktur. Çünkü Rusya'da gruplar son derece küçük, yerel ve bölgesel gruplardır. O günkü iletişim ve teknoloji koşulları altında birbirlerinin görüşlerini bilmezler, birbirleriyle yakın bir etkilenme içinde değillerdir. Ama Türkiye öyle değil ki. Beş kişi bir araya geldi mi bir merkez kuruyor ve kendisini dünyanın merkezine oturtuyor ve herkes onu "tanıyor", o herkesi tanıyor, kimsenin bilmediği, başkaları hakkında, başka örgütler hakkında teorik, programa- tik görüşleri hakkında bir şey yoktur, herkes birbirini biliyor. Dolayısıyla zaten ayrılık ve birlik noktaları biliniyor.

Eğer 25 yıllık tarih ayrılıklarla parçalanmışsa ve siz hala ayrılıklar üzerine bir çalışmayı yoğunlaştırmayı düşünüyorsanız, buradan sonuç alıcı bir birlik planının, birliğe ilerleyişin çıkamayacağını görmelisiniz. Ne yapalım ayrılıkların üzerini mi örtelim? Biz ayrılıkları örtme yolundan mı yürüdük? Oportünist uzlaşmalar mı aradık? Hayır, hayır. Ayrılıkların ve farklılıkların değişik bir şekilde ele alınılmasının gerektiğini, bunların birlik yanlarından kopuk bir şekilde kendi başına ele alınmasının son derece yanlış, saçma ve zararlı olacağını, genel tablo içerisinde bir yere oturtulmaları gerektiğini, yöntemin, tarzın böyle olması gerektiğini kavradık zaman içinde. Ama en önemli nokta şuydu. Önümüzde bir dizi deneyler vardı. Rusya deneyi, Arnavutluk deneyi vardı, İngiltere ve İtalya deneyleri vardı. Fakat bunlardan herhangi birini model olarak, reçete olarak kabul etmedik. O ülkelerdeki durumun, o ülkeler devrimcileri ya da komünistlerinin kendileri için buldukları özgün yolun ne olduğunu gördük. Kendi özgün yolumuzu aradık. Kimseyi taklit etmek gibi bir durumumuzun olamayacağını, taklitle bir yere varamayacağımızı, özgün durumumuzun, ihtiyaçlarımızın yanıtlarını, çözümlerini kendi kafamızla ve kendi ellerimizle bulmak zorunda olduğumuzu gördük. Ve bulduk. Ama dört yıllık bir mücadele, zikzaklarla dolu ilerleme ve gerilemelerle dolu, sevinçler, üzüntüler ve hayal kırıklıklarıyla dolu, güven ve güvensizliklerle dolu dört yıllık bir mücadeleyi gerektirdi bu.

Neyi bulduk? İçerisinde en önemli noktayı oluşturanın yöntem sorunu olduğunu güven içinde söyleyebilirim. Yöntem sorunu şundan ibaretti: Ayrılık sorunlarını ya da birliğin önünde engel olan konuları nasıl çözecektik. Buna verdiğimiz yanıt başlangıçta veremediğimiz yanıttı:

1-Ortak platformlar inşa edeceğiz.

2-Bütün bu sorunları birlikte düşüneceğiz. Kolektif yöntemlerle ortak sorumluluk temelinde çözeceğiz.

İşte, ortak bir iradenin şekillendirilme- sinin yolları olarak bunlar karşımıza çıktı. Ve bunlar, partimizin daha sonraki şekille- nişinin, parti yaşantısının da en temel özellikleri arasında yer aldı. Çünkü, kolektivizm, ortak iradenin şekillenişi, birlikte üretim kaçınılmaz olarak ilişkilerin eşit ve demokratik olmasını gerektiriyordu. Burada ikna etmekten, inandırmaktan, aklın, bilginin, deneyin gücünden başka hiçbir gücün yeri yoktur. İlişkiler, sadece ve yalnızca ancak böyle bir yöntemle saf, temiz ve devrimci bir temele oturtulabilirdi. Biz bunu başardık.

İkinci nokta şu, evet örgütleri birleştirmeye çalışıyorduk. Fakat, yalnızca ve sadece örgütleri birleştirme görüş açısının, yeni bir örgütün kuruluşu bakımından yeterli olmadığını gördük. O zaman bu sorunun çözümünü aradık. Bulduğumuz çözüm şunlardan ibaretti:

1-Birliğin kararlaştırılışı, birliğin hukuku, birliğin yol ve yöntemleri örgütlerin kararıyla çözülecekti.

2-Fakat, ayrılık konusu olan teorik, programatik, siyasi ya da örgütsel sorunlar örgütlerin kararıyla değil, örgütlerin önderliklerinin kararıyla değil, bu iki örgütte birleşmiş tek tek komünistlerin tartışmalarıyla ve bu tartışmalar zemini üzerinde, Birlik Kongresi'nde, yeni bir ortak platformda çözülecekti. Dolayısıyla elde ettiğimiz formül iki şeyi kapsıyordu.

a-Örgütlerin birliği

b-Bireylerin birliği

Yürüdüğümüz yol şundan ibaretti: Örgütsel yapılar korundu, örgütsel hiyerarşi korundu, örgütsel disiplin korundu, asla anarşiye, kaosa yer verilmedi. Örgütler mücadele içerisindeki pozisyonlarını korudular ve aynı zamanda örgütleri bu disiplin ortamı içerisinde yavaş yavaş çözmeye, iç örgüt bağlarını eritmeye başladık. Kongreye geldiğimiz zaman kongre delegeleri bireysel olarak komünist hareketin sorunları üzerine karar verebilecek, bunun sorumluluğunu üstlenebilecek hazırlığa sahiplerdi.

Dostlar,

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu dört yıllık dönem MLKP'nin düşünsel olarak, hem teorik, hem programatik, hem de taktik ve örgütsel sorunlarındaki hazırlık sürecidir. Bunu övünmek ya da diğer devrimci örgütlere eleştiri göndermek için söylemiyorum. Ama Türkiye devrimci hareketinde hiçbir örgütün kuruluş aşamasında bu kadar bilinçli, planlı ve sistematik bir hazırlığa dayanmadığı bir gerçektir. Çünkü aynı zamanda bu dört yıllık dönem, bu iki örgütün kadrolarının Türkiye devriminin bütün belli başlı sorunları üzerine yeniden düşündüğü, kendisini ölçüp biçtiği, bulduğu çözümleri, dün savunduğu çözümleri tekrardan tarttığı/tartıştığı bir dönem oldu. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, hiçbir şekilde kendimizi TKİH ve TKP/ML Hareketi'nin deneyleriyle, bunların programatik, stratejik, taktik ya da örgüt sorunlarındaki görüşleriyle sınırlandırmadık. Türkiye devrimci hareketi içerisinde az çok yeri olan belli başlı bütün örgütlerin deneylerini, düşüncelerini elde ettikleri kazanımları, çürük ve güçlü yanları incelemeye, öğrenmeye ve kavramaya çalıştık. Birlik düşüncesi ve mücadelesi ve bunların yarattığı kararlı ruh hali bütün önceki, kendi iç yaşantımızdaki grupçu kireçlenmeleri tarumar etti ve militanlarımızın, yönetici ve önderlerimizin ufkunu açtı, onlarda müthiş bir özgürleşme meydana getirdi.

MLKP'nin iki yıllık pratiğinde tanık olduğunuz enerji her şeyden önce bu eski yapıların parçalanmasının ortaya çıkardığı, eski yapılardaki kireçlenmelerin, tıkanıklıkların militanları boğan, onların yeteneklerini körelten, dar bir alana sıkıştıran atmosferlerinin parçalanması sonucunda elde edilmiş bir gelişmedir. Bu iki yıllık dönemde tanık olduk ki, ayrı ayrı örgüt yapısı içerisinde çokta verimli olamayan, çokta başarılı olamayan pek çok militan siyasi olarak, örgütsel olarak ya da teknik olarak gelişme fırsatı bulamayan yeteneklere sahip olabilir, devrimci harekete büyük ve değerli katkılar sağlayabilir ve hızla ileri sıçrayabilir. Diğer bir anlatımla eski yapıların militanları tıkadığını, yönetici ve önderleri de tıkadığını, hapsettiğini, dar grup zihniyetinin ve yapılarının körelttiğini söylüyoruz. Bu tıkanıklığın aşılması büyük bir enerjiyi ortaya çıkardı, MLKP pratiğinde aynı zamanda bunun var olduğunu söylüyoruz.

Birlik kongresini herhangi bir büyük partinin (tarihteki yeri bizim açımızdan, devrimciler açısından tartışılmaz olan herhangi bir büyük partinin) kongresiyle karşılaştırabilirsiniz. Hukuki bakımdan karşılaştırabilirsiniz, ele alınan sorunlar bakımından karşılaştırabilirsiniz, kurucu nitelikleri bakımından karşılaştırabilirsiniz.

Burada Birlik Kongresi'nde yapılan şeylerin çok genel ve kısa bir özetini vermek gerekirse, her şeyden önce birlik program sorunları üzerinde, siyasi ve örgüt sorunları üzerinde gerçekleşeceği için, program sorunları, örgüt sorunları, siyasal strateji ve taktiğin sorunları ayrıntılı bir şekilde tartışılmış, öncelikle bu konular ayrı ayrı karara bağlanmıştır. Bütün ayrılık sorunları öncelikle görüşülüp karar bağlandıktan sonra iki örgütün tam yetkili seçilip gelmiş delegeleri ayrılmışlar ve kendileri ayrı ayrı ortaya çıkan sorunlar üzerinden grupsal varlıklarını devam ettirip ettirmeyeceklerini, birliğe karar verip vermeyeceklerini tartışmışlardır. Ve her iki örgütten gelen delegeler, ayrı ayrı yaptıkları toplantılarda oybirliğiyle kendi tarihsel yaşantılarına son vermeyi, geleceklerini yeni bir formda sürdürmeyi kararlaştırmışlardır. Tamamen bilinçli, tamamen tek tek bireylerin ve örgütlerin kolektif iradesine dayanan bir karardır. Ve kongre, altını çizerek söylemek istiyorum, oybirliğiyle birliğe karar vermiştir. MLKP-K'da TKİH ve TKP/ML Hareketi’nin birleştirilmesini karar altına almıştır. Bu Türkiye'de devrimci hareketin tarihi bakımından yepyeni bir şeydir. Bunu anlamak, kabul ve takdir etmek gerekir. Gerçi hemen arkasından kimi yayın organları, kimi çevreler, yeni olan bir şeyin bulunmadığını iddia etmiş, ortaya atılan düşüncelere, strateji ve taktiklere eleştiriler yöneltmiş ve bir çok devrimci örgüt de MLKP'nin varlığına ve birliğine kuşkuyla bakmıştır. Burada bütünüyle, tamamen haksız olduklarını söyleyemeyiz. Bu toprakların birliğe yabancılaşması/ yabancılığı ve coğrafyamızda birlik yolunda elde edilmiş başarıların son derece sınırlı ve hemen hemen hiç olmaması böylesine kuşkulu / kuşkucu bir yaklaşımı, aşırı ihtiyatlı bir yaklaşımı koşullandırmıştır. Fakat, MLKP oldukça sistematik, oldukça bilinçli ve iradi bir temel ve hazırlık üzerinde yükseldiği için, MLKP'de bir araya gelen kadrolar kongrede grup bağlarıyla bütün köprülerini tarumar etmiş, yıkıp atmışlardır. Geriye dönmemek üzere bir yola çıktıklarını ve geçmiş varlık biçimlerine, kendilerini ortaya koyuş biçimlerine son verdiklerini ilan etmiş, bir daha da geriye dönüp bakmamışlardır.

Kongreyi hemen sonra izleyen süreç doğal olarak MLKP açısından bir örgütsel inşa sürecidir. Çünkü kongre, iki örgütü feshetmiş, yeni bir örgütün kurulmasını kararlaştırmış, ama sadece bu yeni örgütün başını, beynini oluşturabilmiştir. Gövdenin oluşması acil görevdir. TKİH ve TKP/ML Hareketi'nin bütün kadro, sempatizan ve yarattığı, biriktirdiği diğer değerlerin yeniden düzenlenmesi, örgütlenmesi ve mücadele mevzilerine yerleştirilmesi aynı zamanda MLKP'nin daha sonraki siyasi çıkışı için bir örgütsel hazırlık olarak, hazırlık okulu olarak, hazırlık çalışması olarak yürütülmüştür.

'94 yılı içerisinde MLKP'yi tanıtım kampanyası, İstanbul'da liseli gençliğin demokratik örgütlenmesinin merkezileştirilmesi yönündeki siyasi çıkışların hemen arkasında İstanbul'da sivil faşist harekete karşı başlatılan kampanya izlemiştir. Yürütülen tanıtım kampanyasının yaygınlığına, genişliğine ve gücüne rağmen, MLKP'nin devrimci kamuoyunca ve geniş yığınlarca duyulması, tanınması Gazi başkaldırısı ve onu izleyen mücadele sürecine dayanır. Gazi başkaldırısında yer alan tek devrimci örgüt değildir. Başka devrimci örgütler de etkinlikleri ve güçleri oranında Gazi başkaldırısı içerisinde yer almışlar, önder bir rol oynamaya çalışmışlardır. Gazi başkaldırısına her ne kadar bütün devrimci örgütler hazırlıksız yakalanmışlarsa da ki bunu kabul etmeliyiz, bu hazırlıksızlık içerisinde daha hazırlıklı olan (bunlar milimetrik ve nicelik değildir, kafa yapısı olarak, stratejik yaklaşım olarak, teknik düzey olarak) devrimci örgütler içerisinde kendisini daha hazırlıklı hisseden MLKP olmuş ve MLKP duraksamadan Gazi başkaldırısını bütün alanlara yaymak gibi bir politika benimseyebilmiştir. Bizi burada ilgilendiren MLKP'nin isminin Gazi başkaldırısıyla birlikte anılır olması ve MLKP'nin bunu kendi varlığıyla ortaya koymasıdır.

Birlik Kongresi'nden sonra örgütsel inşa çalışması içerisinde açıkça söylemeliyiz ki bir kimlik sorunu vardı. Dün kendisini TKİH ve TKP/ML Hareketi olarak ifade eden kadrolar şimdi MLKP-K olarak ifade edeceklerdi. Bu bir karardı, bu bir görüş açısıydı. Ama bunun içselleşmesi, bunun bir duyguya dönüşmesi, bunun birliğin mayası olması bir zamanı ama sadece bir zamanı değil, eylem içinde, kavga içinde, mücadele içinde yoğrulmayı kapsayan bir zamanı gerektiriyordu. Ve MLKP, bütün devrimci örgütlerin eksiksiz olarak yapmak zorunda oldukları şeyi veya yaptıkları şeyi, mücadelenin en ön saflarında mevzilenme- yi, kurbanlar verme pahasına, şehitler verme pahasına mücadele eden işçilerin, mücadele eden gençlerin, mücadele eden varoşların ve kent yoksullarının kavgalarının en önünde mevzilenmeyi, yani öncü olmayı hedefledi. Bütün kavgalar içerisinde yer almaya çalıştı. 1995 yılının Markından 1995 yılının mayıs sonuna kadar, aşağı yukarı bu bir kaç aylık dönem MLKP'nin kendi politik kimliğiyle, kendi politik tarzıyla kendisini ortaya koyduğu bir süreç olmuştur. Bundan önceki dönemde henüz içselleşmiş bir MLKP kimliğinden, henüz mücadele içerisinde kaynaşmış bir MLKP'den söz edilemez. Sadece, niyetlenmiş, sadece karar vermiş ve yola çıkmış kadrolar vardır. Ama mücadelenin ateşi altında kadroları ve MLKP kimliğini edinmiş, kadroları yeni kimliğini edinmiş ve yeni bir düzey yakalamıştır. Dolayısıyla böyle bir siyasi çıkışın arkasından bunu tekrardan örgütsel nitelik düzeyine sıçratılmasına yönelik örgütsel gelişmeler izlenmiştir. Bu konuda diğerlerinden ayrı olarak üç ayrı ilerlemeyi işaret etmeliyiz.

Birincisi, 1995 yılının eylülünde gerçekleşen MLKP-K Birlik ve Parti Konferansı'dır. Bu konferansta, MLKP-K bütün örgütleri tarafından temsil edilmiş, aynı zamanda TKP/ML-YİÖ kendi delegeleriyle konferansa katılmış ve bu konferansta ele alınan bir dizi sorundan sonra, MLKP- K'yla TKP/ML-YİÖ'nün birleştirilmesi oy birliğiyle karar altına alınmıştır. Bu, birlik mücadelesinin yeni bir zaferi ve yeni bir adımı olmuştur. Fakat bu konferansın esas önemi bundan ziyade MLKP-K'nın geride kalan sürecini değerlendirmesi, kendi politik faaliyetlerini ve örgütsel inşa çalışmalarını marksist bir analize tabi tutması ve partileşme yolunda MLKP’nin hangi düzeyi yakaladığının belirlenmesi ve sonuca götürülmesidir. MLKP'yi vareden örgütlerin tarihine baktığımız zaman (esasen devrimci hareketin geneli bakımından da geçerlidir bu) kongre ve konferansların genel sorunlarla uğraşmaktan, içe dönük sorunlarla uğraşmaktan bir türlü kurtulamadıklarını görürüz. Yaşamdan, mücadelenin can alıcı ihtiyaçlarından kopukluğu vurgulayan bu durumun genel olarak devrimci hareketin bir hastalığı olduğunu söylüyoruz. Zaten bir dizi örgütün tüzüklerinde yazılı olsa bile gerçekleştirilmediği de bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla burada en ileri parti platformunda partinin gelişme imkanları ve partinin önündeki sorunlar kadrolar tarafından tartışılmış ve partinin inşası sürecinin tamamlandığı, MLKP’nin yeni kimliğini elde ettiği MLKP’nin öncü bir parti olarak kendisini var ettiği karara bağlanmıştır. Ve burada geliştirilen partinin yönünü ve geleceğini ifade eden şiar "Öncü Partiden Önder Partiye"dir. Açık olarak görüldüğü gibi öncülükle önderliği bir ve aynı şey olarak görmüyoruz. Mutlaka ki bunlar sıkı bir ilişki içerisindedir. Öncü parti bize göre her şeyden önce kavga içerisinde durduğumuz yeri, nerede konumlandığımızı, hangi mevzide savaş siperine yattığımızı ifade eder. Dolayısıyla bu konuda bütün devrimci örgütler iddialarının gereği olarak mücadelenin en ileri saflarında mevzilenmek zorundadırlar. Bu mevzileniş içerisinde devrimciler arasında bir rekabetin olacağını düşünmek kadar saçma bir şey olamaz. Bu hepsinin doğal olarak yapması gereken bir şeydir. Tabi bu yalnızca savaş alanında nerede mevzilendiğiniz sorunu değildir. İleri görüşlülüğü ve politik refleksi de kapsar.

İkinci olarak, önderlikten bahsettiğiniz zaman, yani "Öncü Partiden Önder Partiye" diye formüle ettiğiniz şeyde, önderlikten bahsettiğiniz zaman sizi izleyen kitleler gerekir. Bu önderlik devrimci harekette en dar şekilde, örgütler arasındaki rekabet olarak, örgütlerin birbirine önderlik etmesi olarak algılanmış, sayısız komplekslere, hastalıklara, rekabetlere, kavga ve mücadelelere sebep olmuştur. Bu büyük yığınları görmeyen görüş açısıdır. Burada önderlik görüş açısı yoktur. Neden? Düşünebiliyor musunuz Türkiye'de devrimci ve komünist hareketin hitap ettiği kitle en kabadayısında birkaç yüz binle sayılıyor. O da en kabadayısından. Ama gerçekte on binlerle sayılıyor. Şimdi biz, altmış milyonluk bir coğrafyada nüfusunun elli milyonu emekçi olan ülkelerimizde bu on milyonları mı örgütlemekle ilgileneceğiz, on milyonların önderliğine mi soyunacağız, yoksa birbirimize çalım atmaya, birbirimize önderlik taslamaya mı soyunacağız? Böyle saçmalık olmaz. Ama devrimci hareketin tarihinde böyle gariplikler ve böyle saçmalıklar vardır. Vurgulamak isterim ki, MLKP'nin devrimci hareketin bir parçası olan devrimci örgütlerle önderlik yarışı yoktur. MLKP'nin iddiası toplumda bulunan milyonlarca/on milyonlarca işçi-emekçi kır ve kent yoksulunun örgütlenmesi, faşist rejime ve kapitalist düzene karşı savaş mevzilerine yerleştirilmesi, bunların savaşçı birliğinin yaratılmasıdır. Biz bu mücadelede bütün devrimci örgütleri en yakın mücadele arkadaşlarımız ve mücadele yoldaşlarımız olarak görüyoruz. Hasımlarımız olarak değil, rakiplerimiz olarak değil, ama mücadele arkadaşlarımız, kavgayı paylaştığımız arkadaşlarımız olarak görüyoruz. Bir adım daha ilerisini söylüyorum, sadece silah omuzda birlikte çarpıştığımız insanlar değil, ama kavganın sorumluluğunu da paylaştığımız, kavganın sorunlarını birlikte düşünüp, birlikte çözdüğümüz, birlikte karar verdiğimiz, ortak bir irade oluşturduğumuz dostlarımız ve mücadele yoldaşlarımız olarak görüyoruz. İşte bunun içindir ki partimiz devrimci hareket bakımından eylem birliği ve cephe sorununun çözümünde en önemli noktayı birleşik devrimci bir önderliğin oluşturulması/oluşturduğunu düşünüyor. Bunu başaramadığımız sürece geleceğe dönük siyasal mücadelemizde, iktidar mücadelemizde devrimci hareketin, ama bundan daha da büyük olan kitleler içerisindeki potansiyelin mücadeleye seferber edilmesinde/ harekete geçirilmesinde bugün için tek tek grupların çok büyük başarılar göstermeyeceğini söylüyoruz. Bu devrimci harekete asla güvensizlik değildir. Devrimci hareketin gerçeklerini bilmek, kendi gerçeklerimizden yola çıkmak ve bu gerçekleri değiştirmek zorundayız. Ölüm orucu direnişinin bu konuda bize gösterdiği nedir? Birçok şey söyleyebiliriz, ama şu iki şeyi herkes kabul etmelidir.

Ölüm orucu direnişi devrimci örgütler bir araya geldiklerinde kuvvetlerini belirli bir noktaya yoğunlaştırdıklarında, belirli çok somut bir sorundan, faşist rejimle kavgaya tutuştuklarında, anlamlı bir politik kuvvet oluşturabildiklerini gösteriyor. Politik gelişmeleri etkileyebiliyorlar, politik gelişmelerin gidişatı üzerinde yönünü değiştirici anlamlı etkide bulunabiliyorlar. Ama bu tür örneklerin devrimci hareketin tarihinin belirleyici yönü olmadığını da vurgulayalım.

Tek tek ele alındığında özel istisnai durumlar hariç devrimci örgütlerin bunu başarabilme imkanı, gücü yoktur.

Eğer dışarıda ölüm orucu sürecinde birleşik devrimci bir merkez olsaydı, (altını çiziyorum, merkez diyorum şu ya da bu kesimi kastetmiyorum. Ama bu örgütlerin bütün güçlerine hitap edebilecek, bunları yönlendirebilecek bir merkezden bahsediyorum. Bütün değişik örgüt biçimlerini ilişkili bir şekilde düşünebilecek hangi anda, hangisini devreye sokabileceğine karar verebilecek bir merkezden bahsediyorum. İşte böyle bir merkez olsaydı) şuna inanabilirsiniz ki, bu merkez kavgaya yeni bir unsur olarak katılır, bu kavgada elde ettiğimiz zaferi büyütür ve bu zaferin elde ediliş sürecindeki önemli bir unsur olarak değerlendirilebilirdi. Burada eksiktik. Bunu başaramamış olmamız ciddi bir eksik olarak kabul edilmelidir. O süreçten birçok ders çıkarabiliriz, ama bu konferansın kapsamı içerisinde özellikle burayı söylemek istiyorum. Zaten en önemlisi de budur.

Dostlar, partimizin örgütsel niteliğinin geliştirilmesinde Parti ve Birlik Konferansı'nın yanısıra 1995 yılının Aralık ayında gerçekleştirilen l.İşçi Konferansı diğer önemli bir faktördür. 1. İşçi Konferansı bizim açımızdan birkaç bakımdan önemlidir.

İlkin hareketimiz, işçi sınıfının partisi Türk, Kürt ve bütün ulusal topluluklardan işçi sınıfının partisi olduğunu ilan etmiştir. Dolayısıyla partimizin görüş açısının odağında işçi sınıfı durur. Ve biz işçi sınıfı içerisindeki çalışmamızda hemen yarın bir sonuç alabileceğimizi ve almamız gerektiğini düşünmüyoruz. Bu çalışmanın stratejik, uzun erimli bir çalışma olduğunu, kuvvetlerimizi bu alanda akıllı bir şekilde yığmak gerektiğini, yeni araçlarla yeni yöntemlerle tahkim etmek gerektiğini düşünüyoruz. İster kadrolarımızın bu çalışmaya hazırlanması isterse de bu alandaki güçlerimizin örgütsel düzenlenişi bakımından olsun aynı zamanda kadrolarımızın bu konudaki politikaları, kavrayışları bakımından da 1. İşçi Konferansı'nın partimizin tarihinde işçi sınıfına yönelimi bakımından stratejik bir öneme sahip olduğunu söylemeliyim.

Bu iki konferans ve kongre partimizin kitlelere yönelimini, kendi iç yaşantısını ortaya çıkaran çok önemli unsurları da bize göstermektedir. Fakat tablonun bütünlüklü bir şekilde kavranabilmesi için hiç değilse MLKP'nin inşası sürecinin önemli sorunlarından birini de gençlik içerisindeki kuvvetlerimizin Komünist Gençlik Örgütü biçiminde partiden ayrı örgütlenmesi oluşturduğunu eklemeliyim. Bugün MLKP'nin kendi önderliğine sahip, kendi kongresini toplamış, kendi örgütsel sorunları üzerinde kendisi karar veren ve parti örgütünden daha geniş ve daha yaygın bir şekilde örgütlü, kolektif mekanizmaları, kendi araçları ve imkanları olan bir gençlik örgütü vardır. Bu, partimizin iki yıllık dönemde kazandığı önemli başarılardan biridir. Partimiz kendi geleceğini gençlikte görüyor. Genç olmak istiyor ve her zaman genç kalmak istiyor, onun içinde gençliğe önem veriyor. Fakat bununla birlikte, gençlik örgütünün bütünüyle gençlik içerisindeki kadrolar temeli üzerine kurulduğunu, herhangi bir şekilde partiden oraya taşınmış devşirme güçlerle oluşturulmadığını, kendi kitlesine ve kendi gerçek ilişkilerine ve kendi kadrosuna sahip olduğunu, bütünüyle genç komünistler tarafından var edildiğini özellikle söylemek isterim. Dolayısıyla Gençlik Kongresi, İşçi Konferansı, Parti ve Birlik Konferansı'nı birlikte düşündüğümüz zaman MLKP'nin iç yaşantısı ve tarzı konusunda şunları görebiliriz.

1-MLKP, sosyalist demokrasi üzerine üç-beş bin sayfa yazı yazan siyasi çevrelerin düşünemeyeceği kadar sosyalist demokrasiye sahiptir.

2-MLKP'nin bütün işleyişi, altını çizerek söylüyorum, bütün işleyişi kolektif mekanizmalara dayanır. Bu kolektif mekanizmalar içerisinde kongre ve konferanslar özel bir yer tutar. Kongre ve konferanslar MLKP'nin kaynaşmış bir topluluk olmasında, kadroların kaynaşmış bir topluluk olmasında, yoldaşlık duygusunun, sevgisinin pekişmesinde son derece önemli roller oynamıştır. Ve bütün bu hazırlıklar, örgütsel inşa çalışması MLKP'nin geleceğe yönelik siyasal iktidar mücadelesindeki iddiasının temelini oluşturmaktadır. Bunlar MLKP'nin doğal olarak kendi tercihiyle, kendi iradesiyle ve kendi tarzıyla ilgilidir. Herhangi bir devrimci örgüte model olarak sunacak değiliz. Bu görüş açısıyla herhangi bir devrimci örgütü eleştirecek de değiliz. Ama, bu konferansın amacına uygun olarak, devrimci kadrolara MLKP gerçeğini anlatmak bakımından bu noktaları özellikle önemli bulduğumuzu belirtmek isteriz.

MLKP'nin iki yıllık dolaysız tarihini dikkate aldığımızda bu iki yıllık tarih içerisinde gelişen ve şekillenen siyasi mücadele tarzı ve anlayışının, aslında belirgin bir şekilde eski tarzdan kopuşlar gerçekleştirdiğini, yeni bir şekilleniş içerisinde olduğunu, belirgin bazı özelliklerinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

MLKP-K'ya içeriden ve dışarıdan 1995 yılının ilkbahar ve yaz döneminde yöneltilen eleştirilerden biri MLKP'nin Dev- Sol'culaşmakta olduğu iddiasıdır. Biz bundan alınmadık ve gocunmadık. Sadece Devrimci Sol'un iradeye önem veren savaşma ve mücadele kararlılığına önem veren yaklaşımından kaynaklandığını, doğal olarak Türkiye'de benzer devrimci bir yolda gitmekte kararlı olan örgütlerin tarzlarının birbirine bu bakımdan benzemesinin kaçınılmaz olduğunu düşündük. Kaldı ki şunu da söylüyoruz zaten. Hiçbir komplekse sahip değiliz ve her devrimci örgütün deneylerinden öğrenmeye açığız. Ama Devrimci Sol'u ya da bir başkasını asla taklit etmedik. Çünkü bizim ideolojik yönümüz tamamen farklı, teorik yaklaşımımız tamamen farklıydı, ama Devrimci Sol’un deneylerini eleştirel bir tarzda gözden geçirdik. Ondaki güçlü yanlar ve zayıf yanlar üzerinde durduk. Kendi tarzımızı yaratmaya çalıştık. Burada benzerlik iki noktaydı. Aslında bizim tarihimiz açısından daha önemli olan şu noktadır. MLKP'yi vareden örgütlerin geçmişine baktığımız zaman bu örgütler silahlı mücadele biçiminin düşmana karşı savaşta kullanılması görüş açısına sahip olmalarına rağmen pratikte bu konuda çok belirgin bir gelişme, kendilerine özgün bir pratik ortaya çıkaramamışlardır. Fakat MLKP'nin siyasi mücadele tarzının mantığında ve görüş açısının odağında duran şey şudur: Kongre Belgeleri'nde sabit olduğu gibi MLKP bütün değişik mücadele biçim ve araçlarını kullanmak üzere hazırlanmış, yeri geldiğinde barışçı-barışçı olmayan, silahlı vb. mücadele biçimlerini kararlılıkla kullanmıştır. Bu bakımdan şunu söyleyebiliriz: Yüzüncüyıl Karakolu'na gönderilen lavın partimiz tarihi açısından önemi düşmana şu mesaj ı verme sindendir. Biz silahlı mücadele biçimlerini de kullanma kararlılığına sahibiz. Dostlara şu mesajı vermektedir: MLKP aynı zamanda silahlı mücadele biçimlerini kullanacaktır. Ama bu lav düşmanla MLKP arasındaki mesafenin derinleşmesi ve düşmanla ölümüne bir mücadeleye girmemizin koşullarını hazırlaması bakımından da önemlidir. Çünkü şunu kabul ediyoruz. O lavın, bazı devrimci çevrelerde, ilerici antifaşist çevrelerde yarattığı korku ve paniğin yer yer kadrolarımızda ve sempatizan çevremizde de oluşturduğunu biliyoruz. Ve MLKP'nin ruh halinin böyle bir kavga ortamında, ateş hattı ortamında geliştiğini vurgulamak isterim.

Kritik noktayı oluşturan şey bütün savaşım biçimlerini devrimci gelişmenin ihtiyaçlarına, mücadelenin gelişmesinin ihtiyaçlarına bağlı olarak kullanma perspektifi ve görüş açısından ibarettir. Fakat bu düşünceye sahip olmanız yetmez. Bunun için çok somut bir hazırlık içerisinde, çok somut eylemli bir eğitim hazırlığı içerisinde olmanız da gerekir. MLKP, daha kurulduğu andan itibaren böyle bir hazırlık içerisine, askeri ve teknik donanım hazırlığı içerisine girmiştir. Ve MLKP iki yıllık tarihinde, daha sonraki örneklerinde olduğu gibi, semtlerdeki milis mücadelelerinde olduğu gibi, müfreze eylemlerinde olduğu gibi, silahlı mücadele biçimleriyle, barışçı- yasal, yarı yasal ya da yasadışı, küçük ya da büyük çaplı kitle eylemlerinin ya da grup eylemlerinin bütününü birleştirmek perspektifiyle hareket etmekte ve pratiğini buna göre şekillendirmektedir. İkinci olarak; MLKP'nin tarzında devrimci irade vardır. Çünkü '71 devrimcilerinden öğrendiğimiz en önemli ders; onların güçlü, yıkılmaz ve bükülmez bir devrimci iradeye sahip olmalarıdır. Ama aynı zamanda '73-'90 döneminde devrimci hareketin pratiğinden çıkardığımız ders de bu pratiğin her şeyden önce irade yoksunluğuyla zaafa uğramış olduğudur. MLKP, bu konuda çıkardığı sonuçtan öğrenmiş, her- şeyden önce kendisini varediş tarzında, yani birlik mücadelesinde sınamış, tarihe kafa tutmuş, kendi tarihini başka bir yoldan yapmaya girişerek bu iradeyi edinmiştir. Partimiz, siyasi mücadelede iradi yaklaşımlara sahiptir, ama bu hiçbir zaman mücadeleye projeci tarzda yaklaşmayı, hayatın, sınıflar arasındaki mücadelenin nesnel gündemiyle bağıntısını koparmış bir şekilde mücadeleye dışarıdan projeler ve programlar dayatmayı da düşünmediğini, böyle bir tarza sahip olmadığını, sadece hayatın gerçek çelişki ve çatışmalarından yola çıkarak, bu çatışmaları büyütmeyi, bu çatışmalara müdahale etmeyi, her biçimde müdahale etmeyi temel aldığını, iradesini tam da burada konuşturduğunu söylemek isterim.

MLKP'nin tarzı birleştiricidir. Çünkü MLKP birlik sürecinin ürünüdür. Buradan ötürü her şeyden önce bir geleneğe, bir alışkanlığa, bir ruh haline, bir yönelime sahiptir, ama MLKP iktidar perspektifine sahiptir. Bu iktidar perspektifine sahip oluş her- şeyden önce şunu gözönünde tutmayı gerektirir. Siz, iktidar için mücadele ediyorsanız, arkanızda bu mücadelede bir ağırlığı, bir hükmü olan kuvvetler olması gerekir. Ve eğer birleştirici değil seniz, eğer birleştirebileceğiniz kuvvetleri birleştirmek için gerekli çabalardan, emekten kaçıyorsanız, bunun politikalarını inşa etmekten, bu yolda ter atmaktan kaçıyorsanız, iktidar mücadelesinden ne kadar bahsederseniz bahsedin gerçekte hiçbir zaman iktidarı fethedecek kuvvetleri bir araya getirme yeteneği gösteremeyeceksiniz demektir.

İşte bunun için devrimci hareketin çeyrek yüzyıllık dönemine damgasını vuran bu zaaflı yandan çıkardığı ders ve yönelimi nedeniyle MLKP, birleştirici olmaya her zaman önem vermiştir.

MLKP tarzının bir diğer unsuru şudur. Tek tek her çarpışmayı büyütmek, tek tek her çarpışmanın içinde var olan bütün devrimci olanakları değerlendirecek bir hatta bu çarpışmalara müdahale etmek. Bu ister gençlik, ister işçi sınıfı, ister kent varoşlarındaki yoksullar, ister emekçi memur yığınları, isterse ulusal harekete destek vermek bakımından olsun, daima geçerlidir. Bu protestoculuktan öte bir şeydir.

Arkadaşlar,

MLKP eski tarzı her şeyden önce şuradan aşmıştır: Eski tarz, bizim tarif tanımımıza göre; grupların kendine dönük, kendilerini kendi görüş açılarının merkezinde tuttuğu, kendi ihtiyaçları tarafından şekillendirilmiş bir politika tarzıdır. MLKP, bunu iddiasızlık olarak kabul ediyor. Mücadelede iddialı olabilmeniz için gerçekten hedeflerinizin ve çalışma tarzınızın ve yönelimlerinizin iddialarınıza uygun olması gerekir. Bu bakımdan MLKP'nin iddiası kongrenin, konferansların gündemlerinden de görüldüğü gibi hiçbir şekilde kendi kendisiyle uğraşmak değildir. Bizim dikkatimizin odağında büyük yığınların mücadelesini hazırlamak, büyük yığınları faşizme karşı mücadelede birleştirmek, büyük yığınların devrimci hazırlığını ve eylemini örgütlemek ve yönetmek duruyor. İddialı olduğumuz yer burasıdır.

MLKP, henüz kendisini önder bir parti olarak tanımlamıyor. Çünkü henüz bunu haketmediğini, böyle bir çalışma içerisinde olduğunu, büyük yığınlarla birleşmek, büyük yığınlarla sarsılmaz, organik ve fiziki bağlar kurmak, onların devrimci öncüsü ve önderi olarak gelişmek istiyor. Onların sevgi ve sempatisini kendi üzerinde toplamak, buradan büyümek istiyor.

MLKP'nin istediği şey sadece şu: Bütün varlığını, bu ülkede devrim yangınını büyütmek için ortaya koymak ve büyüyen devrim yangınının alevleri içerisinde gerçekten devrimin önder partisi haline, büyük yığınların devrimci savaşlarının yönetici partisi haline gelmek. Bütün devrimci harekete bakış açısını da buradan şekillendiriyor. Henüz tek tek devrimci örgütlerin biraz önce çizdiğimiz tabloda kitleler içerisinde tuttuğu yer, etkileme gücü dikkate alındığında bunun son derece önemli bir şey olduğunu muhakkak söylemek zorundayız.

MLKP'nin bütün tarihini nasıl özetleyebiliriz? Bütün tarihimizi özetleyen bir tek cümle var: MLKP birlik devriminin ürünüdür. Birlik devrimi MLKP kadrolarının, MLKP gerçeğinin bütün atomlarına sızmıştır. MLKP, TKİH ve TKP/ML Hareketi'nin ve kadrolarının zihniyet değişikliği ve devriminin ürünü olarak doğmuştur. Ama bu birlik devrimi bizim için öyle sine özsel bir noktayı oluşturur ki buradan başlayarak, buradan yarattığımız sıçramadan başlayarak, kendimize ve bütün devrimci harekete, bütün devrimci hareketin tarihine ve önümüzdeki sorunlara yaklaşımımız az ya da çok değişime uğramış, bir dizi konuda kopuşlar, bir dizi konuda sıçramalar yaşanmış ve bunun eseri olarak MLKP gerçeği şekillenmiştir. Onun için burada gerçek bir devrimden, her şeyden önce bir zihniyet devriminden sözediyoruz. Ama fiziki bir devrimin olduğunu da söylemeliyiz. Çünkü 20 yıllık tarihi olan örgütlerin atomize edilmesi o kadar da kolay bir iş değildir. Bu anlamda eski yapıların atomize edilmesi ve yeni bir formun daha ileri bir öncü örgüt biçiminin ortaya çıkarılmasının kendisinin de bir alt üst oluşu kapsadığını söylemeliyiz.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi