Seçimler, Taktik Savrulma Ve Tahlillerde Keyfilik Çıkmazı

"Parlamento tarihsel gelişmenin bir ürünüdür ve burjuva parlamentosunu dağıtacak güçte olmadığımız sürece onu yok edemeyiz. Ancak burjuva parlamentosunun bir üyesi olmak şartıyla, verili tarihsel koşullar altında, burjuva toplumuna ve parlamentarizme karşı bir mücadele verilebilir. Burjuvazisinin mücadelede kullandığı silahın aynısını proletarya da kullanmalıdır ama tabii bambaşka amaçlarla. Durumun böyle olmadığını ileri süremezsiniz ve eğer buna karşı gelmek istiyorsanız o zaman dünyadaki tüm devrimci gelişmelerin deneyleri üzerine bir sünger çekmek zorundasınız." (III. Enternasyonal Konuşmaları, Lenin, Parlamentarizm Üzerine Konuşma, sf. 78-79)

Devrimci Sorumluluk

Bilindiği gibi 24 aralık erken genel seçiminde izlenecek politika veya taktik, devrimci cephede yer alan, devrimci ve komünist parti, örgüt, çevre ve yayın organları arasında önemli bir sorun ve tartışma konusu oldu. Seçimler üzerinden beş aya yakın bir zaman geçti. Konunun dolaysız güncelliği geri plana düştü. Ama özü itibarıyla öneminden bir şey kaybetmiş değil. Zira sorunun özü, devrimci ve komünist güçlerin taktik sorunlara yaklaşımı ve taktik yeteneğiyle ilgilidir. Ve hatta, devrimci hareketin son çeyrek yüzyıllık tarihine yayılan, derin kökleri olan belirli zaaflarıyla bağlantılıdır. Diğer yandan, taktik sorunlara yaklaşım ve taktik yeteneği devrimci gelişmenin çok somut ve yaşamsal bir ihtiyaç olarak dayattığı, komünist ve devrimci güçlerin devrimci bir cepheye doğru uzanan güç ve eylem birliklerini geliştirme, devrimci güçlerin mücadele cephesini yaratma çalışması bakımından da belirleyici unsurlardan birisidir. Çünkü taktik sorunların ele alınışında ve taktikler de yakınlık bu yoldaki çabaları başarıyla geliştirmenin ön koşullarından birisidir.

Açıktır ki, böyle bir tartışma eğer, taraflar birbirlerinden öğrenme, konunun temelini, özünü veya esasını tartışma, çok tali, önemsiz, bilmem kaçıncı dereceden ayrıntıları ön plana çıkarıp sorunun kendisini karanlıkta bırakmama, grupçu duyguların ve küçük hesapların tartışmayı kendi zemini ve gereklerinin dışına çekmemesi vb. koşulların yanısıra yine doğruyu arama, ortak doğrular inşa etmeye yaklaşım yeteneği gösterilirse, demagojiye, kara çalmaya, tahrifata vb. sapılmazsa amacına hizmet edebilir. Mesnetsiz suçlama ve iddialar, devrimci kültür ve mücadele yoldaşlığı ilişkisiyle bağdaşmayacağı gibi, faşist zorbalığa karşı omuz omuza aynı siperlerde ölümü göğüslemek sorumluluğunu duyanların; bütün biçimleriyle, uygun bütün araç ve yöntemlerle kan dökücü faşist diktatörlüğe karşı, büyük yığınların antifaşist savaşımını, devrim ve özgürlük mücadelesini örgütleyip geliştirmenin görev ve sorumluluklarını birlikte üstlenmeleri gerekliliğiyle de bağdaşmaz. Sorumluluklarının bilincinde olan herkes nelerden kaçınması gerektiğini düşünmek, bilmek zorundadır. Düzey kaybına düşülmemeli ve izin verilmemelidir.

Yapay Eleştiriler Çıkmazı

Kurtuluş ve Partizan Sesi'nin, seçimlerde izlenen "taktiklere" binaen Atılım'a yönelttikleri "eleştiriler"in taşıdığı öyle bazı unsurlar var ki, bunlar bütünüyle zorlama olduğu gibi, bu arkadaşların taşımakla yükümlü oldukları devrimci sorumlulukla da bağdaşmıyor.

"Reformizmle, devrimcilik arasında bocalayan Atılım gazetesi", ya da "Atılım'ın asıl sorunu devrim mi, reform mu sorusuna net bir şekilde cevap vermiyor olmasıdır" (PS, sayı: 33, sf. 14/15) şeklindeki komik ve kendi taraftarları için bile inandırıcı olması olanaksız teşhisler yapmasının devrimci sorumlulukla bağdaşır bir yanı yoktur. Keza, Atılım'ın "ne pahasına olursa olsun, parlamentoya adam yollamaya" endeksli bir seçim taktiği izlediği de sorumsuz bir suçlamadır. Kurtuluş'un "parlamento tutkusu o denli öne çıkmıştır ki, her şeyi oya dönüştürmek için adeta çırpınmışlardır" (Sayı: 26, sf.18) vb. yollu, değerlendirmeleri de bir o kadar sorumsuz ve zorlamadır.

Eleştiri ve ideolojik mücadele adına zorlama, asla kanıtlarla doğrulanamaz, itham ve suçlamalarda bulunmak eleştiri silahının devrimci tarzda kullanılmasıyla bağdaşmaz. Dahası, çok gereksiz biçimde herkesin üzerine titremek zorunda olduğu devrimci güven ilişkilerinin ve duygusunun geliştirilmesini zedeler. Eleştiri*, olmalıdır ve olacaktır; ama iddia sahibi herkes, düşüncelerinin ve taktiklerinin doğruluğuna güvenen herkes, sorumlu davranmak zorundadır. Her zaman söylediğimiz gibi, eleştiri adına suçlamaya, zorlama ve kara çalmaya sapmak, tahriften, demagojiden medet ummak devrimcilerin yöntemi ve tarzı olamayacağı gibi, kesinkes bir zayıflık belirtisi olarak kabul edilmelidir.

24 Aralık seçiminde öngörülen taktik plan, yalnızca "aktif boykot" planından değil, aynı zamanda HADEP eksenli blok ve Emek Partisi Girişimcilerinin seçime bağımsız adaylarla katılma planından da farklıdır. Arada çok belirgin ve anlaşılır –özellikle eleştiri yönelten dostlarımızın muhakkak görüp kavraması gereken– sınırlar vardır. Muhataplarımızın EP girişimcilerinin seçimlerdeki ufku ve hedefi yasal partileşme sürecini ilerletip tamamlamaktan ibarettir. Yani içerisinde debelendikleri tasfiyeciliği derinleştiren daha da olgunlaştıran bir süreç. Keza reformizm ve parlamentarizm yönündeki ilerleyişleri için de bu geçerlidir. Oysa bizim burjuva yasalcılığına dayanmayan, devrimci eylem ve örgütlenmeyi faşizme karşı özgürlük savaşımını geliştirmeyi temel aldığımız aşikardır.

Keza HADEP eksenli blok içerisinde benzer şeyler söylenebilir. Onların eyleminin içeriği reformcu barış platformu tarafından belirlenmiş, yığınlara, barış politikası, reformist-parlamentarist yaklaşımlar nedeniyle, faşist rejim hakkında hayaller yaymışlardır. Oysa marksist leninist komünistler, faşist rejime karşı, Batı'dan, ikinci bir devrimci cephenin geliştirilmesiyle, yığınların artifaşist savaşımlarının devrimci bir rotada büyütülmesine kilitlenmiştir.

Eğer HADEP ve blok ortaklarının, keza EP'nin yürüttüğü kampanyanın ideolojik ve politik içeriği, örgütsel temeli arasındaki derin farkı, uçurumu göremiyorlarsa, bu muhataplarımızın aşmaları gereken bir sorundur. Tasfiyeciliğe batan, parlamentarist, reformist ve barışçı yoldan ilerleyen güçlerin de, bizim de seçimlere katılma üzerine bir hareket planı geliştirmemizden kalkarak benzerlik kurmak, hele hele araya eşittir işareti koymak, soruna tamamen formel yaklaşıldığını gösterir. Çünkü her üç tarafın hareket planı, amaçları bakımından farklı olduğu gibi, yürütülen çalışmanın içeriği ve tarzı da oldukça farklıdır.

Eğer özet biçimde ifade etmek gerekirse, EP Girişimcilerinin taktiği, sağ kendiliğindencilikle, ama "aktif boykot" planı da "sol" kendiliğindencilikle malüldür. Birincisi, kitle kuyrukçuluğu vaaz etmekte, ikincisi ise, devrimci, öncü güçlerin yığınların onları izlemesini olanaksız kılacak tarzda, ileri fırlayıp yığınlardan kopararak kendiliğindencilik üretmektedir. Günün devrimci görevlerini anlayamamak, öncüleri daima artçı konumlara düşürmektedir.

Kuşkusuz hala tasfiyecilikle, reformizmle savaşım özel önemini ve önceliğini korumaktadır. Devrimcilik-reformculuk ayrışması sürmektedir. Fakat yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, muhataplarımızın şiddetli eleştirileri, yanılgıların devrimci hareketin saflarında ısrarla yaşatılıp sürdürülmek istenmesi, komünist ve devrimci örgütler arasında antifaşist cephenin inşası yolunda, eylem ve güç birliğinin geliştirilmesi gibi acil ve yaşamsal devrimci bir görevi başarmakla görevli olduğumuz mevcut politik koşullar altında, taktik sorunlara yaklaşım ve taktik farklılıkları gerçekten aşmayı hedefleyen bir tartışmayı, gerekli ve yararlı buluyoruz. Kaldı ki, böyle bir tartışmanın diğer bir nedenini de "sol" taktiklerin, tasfiyeciliğin güçlenmesine malzeme verdiği gerçeğidir.

Tartışılması Gereken Asıl Sorun

"Kurtuluş" ve "Partizan Sesi"nin seçim taktiğine yönelttiği "eleştirilerde" öne çıkan ve egemen olan unsur "Atılım"ın "çelişkilerinin", "tutarsızlıklarının", "zikzaklar çizmesinin", "sendelemesinin" teşhir edilmesidir. Konu üzerine yürüttükleri "ideolojik mücadele" de, öyle anlaşılıyor ki, muhataplarımız kendilerini burada güçlü görüyorlar. Olabilir, bunu onların hakkı olarak kabul ediyoruz ve ederiz. Ama, "Atılım"ın seçim politikasında tutarsızlıklar aramanın nafile bir çaba olduğunu da hemen belirtelim. Bu bir yana, her halde, herkes, konunun esasını tartışmanın daha önemli ve doğru olduğunu kabul edecektir ve devrimci sorumlulukları gereği etmek zorundadır. Nedir konunun esası?

Çok açık ki, tartışma konusu, 24 Aralık seçiminde, seçimlere katılma ya da boykot etmek şeklindeki iki ayrı taktik plandan hangisinin, somut siyasal koşullar altında doğru olduğu, devrimci gelişmenin ilerleyişinin güncel gereksinimlerine hangisinin yanıt verebildiğidir.

İttifaklar politikası ise ikinci temel sorunu oluşturmaktadır. Kürt yurtseverleriyle ilişkiler, ittifaklar sorunu kapsamında özel bir önem kazanmaktadır. Bütün bu sorunların teorik, ilkesel ve taktik boyutları, uzantıları, ya da arka planları vardır.

Sorunun İlkesel Konuşu

Parlamento ve seçimler konusu en genelde, devrimci ve komünist hareketler tarafından ilkesel düzeyde doğru kavranmıştır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların parlamenter yoldan kurtuluşa ulaşmaları, mevcut ekonomik ve toplumsal düzeni yıkmaları olanaklı değildir. İlkin, bu ilkeye dayanmak zora dayanan devrimin zorunluluğunu anlatır. İkinci olarak, iç savaşa ve ayaklanmaya değin uzanan parlamento dışı mücadele biçimleri temeldir. Üçüncü olarak, hiç değilse lafzı olarak, hiç değilse yarım ağızla, parlamentonun sınıflar mücadelesinin bir alanı olduğu kabul edilir. Dördüncü olarak, üzerinde bir düşünce birliği olmamakla birlikte, marksist leninist komünistler bakımından programatik önemi nedeniyle burada vurgulanmalıdır, devrimin yaratacağı iktidar ve devlet örgütlenmesi bakımından, parlamanter cumhuriyet tarihsel olarak aşılmıştır. Siyasal olayların devrimci gelişiminin yarın neyi yaratacağından ayrı olarak devrimci irade ve önderlik, yığınlara konseyler, sovyetler, meclisler vb. tarzında örgütlenmeyi öngörür. Esasen parlamentarizme ilkesel karşı çıkışın en derin anlamı da buradadır.

Bütün bunların bir sonucu ve yansıması olarak, parlamentarizmi ve mevcut burjuva meclisleri/parlamentoları teşhir etmek, yığınların parlamentoya bağladığı boş umutlarla ve beklentilerle dövüşmek, devrimci mücadeleye çağırmak ve devrimci bir tarzda mücadeleye çekerek, eğitip örgütlemek görevi vardır.

Sorunun ilkesel tarzda konuşu pratik/taktik planda, burjuvazinin egemenliğinin ve hatta faşist rejimin devamının bir aracı olan parlamentolar ve parlamentoların oluşumunun bir basamağı ve aracı olan seçimlere katılmayı dışlamaz. Fakat katılındığı durumda bile, hareket tarzının, bu kurumla mücadele etmek ve yine bu kurumdaki mevziden yararlanarak, bir bütün olarak düzeni ve rejimi teşhir etmek, parlamento dışında geliştirilen devrimci savaşımı desteklemeye, hizmet etmeye kilitlenmek zorluluğunu açıklar.

½unu söylemeliyiz, devrimci hareketin tarihinde bu sorunlarda ilkeler ve taktikler birbirine karıştırılmış, özellikle taktiklerin yerine ilkelerin geçirilmesi gibi kolay bir yola sapılmıştır. Reformist, parlamentarist güç ve örgütlenmeleri –isterse bunlar "gizli" örgütler olsun– devrimci hareketin tarihi içinde görmediğimiz açıktır. Devrimci harekette baştan beri var olan, yaşanılan deneylere ve birikime rağmen hala varlığını koruyan boykotçu damar, tam da bu sapmayı anlatmaktadır.

Örneğin somut taktik sorunlara genel olarak "devrim", "halk savaşı" vb. gibi stratejik, programatik ve propagandif sloganlar ve çözümlemelerle yanıtlar verilmesi; farklı düzlemde ele alınması ve asla karşı karşıya konulmaması gereken şeyleri karşı karşıya getiren yaklaşım tarzı hala devrimci hareketlerde oldukça geçerlidir. Seçim dönemlerinde adeta geleneksel biçimde boykot taktiği izleyen akımların, her seçim döneminde benzer bir tutum sergilediklerini rahatlıkla görebiliriz. Evet burjuva düzenin karşısına alternatif olarak sosyalizmi, parlamenter burjuva devlet örgütlenmesinin karşısına demokratik devrimci ya da sosyalist sovyetik işçi-emekçi ya da proletarya diktatörlüğü örgütlenmesini koyar, bu yoldaki propaganda ve ajitasyonla yığınları eğitiriz. Bu bütün devrimci hazırlık döneminin temel ve genel bir görevidir. Örneğin, marksist leninist komünistler, parlamentonun kurtuluş olmadığını, yığınların temel hiçbir istemi ve sorunun TBMM tarafından halledilemeyeceği, çözümün devrimde, çözümün işçi-emekçi sovyetleri iktidarında olduğunun propagandasını yapmışlar, asıl ve temel olanın yığınların TBMM dışında zayıf da olsa var olan iktidar savaşını büyütmek olduğundan hareket etmişler, seçim ortamından bu yolda azami düzeyde yararlanmaya çalışmışlardır. Bu propagandayı ve stratejik yönelimlerini, seçimlere katılarak, TBMM'den devrimci amaçlarla yararlanma yönündeki taktik politikanın karşısına koymamışlardır.

Tartışma konumuz bakımından, şunun özellikle ve muhakkak anlaşılması gerekir, TBMM'nin, mevcut rejimin hiç de belirleyici olmayan bu kurumunun tasfiye edilmesi, devrimimizin stratejik konuları arasında yer alır; fakat genel olarak şu da kavranmalıdır ki, seçimlere katılma, TBMM'den devrimci amaçlarla yararlanma, henüz egemen sınıflar iktidarıyla kesin bir devrimci hesaplaşmaya girecek hazırlığa sahip değilsek, bunlar politik taktiğin konuları olarak kalırlar. Ancak devrimci gelişmenin olgunlaşmasına bağlı olarak temel sorun ve taleplerin çözümü gündeme girer, güncel devrimci eylemin ve taktiğin konusu haline gelirler. Örneğin, bugün hangi düzeyde ve nasıl, hangi oranda çözüme ulaşacağından ayrı olarak antiemperyalist demokratik devrimimizin temel sorunlardan birisi olan, Kürt ulusal sorunu, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı ulusal devrimci eylemin gündemine pratik olarak girmiştir.

Seçimler gibi taktik bir sorunu, devrim gibi stratejik bir yaklaşımla yanıtlamaya kalkmak, ne denilirse denilsin somut politika yapmaktan kaçınmak demektir. Bunun taktik yeteneksizliği olduğu, otuz yıllık politik deneyimden sonra herkes için anlaşılmış olması gerekir. Asıl terslik anlaşılmamış olmasındadır.

Somut Bir Tavır Olarak Taktik

Kurtuluş, "Devrimciler açısından parlamenter mücadele  biçimleri tamamen dışlanacak bir olgu değildir. Ancak önemli olan bunun tali olarak mı, ele alındığı yoksa temel mücadele biçimi haline getirilip getirilmediğidir" (sayı 21, sf. 8) derken, parlamenter mücadele biçimini ilke olarak reddetmediğini, temel mücadele biçimi haline getirmemek koşuluyla, devrimci savaşımda tali bir araç olarak bu mücadele biçiminin de kullanılabileceğini savunuyor.

Fakat bütün diğer mücadele biçimlerinde olduğu gibi, parlamenter mücadele biçiminde de, bu genel görüş açısından öte pratik bir yaklaşım gerekir. Önemli olan, somut siyasal koşullar gündeme soktuğunda, devrimcilerin bu mücadele aracını kullanması gerektiğinde, kullanılabileceği kabul ve teyit edilen bu aracı kullanmaya yönelip yönelinmediğidir.

Devrimci hareket içerisindeki boykotçu damar dediğimiz siyasal eğilim, son otuz küsür yıllık dönemin pratiğinin gösterdiği gibi, seçimlere katılmayı reddetmekte ve boykotu değişmez taktik tutum olarak benimsemektedir. Bütün bu tarihi süreçler boyunca uygulamaya çalışılan boykot politikalarını burada incelemeye kalkışmamız beklenemez. Yalnızca bir olguyu tespit etmekle yetiniyoruz. Lafzı düzeyde, ilkesel olarak reddedilmediği açıklanan, gerçekte, pratik olarak reddedilmektedir. O halde, parlamenter mücadele taktiğini ilkesel olarak reddetmiyoruz yönündeki açıklamaların pratik bir değeri yoktur. Gerçekte ilkesel olarak reddedilmektedir.

Parlamentarizm ile mücadeleden, parlamentonun egemen sömürücü sınıfların iktidar örgütlenmesinin, yığınlar üzerindeki bir boyunduruk aracı olduğu vb. gerçeklerini açıklamaktan, asla vazgeçmeksizin; parlamento seçimleri gibi somut siyasal bir sorun söz konusu olduğunda; izlenebilecek olanaklı bütün taktik hareket planlarının somut koşullar içinde analiz edilmesi gerekir. Eğer 30-35 yıl boyunca her seçim döneminde, benzer analizler yapıp, keza benzer sonuçlara ulaşıyor ve benzer bir hareket planı izlemeye çalışıyorsanız çok açıktır ki burada temel bir sorunla; ciddi bir terslikle karşı karşıyasınızdır. Kabul edersiniz ya da etmezsiniz, gerçek durum budur.

Devrimci amaçlarla seçimlerden yararlanma ve parlamenter mücadele taktikleri; hepsi de devrimci amaçlara, yığınların devrimci ilerleyişine, savaş mevzilerine yerleştirilmesine kesinkes tabi olmak kaydıyla, kendince bir çeşitlilik, bolluk, zenginlik gösterir. Deneyimler bunu doğruluyor. Siyasal rejimle açık ve kesin bir hesaplaşmaya tutuşmayı, örneğin devrimci bir ayaklanmayı başlatmayı hedefleyen aktif boykot, ya da siyasal rejimin meşruiyetini geniş yığınlar için tartışmalı hale getirmeyi hedefleyen enerjik bir siyasal kampanya ile sandık başına gitmeme veya boş oy kullanma biçimindeki "pasif boykotu", komünistlerin açık/yasal bir parti örgütlenmesine dayanarak kendi adaylarıyla seçimlere katılması, yine benzer şekilde ama bu açık/yasal vb. parti olmaksızın bağımsız adaylarla seçimlere katılmayı ya da bir cephe şeklinde komünist, devrimci ve ilerici güçlerin şu veya bu biçimde (bağımsız adaylar ya da bir parti şemsiyesinde) seçimlere katılmaları vb. vb. hepsi de seçimlere katılma kapsamında mütalaa edilebilecek değişik bir dizi farklı hareket planları tamamen olanaklıdır.

Sınıf mücadelesinde, devrimci ve komünist partilerin deneyimlerinin ve parlamenter mücadele tarihinin ortaya çıkardığı taktiklerin hangisinin belirli somut siyasal koşullar içerisinde, en uygun olduğunun somut olarak incelenmesi gerekir. Bu bakımdan, marksist leninist komünistlerin seçimler için her dönem, seçimlere bağımsız adaylarla katılmak şeklinde genel geçer bir taktikleri, şablon ya da doğmaları olduğu yolundaki iddialar, ne teorik anlayış ve ne de pratik tutum bazında söz konusudur. Muhataplarımızın bu yöndeki sözleri, üstün körü iddialar olmaktan ileri gitmez.

Taktik bakımından ele alındığında Kurtuluş ve Partizan Sesi sürekli boykot taktiğine eğilim göstermekte oldukları için siyasal savaşımın değişik koşullarını, değişen koşullara uygun düşen, her bir dönemin özgül koşulları içerisinde devrimci gelişmenin somut ihtiyaçlarına denk düşen, bu ihtiyaçları yanıtlayabilen, değişik taktik hareket planları geliştirme yeteneği gösteremiyorlar. Seçimlerde izlenebilecek devrimci politikalar söz konusu oldu mu, "esneklik" ve "manevra kabiliyetinden" yoksundurlar. Prensip olarak tali de olsa parlamentoyu devrimci amaçlarla kullanmayı kabul ettiklerini deklare etseler bile –etmektedirler– sahip oldukları sürekli boykot eğilimi nedeniyle, bunu gerçekte, pratik olarak redetmektedirler. Çünkü, açık ki, eğer parlamentoyu devrimci amaçlarla kullanmak istiyorsanız, eğer bunu reddetmiyorsanız, o halde bu gerici kuruma girmeniz ve oraya girebilmek için de şu veya bu taktik hareket planıyla seçimlere katılmanız gerekir.

Eğer, her seçim döneminde, somut devrimci politika yerine, "Seçimler çare değil kurtuluş devrimde", "Faşizmi seçimle değil devrimle yeneceğiz", "Sandık başına değil halk savaşına" vb. gibi çok genel geçer sloganların belirlediği değişmez bir hat kuruyorsanız, bu, programınızı ve program ilkelerinizi taktiğin yerine ikame etmekten başka bir anlama gelmez. Taktik bir soruna, ilkelerin tekrarı ile yanıt veremezsiniz, vermeye kalkarsanız, bu durumda, büyük yığınlara seçimler gibi somut bir sorunda önderlik yapma iddianız nesnel olarak ortadan kalkar, burada kendiniz için politika yapıyorsunuz demektir.

Böyle bir tartışmada Lenin'in şu uyarısına muhakkak kulak vermeliyiz:

"Hayatımda çok az anarşistle tanışmış ve konuşmuş olmama rağmen onları oldukça iyi tanıdığımı söyleyebilirim. Zaman zaman anarşistlerle hedefler konusunda anlaşmayı başardımsa da, ilkeler konusunda bu hiçbir zaman mümkün olmamıştır. İlkeler hedef, program da taktik ya da teori değildir. Teori ve taktikler ilke değildir." (III. Enternasyonal Konuşmaları, Komünist Enternasyonalin Taktiklerinin Savunma Konuşması, a.b.ç. s. 112-113)

Lenin'e kulak vermeliyiz. Çünkü genel olarak kabul edilmelidir ki, devrimci hareketin çeyrek yüzyıllık geleneğinde, taktikler ile ilkeler çokça karıştırılmış, ilkeler taktiklerin, somut politikaların yerine ikame edilmiş ya da öyle yapılmaya çalışılmıştır. Bu, devrimci ve komünist hareketin geçmişte kalması, ders çıkarılması gereken ve zaten daha şimdiden aşılmakta olan bir zaafıdır. Hiç kimse de az ya da çok dün ve hatta bugün, bu zaaftan azade değildir. Arkamızda duran bütün bir tarihsel süreçte yaratılan devrimci değer ve geleneklere sıkı sıkıya sarılmak, onları ileri taşımak nasıl ki, ihmal edilemez devrimci bir görevse, bunun gibi, zayıf, çürük, zaaflı yanları, alışkanlıkları bulup çıkarmak, aşmak da bir o kadar önemli ve değerlidir. Seçimler söz konusu olduğunda muhataplarımızın devrimci hareketin dününe ve kendi öz tarihlerine eleştirel bir yaklaşım içerisine girememeleri, öğrenme ve dersler çıkarma yaklaşımını sergileyememeleri kendilerini tekrarı getiriyor.

24 Aralık Seçiminde Devrimci Taktik

Doğal olarak bütün siyasal parti ve gruplar, seçimlerde taktik hareket planlarını siyasal durumun analizi üzerine temellendirmektedir. Parlamento karşısında ilkesel pozisyonlar ise önceden bellidir. Burada çok fazla tartışmasına girmeyeceğiz, fakat siyasal duruma ilişkin öneriler söz konusu olduğunda, muhataplarıyla Atılım arasında çok önemli farkların bulunduğunu hatırlatmalıyız. Özellikle Partizan Sesi çok derin bir subjektivizm içerisindedir. Onun siyasal durum analizleri, devrimci dogmalarını doğrulama çabasından başka bir şey değildir. Devrimci durum nasıl olsa mükemmeldir, yığınlar sandık başına değil silah başına, halk savaşına çağrılabilir. Abartmasız, bu, hemen her zaman yapılabilir. Esasen kendi tarzında ve kendi mantık sistematiği içerisinde Kurtuluş için de bu geçerlidir. ½unu vurgulayabiliriz, seçimlere katılmayı reddeden sürekli boykotçu yaklaşım bir yana konsa bile, her şeyden önce siyasal durum analizlerimizde çok önemli farklar vardır ve bu farklı taktik planlar inşa edilmesinin önemli bir çıkış noktasıdır. Biz yalnızca öncünün, yani devrimci bir örgütün kendi özgüçlerinin uygulamasıyla sınırlı kalacak bir aktif boykotun, pratik çalışmalar ne denli militanca yürütülürse yürütülsün söz konusu sorun çerçevesinde yığınlara önderlik görev ve sorumluluğunu ortadan kaldırdığı için pasif ve kendiliğindenci bir taktik olduğu inancındayız.

Komünist, devrimci, yurtsever adaylar için oy kullanmaya ikna edemediğiniz yığınları, "sandık başına değil, halk savaşına" veya "seçim değil devrime" çağırmak, öncünün yapacağı eylemler ne olursa olsun, gök kubbede hoş bir seda olarak kalmaya mahkumdür.

Muhataplarımız dolaysız tarzda formüle etsinler veya etmesinler "hakim sınıfların" veya "oligarşinin" seçim oyununun bozulmasını somut siyasal amaçları olarak belirlemişlerdir. Aktif boykot taktiği ise, bu siyasal amacı gerçekleştirmenin aracı olarak öngörülüp uygulanmıştır. Batı'da harekete geçen geniş yığınlar; yüzbinlerce grevci işçi, keza yüzbinlerce emekçi memur; daha az olmak üzere kent yoksulları, reformizmin ideolojik ve siyasal etkisi altındadır. Komünist ve devrimci güçlerin etkilediği kitleler henüz en kabadayısından onbinlerle sayılmaktadır. "Hakim sınıfların" veya "oligarşinin" ya da "faşist diktatörlüğün" seçim oyununu bozacaksanız bu ilgili seçim tarihi önce gerçekleştirmeniz gereken taktik bir amaçtır ve o halde kuvvet ilişkilerinin, özel olarak devrimci kuvvetlerin durumunun buna uygun olması gerekir. Vurguluyoruz, somut siyasal amaçlar, somut siyasal koşullar altında belirlenir. Herkes kabul etmek zorundadır ki; "seçim oyununu bozmak" şeklindeki siyasal amaç, kuvvetlerin mevcut durumunda tamamen subjektiftir, 24 Aralık için tamamen hayalidir. Bir kez, siyasal durumun nesnel olarak denetlenebilir metaryalist analizi yerine, devrimci istekler, devrimci duygular geçirildi mi, bir kez siyasal amaçlar, yığınların devrimci ilerleyişi hesap dışı bırakılarak, hayali tarzda belirlendi mi, bütün bunları, öncünün yığınlardan kopmasından başka bir şey getirmeyen sekter taktikler tamamlamaktadır. Fakat doğrusu mantık tersinden işletilmekte, boykot taktiği, daha doğrusu kronik boykotçu eğilim başlangıç noktası olmakta, politik analizler, politik araçlar buna uyarlanmaktadır.

Partizan Sesi'nin Hayal Dünyasında, Politika Tarzı Ve Taktiğin Silahsızlandırılması

"Keza aynı şekilde egemen sınıfların seçim oyunlarının bozulmasının tek yolunun aktif boykot olduğu gerçeğinin altını bir kez daha çizerek belirtirler." (Partizan Sesi, Sayı 31, Sf. 3) Egemen sınıfın seçim oyununu bozmayı, 24 Aralık seçimlerinde somut siyasal hedefiniz olarak ortaya koyup, bu politik amaca ulaşmanın aracı olan bir "aktif boykot taktiği" izlemeye çalıştıysanız, herhalde sonuçta dönüp, bu somut politik amaca ne denli yaklaştığınızı değerlendirmek zorundasınız. Somut siyasal amaçların, somut siyasal koşullar altında belirlenmesinin marksizm-leninizmin emri olduğu kadar devrimci politikanın ve devrimci önderlik sanatının, devrimi örgütleme ustalığının zorunlu, vazgeçilmez bir gereği olduğunu da unutamazsınız. Devrimci ve komünist örgütlerin öngördüğü taktikler, dinamik tarzda düşünülmesi gereken toplumsal kuvvetlerin gerçek durumuna dayanmalıdır. İster seçim çalışması döneminde, ister ona ön gelen daha geniş bir zaman diliminde yığınların durumunu yansıtan verilerden ve isterse seçim sonuçlarından bakın, muhataplarımızın ileri sürdüğü "aktif boykot" planının bırakalım milyonları ve yüzbinleri, onbinlerde bile yankı bulmadığı çok açıktır. Devrimci ve komünist örgütlenmenin göreli sınırlılığı, Batı kırında henüz söz edilebilecek devrimci ya da komünist örgütlülüğün ve çalışmanın bulunmaması, kentlerin büyük çoğunluğunda durumun benzer olması, hatta devrimci ve komünist örgütlenmelerin en güçlü olduğu alanlarda bile kuvvetlerin çok küçük rakam ve ölçeklerde seyrettiği koşullarda, egemen sınıfların seçim oyununu bozmak gibi somut siyasal bir amacın/hedefin ortaya konması devrimci komünist hareketin kuvvet durumu bakımından tamamen subjektiftir. Fakat dahası var, bugün işçi sınıfının, emekçi memurların, kır ve kent yoksullarının, nüfusun ezilen, sömürülen geniş kesimlerinin önemli ölçüde, reformizmin ideolojik ve siyasal etkisi altında olduğu, burjuva partilere, parlamentoya ve düzene güvensizliği büyüyen, giderek onlardan umudunu kesmekte olan yığınların hemen ve doğrudan belirgin bir biçimde devrimci eyleme, komünist ve devrimci örgütlere yönelmediği de kimsenin reddedemeyeceği gerçeklerdir. Demek ki, faşist rejimin 24 Aralık seçim oyununu bozmak, şeklindeki somut politik amaç yığınlar bakımından da tamamen subjektiftir, yaşam bulamaz.

Egemen sınıfların 24 Aralık seçim oyunu bozulamamıştır. Biz dahil, diğer bütün devrimci, komünist, ilerici, antifaşist güçler, örneğin muhataplarımızın boykot planı üzerinde birleşseydi bile, 24 Aralık seçim oyunu Batı'da bozulamazdı. Yığınların devrimci uyanışı ve devrimci hazırlığı, keza komünist ve devrimci örgütler etrafında birikmiş kuvvetler için egemen sınıfların seçim oyununu bozma politik amacı subjektiftir. Kabul edilip edilmemesi bu gerçeği değiştirmez.

Partizan Sesi'nin seçim öncesi ve sonrası, konuyla ilgili rakamlara yaklaşımı hiç mi hiç inandırıcı değildir. Objektiflikten uzaktır. 24 Aralık seçim oyununu bozmak politik amaç olarak belirlenmiş "aktif boykot" bu amaca ulaşmak için kullanılacak araç, hareket planı olarak örgütlenmiştir.

İlkin, egemen sınıfların 24 Aralık seçim oyununu bozmanın anlamı tarif edilmek zorunda. Bir kaç olasılıktan söz edilebilir. İlki, örneğin, %20, %30 gibi yüksek bir oranda seçmenin sandık başına gitmeyerek, protestosunu ortaya koyması. Keza benzer yüksek oranda seçmenin, sandık başına gidip boş ya da geçersiz oy kullanması. Ya da yükselen devrimci güçlerin, ülke genelinde olmasa bile bazı bölgelerde yoğunlaşan veya yaygın tarzda, kuvvet kullanarak seçimleri buralarda önlemesidir. Veya belli önemli kırsal ya da kent merkezlerinden başlayarak yayılacak tarzda ayaklanma başlatılarak siyasal rejimle kesin bir devrimci hesaplaşmaya girişilmesidir. Bütün bu durumlarda, sonuçta her şeye rağmen rejim, 'işte sonuçlar, seçimleri gerçekleştirdim', dese bile, seçim ve sonuçları geniş kitleler için tartışmalı hale gelir. Seçimi ve sonuçları geniş yığınlar için tartışmalı hale getiremeyen bir boykot taktiğinin egemen sınıfların seçim oyununu bozma politik amacına ulaştığı anlamına gelen başarısından söz etmeye kalkmak, havanda su dövmek olur. Örneğin, 24 Aralık erken genel seçiminde boykot taktiği değil ama faşist MHP'nin %8 civarındaki oylarının ve yine HADEP'in %4'ü aşan oylarının %10 barajı nedeniyle meclise yansımaması, durumu bir ölçüde tartışmalı hale getirmiştir.

½unu söyleyebiliriz ki, muhataplarımız, egemen sınıfın seçim oyununu bozmanın anlamı ve böyle bir politik amaca ulaşmayı hedefleyen taktik planın çapı konusunda belirgin düşünceler ileri sürmüş değiller. Uygulanan boykot taktiğinin başarı veya başarısızlığını buradan ölçmeye yaklaşmıyorlar bile. Ama "Bugünkü özgülde, eylem birliğinin gündemini, seçimleri boykot oluşturmalıdır. Bu noktada, yani 'seçimleri boykot' taktiğini benimseyen parti ve örgütlerle, her alanda organizeli bir şekilde boykotu daha etkili ve güçlü kılmak için bütün güçler seferber edilmelidir" diyen Partizan Sesi, yürütülecek çalışmaları, "Bu, gerek illegal, gerek legal ve gerekse askeri alanda bir bütünsellik içerisinde gerçekleştirilmelidir. Ortak bildiri, yazılama, kuşlama, basın toplantıları ve onun da ötesinde ortak askeri eylemlilikler de gerçekleştirilmelidir. Sandıklara yönelik gerçekleştirilecek (kaçırma, yakma vb.) eylemleri dahi birlikte gerçekleştirmenin daha olumlu sonuçlar ortaya çıkaracağı açıktır" diye özetliyor. (Partizan Sesi 31, Sf. 13)

"Devrimci durumun", "yüksek boyutlarda" olduğunu, "büyük bir siyasal depremin" yaşanmasının devam ettiğini, "devrimci durumun mükemmel olduğunu" yığınların düzenden, partilerden ve meclisten umudunu kestiğini "iyi bir devrimci durum"un ve "güçlü bir toplumsal muhalefet"in bulunduğunu vb. söyleyip, 24 Aralık "seçim oyununu bozmayı" pratik/politik amaç olarak belirleyip "aktif boykot" taktiği ile bunu gerçekleştirme iddiasıyla yüklü bir hareket planı ileri süreceksiniz; ve bu aktif boykotu yukarıda anlatıldığı şekilde somutlaştıracaksınız! Yukarıda özetlenenin "aktif boykot"un çok iddiasız bir plan olduğunu söyleyeceğiz. Peki arkadaşlar, bırakalım bir bölge, kent, semt ya da köyde ayaklanma başlatmayı ("Sandık Başına Değil, Halk Savaşına" Partizan Sesi, "Seçim Değil, Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm İçin Tek Yol Devrim" Kurtuluş) ama herhangi bir yerleşim biriminde seçimleri önlemeyi örgütleme girişiminde bulundunuz mu? Kitlelerin kaç yerde sandıklara saldırısını örgütleme girişiminde bulundunuz? Ya da siz sandıkları "kaçırma, yakma" vb. hedefli ve de tabi kitleleri çeken/seferber eden kaç yerde yönelime girdiniz? Bütün bu soruların yanıtlarının olumlu olmadığını biliyoruz. Bir örnek olarak, '93 genel yerel seçimlerinde istemeyerek bile olsa DEP'in Kürdistan'da bir biçiminde gerçekleştirdiği, az çok başarılı olan boykot taktiği (belirgin olarak bir dizi Kürt ilinde %40, %50'leri aşan boş oylar) üzerine düşünülebilir ve düşünülmelidir.

Rakamlara yaklaşım, Partizan Sesi'nin yüzeyselliğinin ve keyfiliğinin aynı şekilde boykot taktiğinin elde etmediği, edemediği sonuçların anlaşılması bakımlarından da önemlidir. Alişan Yaşar: Seçimlerden önce yığınların durumunu seçimler ve boykot taktiği bakımından şöyle değerlendiriyor.

"Peki neyi ifade eder bütün bunlar?

Tabii ki devrimci durumun olduğunu, dahası yönetilenlerin, yönetenlerden umudunu kestiğini, yönetilenlerin köklü değişiklikler istediği anlamına gelir. Örneğin: Yeniden düzenlenen anayasanın ilgili maddesi gereği 18 yaşını dolduran gençler oy hakkına sahip oldular. Bu durumda 10 milyon gençten sadece 2 milyonu oy kullanabilmek için seçim listelerine kayıtlarını yaptırdılar. Ya geriye kalan 8 milyon genç! Ezici çoğunluğu seçim yoluyla egemenlerin kendi içindeki değişikliklerinden bir şey beklemedikleri için seçim listelerine bile yazılmayı lüks gördüler. Mesela yine 2,5 milyon üyeye sahip İşçi Emeklileri Derneği seçimleri boykot ediyor. Aileleriyle birlikte bu sayı düşünüldüğünde boykot bilinci 10 milyona ulaşıyor sadece bu kesimde. İşte bir başka çarpıcı örnek: Bilindiği gibi kamuoyu araştırma sonuçlarının kamuoyuna açıklanması yasaklandı. Ancak bu yasak, sadece bir konuda hem de devletin Cumhurbaşkanı tarafından deliniyor. Cumhurbaşkanının yasağa rağmen 'yapılan kamuoyu sonuçlarının seçime katılımın yüksek olacağı' yönündeki açıklamaları tamamen kitlelerdeki boykot bilincini hedefliyor. Bu bilincin daha da yaygınlaşmasını önlemeyi amaçlıyor. Örneklerden de anlaşılacağı gibi, kitleler düzenden ve düzen içi çözüm(!)lerden umutlu değiller." (Partizan Sesi, Sayı 30, sf. 5).

Eğer kitleler; Alişan Yaşar'ın ya da Partizan Sesi'nin dediği düzeyde "düzenden ve düzen içi çözümlerden" umudunu kesmiş olsaydı, eğer denildiği gibi, bir devrimci durum olsaydı, eğer "8 milyon genç", "aileleriyle birlikte 10 milyon emekli" boykot gibi devrimci saldırı taktiklerini kullanacak politik bilinç ve örgütlülük düzeyine sahip olsaydı, devrimci örgütlerin yayın organları en kabadayısından binlerle sayılmazdı, hiç değilse harekete geçirdikleri kitleler onbinler ve yüzbinlerle ölçülürdü. Oysa ne gariptir ki, hala devrimci örgütlerin pek çoğu bırakın kitleselleşmeyi, büyüyememe krizi yaşıyorlar. Bırakın 8 milyon genci boykotçular listesine yazmayı, yüksek öğrenim gençliğinin tırmanışa geçen kitle hareketi bile henüz binlerle ölçülüyor.

Kayıt yaptırmayan 8 milyon civarında gencin "ezici çoğunluğu seçim yoluyla egemenlerin kendi içindeki değişikliğinden bir şey beklemediği için seçim listelerine bile yazılmayı lüks gördüler" şeklindeki analizin, gençliğin gerçekliğinden ziyade arkadaşların politik subjektivizmini yansıttığını vurgulamalıyız. İhtiyatlı bir yaklaşımla bu gençlerin ezici bir çoğunluğu halen depolitizasyonu aşabilmiş değildir. Politikaya ilgisiz bir kitledir. İşçi Emeklileri Derneği'nin "2,5 milyon üyeye sahip olduğu" kanıtlanamaz bilgi ve iddiasının gerçek dışılığı bir yana, bu "bilgiden" kalkıp, "aileleriyle birlikte bu sayı düşünüldüğünde boykot bilinci 10 milyona ulaşıyor, sadece bu kesimde" yolunda analiz yapma, arkadaşların içerisine yuvarlandıkları yüzeysellik, keyfilik ve subjektivizmin derinliğini ve boyutlarını göstermesi bakımından ibret vericidir. Toplumsal siyasal gerçeklerle ileri sürülen "aktif boykot taktiğine", "inandırıcılık" kazandıracak şekilde oynamak, gülünç analiz ve yorumlar yapmak; sorumlu devrimci bir önderliğin tarzı olamaz.

Fakat bir de Partizan Sesi'nin seçim sonuçlarını yansıtan rakamlara getirdiği yorum ve analizlere bakmakta yarar var: ½öyle yazıyor Ali Yaşar:

"Düşünün! Kayıtlı seçmenlerin bütün baskı, tehdit ve maddi cezalara rağmen 5.054.412'si sandık başına bile gitmeyi gerekli görmüyor. Bunun yanısıra, 976.476'sı ise, boş oy kullanmayı tercih ediyor. Yani toplam seçmen sayısı olan 34.155.881 kişiden, 6.028.888'i egemen sınıf partileri bir yana; Blokçularıyla, Girişimcileriyle, 19 Mayıs ruhcularıyla, bağımsız adaylarıyla, blok içinde sadece demokratları destekleme gibi ucube politikalarıyla sol adına seçime katılmışları dahi umut olarak görmemiştir. Ayrıca, 6.028.888 oranı, seçimden birinci parti olarak çıkan RP'nin 6.012.450 olan oylarından bile fazladır. Dolayısıyla boykot, halkın en çok teveccüh ettiği seçenek olmuştur.

"Kuşkusuz 6 milyonluk bu oranın tümünün KP'nin veya diğer devrimcilerin boykot çağrısının etkisi altında kaldıkları iddia edilemez. Hatta daha objektif sonuçlara varabilmek için bu oranın çoğunluğu devlete, o veya bu biçimde olan çelişkisi sonucunda oy kullanmamayı doğru bulmuştur. Ama her halükarda, bu kesim, düzenden umudunu kesmiş ve devrimin sosyal tabanını oluşturan dinamikler olarak ortaya çıkmıştır.

"Keza bu kesimin küçük bir kısmının herhangi bir nedenle oy kullanmamasını kenar notu olarak düşerken, gerisinin ise boykot politikasının direkt etkilediği kesimler olarak görmesi gerekir." (Partizan Sesi, Sayı 33, sf. 5)

Bir başyazıda ise şöyle deniyor:

"…Dolayısıyla toplam 6.144.265 oy kullanmama potasında buluşmuştur. Kuşkusuz bunların bir kısmı zorunlu göç nedeniyle oy kullanamazken, bir kısmının da yukarıdaki nedenin dışında herhangi bir sebeple kullanmadıklarını veya kullanamadıklarını var sayarsak bile, 6.144.265'in ezici çoğunluğunun oy kullanmamasının esas nedeni egemen sınıflara karşı tepkileridir. Yani, boykot etmeleridir.

"…Kuşkusuz sandığa gitmeyerek protesto ile tepkilerini belirten halkın bu radikal kesiminin tavırlarının değişik biçimlerde etkilenmesi vardır. Bir kısmı, öncünün ve diğer bazı devrimci örgütlerin boykot çağrılarından etkilenirken, diğer bir kısmı ise (hatta çoğunluk diyebiliriz bu kesime) kendi yaşam pratiklerinden çıkardıkları deneyimin etkisi ile böyle bir olumlu sonuca ulaşmışlardır." (Partizan Sesi, Sayı. 32, Sf. 3)

"Düşünüyoruz" Ali Yaşar arkadaş. Analizlerinizin bir an için, ama yalnızca bir an için doğru olduğunu varsayalım. Bu durumda, sizin dediğiniz gibi 6.028.888 rakamının (sandık başına gitmeyen ve geçerli oy kullanmayan –çünkü şu 976.476 oyun ne kadarının boş, ne kadarının geçersiz olduğunu söyleyebilir misiniz? Bu oyların ne kadarının bilinçli bir protesto için seçmenlerce geçersizleştirildiği, ne kadarının seçmenin oy kullanmasını bilmemesinden kaynaklandığının bilinmesi imkansızdır. Ama yine de hemen her seçimde üç aşağı beş yukarı böyle bir "boş" değil, "geçersiz oy" sayısı çıkmasını dikkate almamızda yarar var–) 28.126.993 rakamından daha küçük olduğunu, "dolayısıyla boykot, halkın en çok teveccüh ettiği seçenek"tir yolundaki değerlendirmelerin bütünüyle boş ve geçersiz olduğu açıktır.

HADEP'e verilen oyların ayrıca analizi gerekmekle birlikte, çok açıktır ki, RP'ye verilen oylar dahil, faşist, muhafazakar, sosyal demokrat vb. partilere verilen ve geçerli oyların %95'ini oluşturan oylar düzen içi niteliktedir. Halkın düzenden ve siyasal rejimden uzaklaşmakta olmakla birlikte henüz, düzen partilerinden kopamadığını ve fakat oyların düzen partileri arasındaki parçalanmışlığının ise, herhangi bir düzen partisinin çok büyük yığınları (örneğin '77 seçimlerinde CHP'nin %42 civarında oy alması gibi) birleştiren bir seçenek-umut olmadığını sergiler.

976.476 "geçersiz oy" sayısının karşısına küçük bir eşit işareti koyarak "boş oy" olarak sunmak, böyle nitelemek, analistimizin okurlarına karşı pek de sorumlu olmadığını gösterir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bu oyların ne kadarının "boş" ne kadarının "geçersiz" olduğuna dair hiçbir istatistik söz konusu değildir.

Sandık başına gitmeyen 5 milyon civarındaki kayıtlı seçmene gelince, bunların "küçük bir kısmının herhangi bir nedenle oy kullanmamasını" bir "kenar notu olarak" düşüp, "gerisinin ise boykot politikasının direkt etkilendiği kesimler olarak görülmesi gerek"tiği de çok aşırı bir subjektivizm örneğidir. Nedir bu "analizin" verileri? Nesnel olarak denetlenebilir hangi olgularla doğrulanabilir bu? İhmal edilebilir "küçük bir kısmı" hariç "gerisini ise boykot politikasının direkt (yanlış anlamadınız "direkt" yani; dolaysız) etkilediği", Alişan Yaşar ve biraz daha farklı şeyler söylemekle birlikte Partizan Sesi'nin toplumsal ve politik gerçeklerden ne denli uzak bir dünyada yaşadığını gösterir. Biz, bu 5 milyon civarında sandık başına gitmeyen seçmenin çok ihtiyatlı bir şey söylemek gerekirse hiç değilse çok anlamlı bir bölümünün 12 Eylül döneminin şiddetli depolitizasyon politikalarının etkisi altında olduğunu, politik duyarsızlığı ve ilgisizliği nedeniyle sandık başına gitmediğini söyleyeceğiz. Bunu nereden mi çıkarıyoruz: Kitle hareketinin genel durumunu yansıtan verilerin genel tablosundan. Çünkü herhalde örneğin bu kadar geniş bir kitle boykot politikasından "direkt" etkilenmiş olsaydı, boykot politikasını uygulayan güçlerin seçim döneminde ya da öncesinde düzenlediği protesto ve gösterilere yüzler, binler değil de onbinler ve yüzbinler katılırdı vb. Kürdistan kırından ve kentlerinden göçertilen büyük yığınların da, sandık başına gitme olanağının elinden alındığını ve bu rakamın önemli bir kesimini oluşturduğunu hatırlatmak isteriz. Çünkü yurtsever yığınlar boykotu değil, HADEP'e oy verme tavrını sergilemiştir.

Partizan Sesi 24 Aralık seçimine katılma üzerine kurulu bir hareket planının "egemenlere meşruluk silahını bahşedeceğini" ileri sürerek, bunu "aktif boykot taktiğinin" bir başka gerekçesi yapıyor. Örneğin Alişan Yaşar şöyle yazıyor:

"Oysa, ortalama bir zekaya sahip (komünist veya devrimci olmayı bir yana bırakın) sıradan bir demokratın bile kestirebileceği gibi, faşizmin hüküm sürdüğü Türkiye gibi ülkelerde, bir avuç komprador burjuva ve toprak ağaları dışında hiçbir sınıf ve tabakaya bunların parti biçiminde örgütlenmiş temsilcilerine demokratik bir seçim sunulamaz. Sadece demokratik bir seçim sunulmamakla da yetinilmez. Baskı uygulanır, kendi egemenlik alanları dahilinde olan (medya vb.) her türlü aracın kapısı kapatılır. Bunlar bilindiği halde bir yandan seçime katılarak egemenlere meşruluk silahı bahşedilecek (abç) öte yandan da seçim sisteminden, medyanın ve diğer olanakların kapılarının kapalı olmasından, baskı ve devlet teröründen şikayet edilerek, sonuçtaki başarısızlığın nedenleri olarak bunlar gösterilecek." (Partizan Sesi, sayı 33, sf 5)

Seçimlere katılan yurtsever bir partinin –ya da varsa ilerici, devrimci parti ve güçlerin– seçimlerin eşit koşullar altında yapılmadığını, düzen partileri, egemen sınıfların ve devletin sayısız büyük olanaklarından yararlanırken kendilerinin sayısız kısıtlama, baskı ve saldırıyla karşılaştığını, tarafsız vb. olduğunu iddia eden burjuva medyanın düzen partilerinin hizmetinde olduğunu ama muhalif ya da düzen karşıtı güçleri boğmaya çalıştığı vb. teşhir etmekten daha doğal bir şey olamaz. Bu eşitsizliğin, seçim sisteminin demokratik olmayan yapısının, eşitsiz olanakların ve koşulların sonuçlar üzerinde etkide bulunacağı söz götürmez bir gerçektir. Komünistler, devrimci, ilerici ve yurtsever güçler seçimlere katılmaya dayalı bir taktiği bütün bunları bilerek izlerler. Eğer beklediğiniz, elde edebileceğiniz sonuçları elde edemediyseniz; şunları çok somut olarak değerlendirmeniz gerekir, ilkin beklentileriniz gerçek duruma ne kadar uygundur, subjektivizme düştünüz mü;  ikinci olarak kendinizden kaynaklı kusur ve zaafların öngördüğünüz sonuçları elde etmede etkisi ne oldu ve son olarak bu eşitsiz koşulların, baskı ve saldırıların, seçim sisteminin antidemokratik yapısının ne denli etkili olduğu. Bütün bunları değerlendirmeniz gerekir. Fakat her halükarda, yani bütünüyle demokratik bir seçim sistemi ve özgür bir ortam olduğunu varsaydığınız durumda bile, yani en saf burjuva demokrasilerinde bile, komünist ve devrimci parti ve güçler için seçimler daima eşitsiz koşullar altında cereyan eder. Çünkü en safı dahil burjuva demokrasisi, eşit olmayanların eşitliği gibi tamamen biçimsel bir eşitlik vaaz eder. Bütün toplantı salonları, kağıt stokları, matbaalar, günlük gazeteler, tv ve radyo kanalları, medya kısaca, sınırsız propaganda, ajitasyon ve örgütlenme olanaklarına sahip burjuva partilere karşı komünist ve devrimci örgütler seçimlerde çok kısıtlı olanaklarla savaşmak durumundadır. Koşulların eşitsizliği, seçim sisteminin antidemokratik ve adaletsiz yapısı hemen ve doğrudan seçimlere katılmamanın ve boykotun bir gerekçesi yapılamaz. Yaparsanız taktik yeteneğiniz zaafa uğrar.

Bütün bunların ışığında meşruiyet sorununa gelince, bu konu politik kuvvet ilişkilerinden kopartılarak düşünülemez. Seçimlerle bütün nüfus ve bütün sınıflar ilgilidir, tabii bütün parti ve örgütler de. Parlamentarizm tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur. Fakat siyasal olarak durum nedir? Kurulu işbirlikçi kapitalist düzen bir yana, büyük yığınlar, nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı, emekçi memurlar, kır ve kent yoksulları, kır ve kentin küçük burjuva yığınları, gençlik, aydınlar vb. için mevcut faşist rejim siyasal ömrünü doldurup onların gözünde politik olarak tükenmiş midir? Aynı şey faşist rejimin ayıbını örten asma yaprağı olan, ya da demokratik bir görüntü kazandıran, seçimler, parlamento vb. için de geçerlidir. Komünist ve devrimcilerin etkisinin binlerle, hadi subjektivizmi göze alalım onbinlerle sayılan politik etki gücünün, kayıtlı seçmen sayısının 40 milyona ulaştığı bir ülkede, bahse konu meşruiyet tartışması bakımından politik olarak önemli bir etken olamayacağı açıktır.

Kürdistan'da büyük kitleleri etkisi altına almış bulunan yurtsever hareketin, geliştireceği tutumun anlamlı bir etkisinin olacağı ve olduğu açıktır. Kabul edersiniz ya da etmezsiniz, isterseniz görür, isterseniz şu veya bu nedenle görmezden gelirsiniz, gerçek şudur ki, 24 Aralık seçimi Kürdistan'da bir nevi referandum olmuş, halk kitleleri, mevcut siyasal rejimden siyasal olarak koptuğunu ortaya koymuştur. Üzerine az ya da çok konuşulmasından, yazılıp çizilmemesinden ayrı olarak, 24 Aralık seçimleri Kürdistan'da rejimin meşruiyetinin tartışmalı olduğunu ortaya koymuştur. %40-50 oranında seçimlere katılma düzeyini yakalayan ve aşan, sandık başına gitmeme eyleminin de aynı etkiyi yapabileceği vb. tartışılabilir. Fakat buradaki siyasal meşruiyet tartışmasında asıl olan kuvvet ilişkileridir. ½unu vurgulamakla yetineceğiz ki, Kürdistan'da seçimlerin sonuçları –rejimin meşruiyetine hizmet etmemiş; tam tersi bir etki yapmıştır– HADEP'in Kürdistan'da elde ettiği sonuçların Partizan Sesi tarafından analiz konusu yapılmaması bir tesadüf müdür? Biz pek öyle olduğunu sanmıyoruz. ½unu söylemekle yetineceğiz, politik ve toplumsal gerçekler; siz üzerinde durmadınız ve görmezden geldiniz diye herhalde değişmeyecektir. Doğal olarak gerçekler inatçı şeylerdir, söz ve yazıdan daima daha güçlüdürler.

Kürdistan'da faşist sömürgeciliğin çılgınca sürdürdüğü kirli savaş koşulları altında yığınların sandığa yansıyan pratik iradesi üzerinde de boykot taktiğinin nasıl bir sınavdan geçtiği düşünülmelidir. Herhalde "Aktif boykot taktiği"nin yığınların durumunun devrimci bakımdan en ileri olduğu alanda en fazla yankıyı bulacağı düşüncesi üzerinde birleşilebilir. Yani "aktif boykot" planının en fazla halihazırda ulusal kurtuluşçu bir devrim yaşanmakta olan Kürdistan'da destek bulması anlaşılır bir şeydir. Çünkü kitlelerin bugün devletten, faşist sömürgeci rejimden en uzak olduğu, en fazla "koptuğu" alan Kürdistan'dır. Fakat her nasılsa "aktif boykot" planı burada da politik bakımdan anlamlı, olumlu bir tepki almamıştır. Politik bilinç ve duyarlılığın en yüksek olduğu, yığınlar arasında da "boykot planı" sınıfta kalmıştır.

Batı'ya gelince, seçimler, ilkin, Batı'da yurtsever hareketin etkisi altındaki Kürt nüfus ile HADEP'in güçlü, etkileyici ve sürükleyici bağlar kuramadığını, yalnızca ulusal sorun ve barış temelinde yükselen politikalarla bu kitlenin kazanılamayacağını göstermiştir. İkinci olarak, Batı'da, komünist, devrimci ve antifaşist ilerici güçlerin yığınlar içinde henüz genel gelişmeleri etkileyebilecek, genel politik gidişat üzerinde etkide bulunabilecek, oya da dönüşebilen anlamlı bir politik güç oluşturamadığını göstermiştir. Bütün bunlar, 24 Aralık seçimlerinde egemenlerin "seçim oyununu bozma" politik amacının Batı için ne kadar aşırı subjektif, siyasal ve toplumsal gerçeklerden fersah fersah uzak bir hedef olduğunu gösterir. Keza, "mükemmel bir devrimci durumun" olduğu, vb. yollu değerlendirmelerin, siyasal ve toplumsal gerçekleri bilimin gözüyle değil de, gönül gözüyle gördüğünüzü yansıtır.

Taktik Adına Reçetecilik Ya Da Şablonculuk

Partizan Sesi, "aktif boykot taktiğini" formüle etmeden önce, seçimlere karşı tavrın ne zaman "olumsuz olma"yacağı ve ne zaman boykot olacağını şöyle açıklıyor:

"…Çünkü eğer, devrimci durum geriliyor, varlığı ile yokluğu belli değilse, toplumsal muhalefet yoksa veya çok cılızsa, devrim dalgası en alt perdede seyrediyor, devrimci hareketler yenilgi durumunu anımsatır bir geriye çekiliş halindelerse, bu durumda, parlamento seçimlerine karşı tavır olumsuz olmaz. Ancak durum tam tersi ise, alınacak tavır da aynı paralelde olur.

"Yani, devrimci durum varsa, dolayısıyla ciddi bir devrimci muhalefet söz konusu olur. Ve en önemlisi de bu toplumsal muhalefeti örgütleyecek, siyasal iktidar mücadelesine yöneltecek devrimci hareketler aktif bir mücadele içinde iseler, belki de daha da önemlisi, geniş halk kesimleri düzen partilerinden umutlarını kesmişlerse, işte bu şartlarda devrimcilerin yapması gereken kitleleri parlamentoya yöneltmek değil, tam tersi boykot ettirmek ve siyasal iktidarı hedefleyen aktif mücadeleye davet edip egemen sınıfların seçim oyunlarını bozmaktır." (Partizan Sesi, Sayı 30, sf. 4)

Partizan Sesi'nin taktik bir soruna ne kadar basma kalıp ve reçeteci yaklaştığını yukarıdaki iki pasaj yeterince gösteriyor. Taktik sorunlar söz konusu olduğunda komünist ya da devrimci bir akımın gelecekte hangi durumda ne yapacağının önceden reçetesini yapmaya çalışması kadar mekanik bir yaklaşım olamaz. Bu taktik yeteneğinin büyük ölçüde kaybedilmesidir.

Parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanma, parlamentoda devrimci bir kürsü yaratarak, buradan düzeni ve rejimi teşhir etme, keza aynı şekilde bütün güncel biçimleriyle parlamento dışında yığınların savaşımını desteklemek vb. için seçimlere katılma taktikleri, durgunluk, geri çekilme ve yenilgi süreçlerinde olduğu kadar, devrimci bir yükseliş ve devrimci durum koşullarında da gündeme getirilebilir. Bu bir ölçüde boykot taktikleri içinde geçerli olmakla birlikte, aktif boykot taktiği egemen sınıfların iktidarına karşı açık ve dolaysız bir saldırı olarak, bu niteliğine uygun politik koşullarda gündeme gelir. Burada boykot ve seçimlere katılmanın, Partizan Sesi'nin ileri sürdüğü şablonun iki bacağına da aykırı iki örnek vereceğiz bolşeviklerin deneyiminden:

İlki, 1905 devriminin yenilgisinden sonra, 1906'da bolşeviklerin Duma seçimlerini boykot etmesidir. Boykot taktiğine 1905 devriminin yenilgisinin hemen ardından yüklenen rol ve görev, devrimin yeniden toparlanıp yeni bir saldırıya geçme şansının olup olmadığını açığa çıkartmaktır. Kelimenin tam anlamıyla aktif bir boykottur, dolaysız biçimde iktidar savaşımına girmektir.

İkincisi, 1918 ocağında bolşeviklerin ve sovyetlerin yönetimi altında Kurucu Meclis  –burjuva parlamento– seçimlerine izin verilmesidir. Tabii bolşevikler de seçimlere katılmışlardır. Özellikle 1917 Ekim Devrimi'nin ilan ettiği "Halkın Hakları" bildirgesini –ilk sosyalist anayasadır bu– reddeden Kurucu Meclis'in dağıtılmasını kararlaştırmışlardır. Bolşeviklerin, Kurucu Meclis'in toplanmasına izin vermesi taktiği, bu kurumun tamamen sömürücü sınıflardan yana niteliğini yığınlar özellikle köylülük nezdinde açığa çıkarmak olmuştur. Bolşevik vekiller tarafından meclise önerilen Halkın Hakları Bildirgesi'nin reddedilmesi, en geniş yığınlar nezdinde bu kurumun politik olarak ömrünü doldurmasını getirmiştir.

Seçimler ve parlamento karşısında izlenecek taktik tutumda bize, Lenin'in taktik yaklaşımları "ulusal" ve uluslararası devrimci deneyimler yol göstermektedir. Eğer en gericisinden en demokratiğine burjuva parlamentolar sınıf mücadelesinin bir aracıysa; bir arenasıysa ve eğer siz bu gerici kurumu dağıtabilecek güç ve hazırlığa sahip değilseniz ve eğer bu kuruma temsilci gönderebilecek gücünüz varsa, devrimci dalganın ilerlediği ya da gerilediği koşullarda, devrimci amaçlarla yararlanmak için bu kuruma kendi vekillerinizi gönderirsiniz. Böylece, bütün biçimleriyle temel aldığınız parlamento dışı mücadele biçimlerini, parlamenter mücadele taktikleriyle besler, güçlendirir bu gerici kurumu içeriden de dağıtmaya çalışırsınız. Asıl ve temel olan şudur; tarihsel bakımdan ömrünü dolduran burjuva parlamentolar gibi gerici kurumların tasfiyesi, yani bu kurumlardan başlayarak egemen sınıfların iktidarına karşı dolaysız bir saldırının yürütülmesi anlamına gelen aktif boykot taktiği, ancak bu kurumların politik bakımdan eskidiği, ömrünü doldurduğu koşullar altında olanaklıdır. Evet, TBMM son yıllarda hızla bir itibar kaybına uğrayarak politik bakımdan hızlanan bir ivmeyle eskimektedir. Savurdukları öfkeli hakaretlere karşın büyük yığınlar hala TBMM'nin kendileri için bir şeyler yapabileceğini sanıyor. Örneğin, bugünkü koşullar altında, mevcut TBMM'de komünist ya da devrimci veya komünistler, devrimci, yurtsever ve ilerici güçlerden oluşan bir grubun varlığı, bu kurumun faşist rejimin ayıbını örten bir asma yaprağı olduğunun işçi sınıfına, kır ve kent yoksullarına, kadınlara, emekçi memurlara, gençliğe, dinsel ve ulusal topluluklara, Kürt ulusuna karşı sayısız dolaplar çevirdiğinin, faşist rejimin, emperyalizmin ve işbirlikçi egemen sınıfların hizmetinde olduğunun geniş yığınlara gösterilmesi, politik olarak eskitilmesi ve ölüm sürecinin hızlandırılması, keza parlamento dışında süren belirleyici devrimci yığın savaşımının geliştirilmesi çalışmasına önemli katkılarda bulunabileceği inkar edilebilir mi? Oysa TBMM'ye bir tek vekil bile sokamamaları komünist ve devrimci hareketlerin politik güçlerinin sınırlılığını/zayıflığını yansıtır. Bu gerçeği kabul etmemek kime ne kazandırır, devrim yangınının büyütülmesine ne gibi katkısı olabilir ki?

Marksist leninist komünistlerin, 24 aralık seçimleri için belirlediği siyasal amaçlar şunlardır:

1) Seçimler döneminde yürütülecek ajitasyon, propaganda ve örgütlenme çalışmasıyla ve seçimlerle elde edilecek sonuçlarla faşist diktatörlüğe karşı yığınların özgürlük savaşımına güç ve itilim kazandırmak.

2) Seçimler döneminin ortamından ve yığınların politikaya artan duyarlılığından yararlanarak, marksist leninist komünistlerin programını, özel olarak sosyalizmin ve işçi emekçi sovyetleri iktidarının propagandasını en geniş yığınlara götürmek.

3) Marksist leninist komünist partinin çeperindeki güçlerin örgütlülük düzeyini ve politik aktivitesini yükseltmek.

Çok açıktır ki, son iki politik hedef, öncü partinin kendisiyle ilgilidir. Mevcut siyasal koşullar altında, yığınların özgürlük mücadelesi bakımından özgül politik önem ve ağırlığı belirleyici olan birinci amaçtır. Devrim yangınını büyütmek için antifaşist kitle hareketini güçlendirmek.

Ancak, öncünün -öncülerin– kendi güçlerini kucaklayabilecek ve hatta, bugün için devrimci öncülerin etki alanı içerisindeki güçleri bile kucaklama, harekete geçirip seferber etme yeteneği olmayan boykot taktiğinin (isterse seçimlere katılıp boş oy kullanma olsun) söz konusu politik amaçlara ulaşmaya uygun düşmediği ayan beyan ortadadır.

Kürdistan'da hala varlığını koruyan ulusal kurtuluşçu devrim gerçeği bir yana konsa bile, su götürmez bir gerçektir ki, Batı'da antifaşist hareketin kitle gücünün çok önemli bir bölümünü Kürt yurtseverlerinin politik ve ideolojik etkisi altındaki Kürt emekçileri oluşturuyor. Bu gerçeği hesaba katmayan, temel bir unsur olarak almayan her taktik hareket planı çok önemli bir eksik taşımaktadır. Diğer bir anlatımla topaldır.

Burada aynı sorunun konuluşu bakımından ve marksist leninist komünistlerin bugün bütün taktik sorunları çözümlemesinde yol gösterici olan strateji, birleşik bir devrimin olanaklı olduğu, bu olanağı gerçeğe dönüştürmek için Batı'da ikinci devrimci cephenin geliştirilmesine yüklenmenin en yaşamsal sorunu oluşturduğudur. Bundan çıkan sonuç şudur ki, Batı'da komünist ve devrimci hareketin bütün taktik planları, kesinkes, Batı'daki devrimci hareket ile, Doğu'daki ulusal kurtuluşçu devrim arasında ve de özellikle ulusal kurtuluşçu hareketin kitle tabanıyla, bağları korumayı, geliştirip güçlendirmeyi hesaplamak ve hedeflemek zorunludur.

Marksist leninist komünistler en başta burada değinilen unsurlar gelmek üzere, diğer etkenleri gözönünde tutarak, komünist, devrimci ve yurtsever güçlerin şu veya bu biçimde oluşturacağı bir blok veya cephe ile seçimlere katılmayı kapsayan bir hareket planının yukarıda formüle edilen somut siyasi amaçların gerçekleştirilmesine denk düştüğü sonucuna ulaşmıştır. Bu plan devrim yangınını büyütmek, hareketin kitle tabanını genişletmek, yığınların düzen partilerinden kopuşunu hızlandırmak için boykotu değil seçimlere katılmayı, aynı şekilde Batı'daki devrimci hareket ile ulusal kurtuluşçu hareket arasındaki bağları, yakınlığı güçlendirmeyi, en azından bir uzaklaşmayı, kopma yönündeki gelişmeyi önlemeyi kapsar. Bu marksist leninist komünistlerin iradesidir; ama başka özneler de vardır. Öznelerin bir ortak irade ve hareket planı oluşturamadıkları yerde doğal olarak herkes kendi hattından yürür. Bağımsız politika genel geçer doğruların, ilkelerin devrimci teorinin saf gerçeklerinin vb. tekrarı, ve de herkesten ayrı durmak vb. değildir.

Bütün bunlardan şu sonuçlar çıkar:

"Egemenlerin 24 Aralık seçim oyununu bozmak", devrimci kuvvetlerin mevcut durumuna uygun düşmeyen bir siyasal amaçtır ve gerçekleştirilmesi olanaksızdır.

Mevcut siyasal koşullar altında bu subjektif, hayali siyasal amacı gerçekleştirmek için öngörülen boykot planı, devrimin gelişmesinin bugünkü siyasi ve örgütel ihtiyaçlarına yanıt vermeyen, yığınların örgütlenmesini ve devrimci eylemini geliştirip büyütme yeteneğinden yoksun, devrimci öncüyü yığınlardan koparan sekter bir politikadır.

Üçüncü olarak, marksist leninist komünistlerin boykot planı üzerinde, bu planı öngören devrimci güçlerle kapsamlı bir devrimci güçbirliği yapması olanaksızdır. "Kapsamlı bir işbirliği olanaksızdır" fakat, örneğin MHP'yi hedefleyen vs. ortak eylemler gerçekleştirilebilirdi ve gerçekleştirilmeliydi.

Son olarak, mevcut koşullarda boykot taktiği ulusal hareketin tabanını oluşturan Kürt emekçi yığınlarıyla bağ kurulması veya geliştirilip güçlendirilmesi gibi bir görevi gözetmediği gibi, nesnel olarak mesafeyi açmaktadır.

İttifaklar

Kürt yurtseverleriyle ittifak arayışımız Kurtuluş ve Partizan Sesi'nin sert eleştiri ve hucümlarına uğradı.

Kurtuluş, bizi, PKK'nin "ideolojik ve politik yaklaşımlarını", "reformist, düzen içi çözümler" arayışını anlayamamakla vb. eleştirmekedir. PKK'ye ilişkin değelendirmelerimizin farklı olduğu biliniyor. Fakat, 24 Aralık seçim taktiği bakımından önemli olan veya birincil noktayı oluşturan PKK değerlendirmesi ve PKK'nin kimlerle ittifak arayışı içerisinde olduğu değildir. Burada aydınlatılması gereken sorun; yurtsever hareketin etkisi altındaki yığınlarla, komünist ve devimci hareketin yakınlık kurmasının, bağları güçlendirmesinin hangi politikalarla sağlanabileceği sorunudur. Birleşik devrim olanağını gerçeğe dönüştürmenin, Doğu'daki ulusal kurtuluşçu harekete katılan, destekleyen yığınlarla, Batı'da faşist diktatörlüğe karşı özgürlük savaşımına katılan yığınlar arasındaki devrimci köprünün, bağın, hareket birliğinin güçlendirilmesini hedefleyen politikalar izlemek, devrimci önderlik iddiasının gereğidir. İlkin, Kurtuluş ve Partizan Sesi tarafından bunun anlaşılmadığını vurgulamalıyız. Esasen, Partizan Sesi'nin bunu anlaması da oldukça güçtür.

İkinci olarak, radikal Kürt yurtseverleri, reformist parlamentarist güçlerle ittifaka yöneldiğine ve bu ittfak reformist bir zemin/platform üzerinde, barış talebi ekseninde kurulduğunda düşünce birliği içinde olduğumuza göre; a) Hangi politikalar PKK'yi komünist ve devrimci güçlerle ittifaka zorlayabilir ve böyle bir politika devrimci bakımdan doğru mudur; ve b) PKK buna yönelmemede ısrar ettiği durumda yine hangi politikalar ulusal kurtuluşçu harekete katılan yığınların reformcu, barışçı vb. değil de devrimci bir yönde ilerlemesini kolaylaştırıp, yardımcı olabilir?

Çok açık olarak, komünist ve devrimci güçler şunu kabul etmek zorundadır; PKK'nin faşist diktatörlükle uzlaşmaya kapıyı açık tutmasında, bu yönde arayışlar içiresinde olmasında Batı'da devrimci hareketin zayıf olması çok önemli ve belirleyici temel etmenlerden birisidir. Burada komünist ve devrimci güçlerin de çok önemli sorumluluklarının olduğu muhakkak kabul edilmelidir.

Yukarıdaki sorunların marksist leninist komünistlerin pratiğinde tuttuğu anlamı özetleyelim:

Kürt yurtseverleriyle ideolojik mücadele özellikle hareketin etkisi altındaki işçi, emekçi, genç vb. yığınlar için anlaşılır olabilecek tarzda yürütülmelidir. Ancak ideolojik mücadelenin uzlaşmacı, reformist vb. yönelimleri önlemeye yetmeyeceği, konunun esasının kuvvetler arasındaki ilişki ve kuvvetlerin hareket tarzıyla ilgili olduğu, yani siyasal bir sorun olduğu herkes için açık olmalıdır. Yani önemli olan reformist, uzlaşmacı vb. yönelimleri bozacak bir hareket planının geliştirilmesidir.

Marksist leninist komünist partinin Batı'da ikinci cephenin geliştirilmesine kilitlendiği açıktır. Faşist diktatörlüğün şimdilik cephe gerisi olan Batı'da devrimci hareketin gelişip büyümesi, Batı'nın özgürlük mücadelesinin esas ve tayin edici cephesi haline gelmesini sağlayacaktır.

Eğer ulusal hareketi diktatörlükle uzlaşmaya ve reformizme açık görüyorsanız ki öyledir, bu tehlikeyi ancak bu yoldan, yani Batı'da ikinci cepheyi geliştirme, işçi sınıfı ve emekçi yığınların özgürlük savaşımını devrimci bir çizgide yükseltme temelinde bertaraf edebilirsiniz. Öznel faktörler bir yana, ama ulusul kurtuluşçu hareketin sömürgeci faşist rejim tarafından bunaltıldığını da kabul etmek zorundasınız.

Biz ulusal kurtuluşçu hareketin pragmatik, zikzaklı bir politika izlemesinde, uzlaşma ve reformizme açık olmasında anlaşılmaz ve şaşırtıcı bir yan görmüyoruz. Bunlar eşyanın tabiatına uygundur. Ulusal hareketlerin siyasal karakterine aykırı bir yön taşımamaktadır.

Kuşkusuz yurtsever hareketin parlamentarist, reformist, yasalcı güçlerle blok ve cephe oluşturması, bunların devrimci hareketten daha güçlü olmasına değil, söz konusu çevrelerin barış politikası ve uzlaşma eğilimine politik nitelik olarak uygun düşmesine dayanmaktadır. Platformu reformist, parlamentarist, yasalcı ve uzlaşmacı olmasına karşın, bu blok ve cephenin antifaşist, ırkçılığa ve sömürgeciliğe karşı ve keza, reformist olmasına karşın, örneğin İP gibi devrim karşıtı olmadığını vb. hesaba katmamız gerekir.

Komünistlerin ve devrimcilerin bu reformist bloka ve cepheye karşı mücadele görevi var mıdır? Bundan kuşku duyulabilir mi? Bu cephenin uzlaşmacı, reformist vb. niteliği teşhir edilmek zorundadır. Ama, ihmal edilmez bu görev, bu cepheyle sokağın güçlenmesine hizmet edecek eylem birliklerini, yığınların faşist diktatörlüğe karşı harekete geçmesine yardımcı olan, hizmet eden vb. etkinliklerini desteklemeyi dışlar mı?  Bizce dışlamaz. Ama hayır bu cephe hiçbir şekilde sokağın güçlenmesine, yığınların faşist diktatörlüğe karşı harekete geçmesine hizmet edecek, eylem ve etkinliklerde bulunamaz diyorsanız, biz bunun yanlış olduğunu, politik değerlendirme hatası yaptığınızı söyleyeceğiz. Reformizmle savaşımın mutlak gerekli olduğu konusunda hem fikiriz; ama bunun bir tek değişmez taktikle yürütülebileceği yolundaki eğilimleri tamamen yanlış buluyoruz.

Çok açıktır ki, marksist leninist komünistler, faşist diktatörlüğe karşı reformistlerle değil, devrimcilerle bir cephe oluşturmak ve eğer olanaklı olursa, devrim karşıtı olmayan reformist güçleri de bu cephede yer almaya zorlamak istiyorlar. Ama şunu unutmayalım ki, komünist ve devrimci güçlerin yaratmak zorunda oldukları devrimci cephe, özel olarak reformist, uzlaşmacı, barışçı, parlamentarist platforma dayanan, tutarsız ve kararsız antifaşist cepheye karşı değil, faşist diktatörlüğe karşı oluşturulacaktır. Reformistler faşist diktatörlüğe karşı, kendi reformist, barışçı uzlaşmacı vb. cephelerini kuruyorlar. Burada bir terslik yok. Devrimciler de, faşist diktatörlüğü yere sermeyi, özgürlük mücadelesini devrimle taçlandırmayı hedefleyen devrimci bir cephe kurmak zorundadırlar. Devrimci cephenin inşası ve büyümesi, kaçınılmaz olarak reformistlerin cephesini çatlatıp parçalayacaktır. Kaldı ki, devrimcilerin bu yönde taktikler izlemesi tamamen doğru ve gereklidir. Ama bu taktikler duruma göre eylem birliğini ve bunun bir biçimi olarak destek vermeyi de kapsar.

Blok içerisinde niçin yer almadık. Oluşumu sürecinde bulunmadığımız için mi? Oluşumu sürecine katılmadığımız bir blok içinde yer alamayacağımız açıklaması yalnızca bilgilendirme amacı taşımakta ve temel bir yaklaşımımızı vurgulamaktadır. Reformist, uzlaşmacı, parlamentarist vb. bir platforma dayandığı ve barış talebi ekseninde örgütlendiği için blok içerisinde yer almadık, alamazdık da. Bunun, herkesin anlayabileceği yeterli nitelikte açıkladık da. Gerçek bundan ibaretken, blok içerisinde yer almayışımızın nedeni sanki saklı gizli bir şeymiş gibi zorlama "yorum ve analizler" yapmaya çalışmak boş bir uğraştır.

Marksist leninist komünistler, devrimci gelişmenin ihtiyaçlarına uygun olarak belirledikleri, somut siyasal amaçlara bütünüyle uygun düşen bir hareket planı izlemişlerdir. Hareket planının ayrı ayrı, bir biri ile paradoks içerisinde olduğu iddia olunan unsurları belirlenen amaçlara yönelmiştir ve birbirini tamamlamaktadır.

Bağımsız adaylar etrafında yürütülen çalışma, keza blok içerisinde yer alan, doğrudan doğruya desteklediğimiz adaylar etrafında yürütülen çalışmalar, blokun mitinglerine katılışımız ve sonuçta seçimlerin öngününde, bağımsız adayların çekilmeleri ve HADEP'e oy vermeleri çağrımız bütünüyle tutarlıdır. HADEP ve blokun politik niteliğine ilişkin eleştirel açıklamalarımızla da bir uyumsuzluk yoktur. Ancak formel bir yaklaşım içerisinde bulunanlar, bol miktarda paradosk bulabilirler ve buluyorlar.

Doğrudur, başta "destek" bazı adaylar şahsında verilmiştir. Adayların devrimci tutarlılığı nedeniyle bu adaylar etrafında kendi tarzımızda bir seçim çalışması yürüttük. Dolayısıyla böyle bir "desteğin" reformistlerin platformunu güçlendirmesi söz konusu değildir.

Başlangıçta bloka genel bir destek vaad etmediğimiz ve sunmadığımız halde, seçimlere birkaç gün kala açık ve kesin biçimde HADEP'e oy verilmesi çağrısında bulunduk. Sandıkta oyların HADEP'te birleştirilmesi belirlenmiş siyasal amaçlarımızla uyumluydu. Çünkü ilkin, HADEP'e çıkacak oyların politik anlamı ırkçılığı ve faşizmi protesto ve halkların kardeşliğini vurguluyor. Yanlış mı? Evet yanlış mı? HADEP'e verilen oylar, ırkçılığı ve faşizmi protesto niteliği taşımıyor mu? Halkların kardeşliğini vurgulamıyor mu? HADEP'e verilen oyların siyasal analizinden kaçınamazsınız. Böyle bir tartışmaya giren herkes, bu oyların siyasal analizini yapmak, yukarıdaki soruları yanıtlamak zorundadır. Denilebilir ki, peki HADEP'e verilen oylar, reformist cephenin barış politikasını da güçlendirmez mi? Böyle bir rol de oynayacağı, böyle bir "kusurun" var olduğu açıktır. Ama barış politikasının, bugünkü aşamada ve bir yönüyle geçici olarak faşist diktatörlüğü, kirli savaşı ve ırkçılığı teşhir edici bir rol oynadığını reddedebilir misiniz?

İkinci olarak, HADEP'e çıkacak oyların yüksekliği antifaşist yığın hareketine güç ve itilim kazandırabilir, sömürgeci faşist diktatörlüğün saflarında gelişmekte olan demoralizasyonu güçlendirebilirdi. Bunun aksini iddia edebilir misiniz?

Bağımsız adaylara çekilme çağrısının "parlamenter iştah"ımızın kabarmasıyla ilgili olduğuna gelince, bunun basit bir kara çalma ve düzeysiz bir suçlama olduğunu söylemeliyiz. Gocunmak için bir nedenimiz de yok.

Özel Bir Not

Burada muhataplarımızın boykot taktiğinin ilginç bir çelişkisine parmak basmak umuyoruz ki, düşündürücü olabilir. Kurtuluş, Partizan Sesi, Devrimci Emek, Kaldıraç dergilerinin ortaklaşa yayınladıkları "Basına ve Kamuoyuna", "Seçim Çare Değil, Kurtuluş Devrimde" başlıklı ajitasyon bildirisinde, "yoksul Kürt halkına", "işçilere", "öğrencilere", "memurlara", "sandık başına gitmeme", "oy vermeme" çağrısı yapılıyor. Ülkelerimizin nüfusunun hiç değilse %45'inin kırda yaşadığı da dikkate alındığında, bu çağrı metninin, kır proleterleri, yarıproleterleri, yoksul ve küçük köylülüğe, devrimimizin kırdaki toplumsal dayanaklarına seslenmiyor olması dikkat çekici bir durumdur. Dikkat çekicidir. Çünkü bırakınız muhataplarımızın "aktif boykot" kavramıyla tarif edilen, hareket planını kırda pratiğe sokmasını ama henüz çağrılarını bile bu alanlara ulaştıramadığı, devrimci ve komünist hareketin kabul etmekten kaçamayacağı çok açık bir gerçektir. Kaldı ki, bu bakımdan ele aldığınızda, rahatlıkla şehirlerin büyük bölümünde de örgütlü devrimci çalışmanın henüz sözkonusu olmadığı bir gerçektir. Bunlar devrimci ve komünist örgütlenme ve çalışmanın gücüyle ilgili olduğu gibi, yığınların devrimci uyanışıyla da bağlı, gerçeklerdir.

Kuşkusuz ayrı ayrı devrimci örgütlerin politik ve örgütsel hazırlık düzeyinden ayrı olarak, devrimci taktikler yığınların devrimci ilerleyişine, yığınları devrimci mevzilere yerleştirme ve devrimci tarzda harekete sokarak ilerletme görüş açısından kurtulmak zorundadır. Yığınların öncüyü beklemek gibi bir derdi olamaz, öncülük iddiasında olanların yığınların liderliğini yakalamak gibi bir sorunu vardır. Bu bakımdan öncü güçler yığınların durumunun devrimci ilerleyişine yanıt veren taktik hareket planlarını, politikaları, henüz kendileri hazır olmasalar bile ileri sürebilir, kendileri için de politik bir sıçrama öngörebilirler.

Ortak çağrı metninin parmak bastığımız özelliği, devrimin kırlardan şehirlere doğru ilerleyeceğini savunan ve de köylülük içerisindeki çalışmayı esas ve temel alan Partizan Sesi bakımından daha çok ilginç, düşündürücü ve dramatik değil midir?

 

* Burada, geçerken bir dip not olarak Alınteri gazetesinin mevcut siyasi koşullar altında bize çok zorlama görünen sloganla oy kullanma tavrını eleştirmek amacıyla kullandığımız "utangaç boykotçuluk" tanımlamasının, tavrı böyle olmayan Kurtuluş için de kullanılmasının amacımızı aşan düzeltmemiz gereken bir yanılgı olduğunu belirtmeliyiz. 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi