Askerlik Sistemindeki Değişmeler

Türk ordusu Osmanlı’dan günümüze değişimler geçirerek geldi. İçinde bulunduğumuz dönemde bu değişime bir yenisi daha eklenmekte. Ordu ve diğer devlet kuramlarında sınıflar mücadelesi açısından önemli değişimler yaşanmaktadır. Bu süreci tartışanların çoğu, olanları AKP ve generaller arasındaki bir mücadele şeklinde değerlendiriyorlar. Örneğin muhalif kesim AKP’nin, Gülen cemaatinin kendi ordusunu kurmaya çalıştığını, taraftar kesim ve liberaller ise T. Erdoğan ve AKP’nin siyasi sistemi demokratikleştirdiğini iddia ediyorlar. Ordudaki değişimler AKP ile generaller arasındaki bir didişmeden ibaret değildir. Bu değişikliklerin daha temel ve tarihi nedenleri vardır. Bu yazının, konuyu Erdoğan, Gülen - generaller çatışması ekseninden çıkarıp, daha geniş bir çerçeve içinde tartışılmasına yardımcı olacağını umuyoruz.

Bugünkü modern ordunun temelleri II. Mahmut tarafından 1826’da Yeniçeriliğin tasfiyesiyle atıldı.

1908 İkinci Meşrutiyet ordunun gelişiminde de önemli bir aşama oldu. Ordunun gelişiminde her aşama aynı zamanda bir tasfiye demektir. II. Meşrutiyet Abdülhamit’in paşalarını tasfiye ederek, askeri bazı ayrıcalıkları kaldırarak, genç İttihatçı subayları komuta kademelerine getirerek yeni bir ordu yarattı.

Kurtuluş savaşından sonra eski ordu tarihe karıştı ve ulusal temelde yeni bir ordu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusu kuruldu. Önceki ordu imparatorluk ordusuydu. Bu nedenle imparatorluğu ayakta tutacak biçimde örgütlenmiş ve buna göre görevler edinmişti. Bu ordu örneğin Osmanlıya karşı ulusal mücadeleleri bastırabilecek, rakip emperyalist güçlerle, Rus, İngiliz, Fransızlarla savaşacak, muhalif siyasi güçlerin iktidarı ele geçirmelerini engelleyebilecek şekilde biçimlenmişti. Doğal olarak ideolojik biçimlenmesi de buna göreydi; osmanlıcı, islamcı bir ideolojiydi bu.

Cumhuriyet ordusu ise; dağılan imparatorluk ordusunun yerine önce Türkiye sol hareketine ve Kürtlere, sonra Yunanlılara karşı mücadele içinde kurulmuştu ve esas olarak bu bir iç savaş ordusuydu. “Yurtta sulh cihanda sulh” deniliyordu. Bu slogan, emperyalistlerle bir alıp vereceğimiz yok, ülke içinde de kimseye sesini çıkarttırmayacağız, muhalefete izin vermeyeceğiz anlamına geliyordu. Cumhuriyet’in ulusal ordusu, İttihatçı paşaların (Enver Paşa, Cemal Paşa gibilerin yanı sıra Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi ünlüler dahil olmak üzere), subayların ve İttihatçı imparatorluk ideolojisinin tasfiyesi üzerine kurulmuştu.

Ordunun gelişiminde önemli diğer bir aşama İkinci Dünya Savaşı döneminde başladı. Ordu iç savaş ordusu olma özelliğini muhafaza etmekle birlikte, emperyalizme bağımlı ve onun ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde yeniden biçimlendi. Alman ekolünün yerine Amerikan ekolü geldi ve ordu üst kademesi 1950’de Menderes hükümeti tarafından tasfiye edildi. Fakat esas tasfiye 27 Mayıs darbesiyle birlikte geldi. Darbeden sonra 235 general ve amiral, 4 000 civarında subay Amerika’dan alınan parayla ve Amerikalı komutanların bizzat katıldıkları kararlarla tasfiye edildi.(1) Atatürkçülük hem resmi ideoloji olarak, hem de demokratik devrimci muhalefetin sahiplendiği bir ideoloji olarak altın devrini 1960’lı yıllarda yaşadı.

AKP iktidarı ile birlikte yaşananlar bu saydığımız aşamalara, bir yenisini ekliyor görünmektedir. Ordu bir kere daha yeniden biçimlendirilmekte ve her yeni biçimlenmede olduğu gibi yeni bir tasfiye yaşanmaktadır. Bu tasfiye sadece şu an tutuklu bulunan general ve subaylarla sınırlı kalmayacak, büyük bir ihtimalle ordunun tüm komuta kademelerinde bir alt üst oluş yaşanacaktır. Çünkü orduya verilmek istenen yeni biçim göz önüne alındığında, şu an var olan birçok subay, astsubay, general kuru kalabalık durumundadır. Hatta yaratılmak istenen profesyonel ordu asker sayısında da önemli bir düşüşü beraberinde getirecektir.

Hedef, Ücretli Profesyonel Ordu

Ordu egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre biçimlenen, düzenin temel devlet kurumudur. Her toplumsal-ekonomik sistemin kendisine göre bir askerlik sistemi, ordusu vardır. Bu askeri sistem üretici güçlerdeki gelişmeyle ve bu gelişmenin askeri alana da yansımasıyla sürekli olarak değişir. Örneğin köleci bir toplumun ordusuyla, bu ordunun savaş yöntemleriyle, feodal bir toplumun ordusu, savaş yöntemleri arasında önemli farklar vardır.

Kapitalist sistemin ordusunun ayırt edici özellikleri olarak şunlar sayılabilir: Bu ordular ulusal, milli ordulardır. Örneğin feodalizmin değişik aşiretlerden, farklı dini inançlardan, ulus aşamasına henüz erişmemiş değişik halklardan oluşan karma karışık güçlerinin yerini; kabile, aşiret farklarını, hatta dini farkları ortadan kaldırmış ya da bunları ulusal bilincin gerisine itmiş milli ordular alır. Feodalizmdeki gelişigüzel, ihtiyaca göre belirlenen, angarya askerliğin yerini, tüm toplumu kapsayan, süresi, koşulları yasalarla belirlenmiş, “vatani görev” olarak kutsallaştırılmış zorunlu askerlik hizmeti alır.

Kapitalist ordular ekonomik olarak ücretli emeğin sömürülmesine dayanırlar. İşçi sınıfından buraya değer aktarımı esas olarak iki yolla olur: vergi olarak toplanan paralarla askeri aygıt finanse edilir. Bunun yanı sıra ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için doğrudan askeriyeye üretim yapan devlet fabrikaları kurulur.

Kapitalist sistemin ordularında feodal ayrıcalıklar, bunun yanı sıra feodal bağımlılıklar, köylülere yüklenen angaryalar yoktur. Kapitalizmin ordusunda komutanlık, belirli soylu ailelere özgü, ya da devlet yöneticisinin ihsanına bağlı bir iş değildir. Subaylık ücretle, maaşla yapılan, koşulları, hakları yasalarla belirlenen, belli bir eğitimden geçmiş özgür kişilerin bir mesleği haline gelmiştir.

Kapitalist sistemin ordusunun, öncekilerden farkları, bu farkların nedenleri ve bu farkların sınıf mücadelesinin tarihi seyri açısından önemleri ayrı bir yazı konusu olacak kadar geniştir. Örneğin asker ve subayların eğitim sistemindeki değişiklikler, yargılama ve cezalandırma siteminde değişiklikler hatta kılık kıyafet değişiklikleri, yukarıda saydıklarımıza eklenebilir.

Bütün bu değişikliklerin altında egemen sınıf burjuvazinin ihtiyaçları yatar. Ama her ülkenin burjuvazisi, kendine özgü bir tarihi geçmişe sahip olduğu için ve değişik ihtiyaçlarla yüz yüze bulunduğu için, her ülkenin askerlik sistemi diğerlerine göre farklılıklar gösterir. Örneğin bugün bile, bırakalım bağımlı ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki önemli farkları, emperyalist ülkelerin askerlik sistemleri bile birbirinin aynısı değildir. Örneğin Almanya’da zorunlu askerlik vardır ama isteyen askerliğini sivil hizmetlerde çalışarak yapabilir. Fransa’da 2001 yılında zorunlu askerlik kaldırılıp profesyonel orduya geçilmiştir. ABD’de Vietnam savaşından sonra 1973’te zorunlu askerlik kaldırılmıştır. İngiltere ordusu 1960’tan beri gönüllülerden oluşmaktadır. Ama İsrail’de askerlik hala kadınlar için bile zorunlu hizmet durumundadır.

Tüm bu farklara rağmen, İkinci Dünya savaşı sonrası için Emperyalist ülkelerde şöyle bir genel eğilim saptanabilir: Zorunlu askerlikten, profesyonel gönüllü orduya geçilmektedir. Bu süreç uluslararası emperyalist orduların oluşumu süreciyle birlikte yürümektedir. Örneğin değişik orduların NATO’da şimdiye kadar olduğu gibi yan yana durmaları yerine, bu güçlerin iç içe geçmesi süreci yaşanmaktadır. Tekrar belirtelim; bu bir genel eğilimdir ve askerliğin biçimi her ülkenin burjuvazisinin ve emperyalist sermayenin genel ihtiyaçlarına göre değişiklikler göstermeye devam edecektir.

Sözünü ettiğimiz genel eğilimin ortaya çıkmasında, yani zorunlu askerlikten vazgeçilmesinde, savaşlara ve zorunlu askerliğe karşı toplumsal tepkilerin rolü olmuştur. Ama bu sürecin ortaya çıkmasında kapitalizmin üretici güçleri, tekniği geliştirmesi ve eski sistemin artık ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmesi belirleyici etkendir. Nasıl ki teknik ilerleme üretim için gereken işgücünü azaltır, daha az sayıda işçiye gerek duyarsa, benzer biçimde savaş araçlarındaki gelişmeler de daha az sayıda ama daha kaliteli, profesyonel askerlere ihtiyaç doğurmaktadır. Ayrıca hem teknik gelişmelerin hem de değişen savaş koşullarının ürünü olarak, sınırlı süreli (örneğin 15 aylık, iki yıllık) zorunlu bir askerlik ihtiyaca cevap vermemekte, tersine yük olmaktadır. Emperyalist ülkelerin dünyanın dört bir yanında bulundurdukları askeri güçlerin görevlerini yerine getirebilmeleri için askerliğin her hangi bir süreyle kısıtlanmaması ve askerlerin değişik tipte görevleri yerine getirebilecek yetenekte, tecrübede olmaları gerekir. Sistem süresiz askerliğe ihtiyaç duymaktadır. Zorunlu ve belirli bir süre ile sınırlanmış askerlik, sistem için işe yaramaz bir kalabalık yaratmaktadır. Bu nedenlerden dolayı zorunlu askerliğin kaldırılması, gönüllü, özel olarak eğitilmiş ücretli elemanlardan kurulu profesyonel ve iyi silahlanmış bir ordu, mevcut dönemde sistemin tercihi haline gelmiştir.

Türk Ordusundaki Değişim, Hem Dış Dayatmaların Hem de İçteki İhtiyaçların Ürünüdür

Türk ordusu 1990’lı yıllara kadar bir iç savaş ordusu olarak biçimlenmişti. Her ne kadar ordunun görevi resmi olarak dış ve iç düşmanlara karşı ülkeyi koruma olarak ifade edilse de, ordu bu yıllara kadar hep içteki “düşmanlarla” uğraşmıştır. Sadece askeri birliklerin ülke genelinde konuşlandırılmasına ve 1960’tan itibaren darbelerle yapılanlara bakmak bile bunu görmeye yeter. Ordular sınırlarda değil, büyük şehirlerin göbeğinde kuruludur ve şehirleri kuşatmış durumdadırlar. Başta Ankara’daki kritik mevkiler, (parlamento, TRT gibi) olmak üzere, büyük illerdeki hedefleri anında ele geçirebilecek, olası gösterilere anında müdahale edebilecek bir konumda tutulmaktadır ordu.

İç savaşa ve askeri darbe yapmaya göre biçimlenmiş olan ordu aynı zamanda, Sovyetlere karşı ve Orta Doğu’da emperyalizmin çıkarlarını savunabilecek şekilde biçimlenmişti. Türk ordusu ülkedeki Amerikan üsleri ve askerleriyle, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint okyanusundaki Amerikan deniz filolarıyla bir bütün oluşturuyordu. İç savaşa ve askeri darbe yapmaya göre biçimlenmiş olan ordu aynı zamanda, Sovyetlere karşı ve Orta Doğu’da emperyalizmin çıkarlarını savunabilecek şekilde biçimlenmişti. Türk ordusu ülkedeki Amerikan üsleri ve askerleriyle, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint okyanusundaki Amerikan deniz filolarıyla bir bütün oluşturuyordu. Bu görevler için Türk erkek vatandaşlara 2 yıl gibi nispeten uzun bir zorunlu askerlik hizmeti konulmuş ve ortaya yaklaşık sekiz yüz bin kişilik bir ordu çıkmıştı.

Doğu Bloğunun çökmesiyle birlikte Türk ordusuna yeni bir görev daha verildi; NATO’nun ya da emperyalizmin istediği her yere koşturmak, buralara askeri müdahalede bulunmak. Bu görev o yıllara kadar Kore’ye asker yollanmasıyla sınırlı istisnai bir olgu olarak kalmıştı. Şimdi bu iş sürekli hale getirilmek istenmektedir. Bosna, Afganistan, Somali, en son Libya ve şimdi de Suriye bu işin daha şimdiden genel bir kural haline geldiğini göstermektedir. Ve Türk ordusu, mevcut yapılanması, uyguladığı askerlik sistemi ile bu görevi hakkıyla yerine getirebilecek durumda değildir.

Bu yeni ihtiyaç karşısında yetersiz kalan ordu, iç tehlikelerle mücadele konusunda da iyi durumda değildi. Ordu, yaptığı 12 Eylül cuntası ile tüm toplumsal kesimlerin tepkisini toplamış, işkenceler, idamlar, faili meçhuller, gözaltında kayıplar, hükümetleri zorla yönlendirme çabaları ile gözden iyice düşmüştü. Ama en önemlisi 3-5 çapulcu dediği Kürt direnişiyle 20-30 yıldır başa çıkamıyordu. Kürt sorunu Orta Doğu’nun ve dünyanın gündeminden eksik olmayan temel meselelerden biri haline gelmişti. Bunların yanı sıra orduya o ana kadar gördürülen ideolojik, toplumsal işlevleri de ordu yerine getiremez haldeydi. Üstelik bu işlevleri devam ettirme gayreti yararlı olmak bir yana kötü sonuçlar doğuruyordu.

Özetle 2000’li yıllara gelindiğinde Türk ordusu kendisini bekleyen uluslararası ve ulusal sınırlar içindeki görevlerini yerine getirebilmede yetersiz, ağır, kocaman, hantal bir yapı durumundaydı.

Bu yazdıklarımızı biraz daha açalım.

Şimdi emperyalistlerle birlikte dünyanın dört bir yanına müdahale edebilecek, hatta uzun bir müddet buralarda kalıcı olabilecek askeri güçlere ihtiyaç var. Doğal olarak bu yerlerde görev yapacak askerlerin bazı özelliklere sahip olması gerekir. Örneğin askerlik tecrübesi, acemi birliğinde attığı üç beş mermi ve burada kendisine anlatılanlarla sınırlı olan, sabırsızlıkla tezkere bekleyip gün sayan, moral olarak kendisini savaşa değil de askerden sonra yapacağı özel işlere motive etmiş olan, askerliğe gelip geçici, devletin baskısından kurtulabilmek için yapılması zorunlu bir iş olarak bakan askerlerle bu görev gereğince yapılamaz. Bu iş için, profesyonel olan, iyi bir maaş alan, iyi bir eğitimden geçmiş, hem modern silahları, hem de kontrgerilla taktiklerini bilen askerler gerekir. Yani NATO az ama öz, her türlü göreve hazır, son derece hareketli askerlere ihtiyaç duymaktadır. Türk ordusu ise şu haliyle bu ihtiyaca cevap verebilecek özellikte değildir. Bu nedenle profesyonel askerlik, değişik biçimlerde gönüllü askerlik en başta NATO’nun bir isteğidir.

NATO’nun bu isteği Türk egemen sınıflarının iç istemleriyle de çakışmaktadır. Yukarıda tanımladığımız ruh hali içinde ve eğitim seviyesinde olan askerlerle, Kürt hareketine karşı başarılı olunamamaktadır. Bu başarısızlığı generaller bile, görev sırasında değil ama emekliliğe ayrıldıktan sonra itiraf etmektedirler. Dolayısıyla Kürtlere karşı savaşı devam ettirmek isteyen egemen kesimler profesyonel askerlere ihtiyaç duymaktadırlar.

Bunun yanı sıra ordu mevcut haliyle epeyce masraflı bir kurumdur. Orduya ve onun faaliyetlerine çeşitli kanallardan aktarılan paranın ne kadar olduğu bilinmemektedir. Orduya MSB’ye bütçeden ayrılan payın yanı sıra, örtülü ödenekten, vakıflardan (en önemlileri Mehmetçik Vakfı ve Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı), OYAK’tan, dolaylı vergilerden, vakıfların tekelinde olan silah sanayinden, uluslararası görevler nedeniyle dışarıdan gelen kaynaklardan vs. para aktarılmaktadır. Ama bunlar ne kontrol edilebiliyor ne de kamuoyuna açıklanıyor.

Profesyonel ve gönüllü askerlik bu masrafları da düşürecektir. Türkiye egemen sınıfları optimum bir sayı belirleyecekler, 1 milyona yakın insana masraf etmek zorunda kalmayacaklar, ekonomiden gereksiz yere işgücü çekilmeyecek ve hesaplara göre can kayıpları da acemi askerin yerini profesyonel askerin almasıyla daha da düşecektir. Özetle profesyonel askerliğe geçerek ordu mevcut hantallıktan ve gereksiz masraflardan kurtarılmak istenmektedir.

Ordunun ideolojik, toplumsal rolüne ve bundaki değişmelere gelince.

Ordu, düzenin resmi ideolojisi olan Atatürkçülüğün hem koruyucusu, hem zorla dayatıcısı, hem de yayıcısı idi. Gene ordu Kürtlere yönelik asimilasyon politikalarının da önemli bir aracıydı. Askerlik süresi aynı zamanda bir Türkleştirme, Türkçe okuma yazma öğretme, Türk tarihini, Atatürk’ü öğretme süreciydi. Askerlik, “Her şey vatan için”, “Önce vatan”, “Türk öğün çalış güven” gibi sloganlarla yapılan yürüyüşlerle geçiyordu.

Sadece Kürtler değil, Türk ve diğer uluslardan askerler de burada dayağın cennetten çıkma olduğunu, emre itaati, üstlerine (çalışma hayatında da ona ekmek veren(!) patrona) ses çıkarmaması gerektiğini öğreniyorlardı. Genel olarak eğitimde ve toplumda askerlik mesleği kutsanıyordu. Örneğin Kemalist tarih yazıcıları Türkiye’de ilericilik adına ne yapılmışsa tümünü orduya mal etmeye çalışıyor, orduyu sınıflar üstü kendi kafasına göre hareket eden bir kurum olarak gösteriyorlardı. Bu kesim orduya “milletin göz bebeği” derken, milliyetçi-din-darlarımız, yani AKP’nin içinden çıktığı dini akım da orduya “Peygamber Ocağı” diyordu. Yani birbirinin can düşmanı görünen laikler ile dinci kesim ordunun yüceliği konusunda tam bir görüş birliği içindeydiler. Hatta resmi ideolojiye göre bütün Türkler “asker millet”ti, her Türk asker olarak doğardı. Askerlik ve ordu böylesine yüceltiliyordu.(2)

Özetle yakın yıllara kadar Türk ordusu Türkiye’deki emperyalizme bağımlı sistemin askeri gücü olmanın ötesinde, başka anlamlar ve görevler ifade eden bir kurum durumundaydı.

Şimdi ordunun bu özellikleri üzerinde bir takım tadilat yapılmak istenmektedir. Çünkü Atatürkçülük toplumun değişik kesimlerini düzene, devlete bağlayan bir ideoloji olma niteliğini yitirmiştir. Kürtler, aydınlar, Türkiye solu, hatta Alevilerin önemli bir kısmı için artık Atatürkçülük ve Kemalizm örneğin 1960’lı yıllardaki işlevleri görmekten çok uzaktır. Ordu Atatürkçülüğe sarıldıkça toplumdan daha çok tecrit olmaktadır. Ayrıca Atatürkçülük artık emperyalizm tarafından da tercih edilen bir ideoloji olmaktan çıkmıştır. Çünkü bu ideolojinin, Amerika’nın yeni gözdesi ılımlı İslam denilen emperyalist işbirlikçisi islama karşı laik, genel olarak da demokrat, ulusalcı kesimlerin elinde antiemperyalist yanları vardır. Bu nedenlerden dolayı Atatürkçülük, en azından onun sakıncalı yönleri tasfiye edilmek istenmektedir.

Ordu eliyle uygulanagelen asimilasyon politikaları ve şoven politikalar da artık işlevini yitirmiş, tepki çeker hale gelmiş durumdadır.

Şimdi hem NATO’nun ihtiyaçlarına, hem de içteki ihtiyaçlara cevap verebilen, tepki çeken ideolojik işlevlerini terk etmiş bir askeri yapılanmaya geçilmek istenmektedir. Hem emperyalizmin ihtiyaçlarına cevap verebilecek hem de Kürtler başta olmak üzere iç düşmanlarla gerektiği biçimde mücadele edebilecek, halkın gözünde saygınlığını kazanmış bir ordu yaratılmaya çalışılıyor.

Değişimin Neresindeyiz?

Değişim süreci esas olarak Erbakan-Çiller hükümetinin 28 Şubat 1997’de muhtırayla düşürülmesinden sonra başladı. Bu muhtırayla önce Erbakan’ın duayeni olduğu Milli Görüş çizgisi tasfiye edildi. Bu tasfiyeden, Milli Görüş çizgisinin sağladığı genel hava ve imkânlarla gelişmeye çalışan radikal islami akımlar da paylarını aldılar. Nurcu, Süleymancı, Işıkçı, Nakşî cemaatler bir yandan tehditle, diğer yandan yeni imkanlar sağlanarak Refah Partisi’nin altından çekildi. Milli Görüş’e bir daha örgütlenme imkanı da tanınmadı. DYP ve ANAP gibi partilerin tasfiye olmasıyla ortada kalan kitle ve düzenin sadık liberal aydın kesimleri de, saydığımız cemaatlere eklenerek AKP yaratıldı. T. Erdoğan Amerika’da ve Avrupa’da dolaşarak güven vermedik bir tane egemen çevre bırakmadı. Emperyalist devletler, TÜSİAD ve burjuva basın bu süreci ellerinden geldiğince desteklediler. Sonuçta AKP, daha bir yıllık bir parti bile değilken ve köklü partiler yüzde 10-20 oy oranında gezinirken, katıldığı ilk seçimde yüzde 34 oy alarak tek başına iktidar oldu.

AKP iktidar olduğunda ordu iç disiplinini önemli ölçüde yitirmiş, karma karışık bir kurum durumundaydı. Hem Balkanlar, Afganistan, Kafkasya, Orta Asya gibi bölgeler için yeni güçlerin seferber edilmesi, hem de 1990’lı yıllarda tırmandırılan kirli savaşa yeni güçleri katabilmek için ordu ve ona bağlı istihbarat kurumları her kesimle yeni ilişkiler geliştirmişti. Bir yandan dinciler, bir yandan eski MHP’liler, öte yandan Kürt ağaları, PKK itirafçıları, ulusalcı kesimler, hatta mafya çeteleri, kaçakçılar, kumarhaneciler vs. bu ilişkiler ağı içine çekilmişti. Sonuçta devlet içinde kendi egemenlik alanını kurmak ve genişletmek isteyen çeteler, bunlar arasında görüş ayrılıkları çıktı. Görüş ayrılıkları üst komuta kademesine kadar yansıdı. Öyle ki kendi istihbarat elemanlarını, albaylarını, generallerini öldüren bir yapı ortaya çıktı. Bu duruma çekidüzen verme girişimleri orduda belli kesimlerin tepkisiyle karşılandı. Öyle ki AKP’yi darbeyle devirmenin planları bile yapıldı. Ama ordu içindeki bu karşı koyuşlar emperyalistler ve Türkiyeli egemen sınıflar tarafından hoş karşılanmadı. Planlar açığa vuruldu ve tutuklamalar başladı.

Şu anda durum kontrol altına alınmış, inisiyatif AKP eliyle egemen kesimlere geçmiş görünmektedir. Şimdi de profesyonel orduya geçmenin, yani emperyalizmin ve ülke içindeki mücadelenin ihtiyaçlarına yeterince cevap verebilecek bir dönüşümü sağlayabilmenin çalışmaları yapılmaktadır.

Bedelli Askerlik

Diğer bir tartışma konusu olan “bedelli askerlik”, ordunun yeniden yapılandırma çalışmasıyla doğrudan ilgili değildir. Belli kesimler için askerlik yapmama ayrıcalığı her dönemde var olmuştur. Örneğin Osmanlı’da ulema kesiminin, medrese öğrencilerinin askere gitmeme ayrıcalığı vardı. Bedel ödeyen zengin çocukları da askere alınmıyordu. İttihatçılar 1908 İkinci Meşrutiyetle birlikte alaylı subay uygulamasına son vermiş, ulema kesiminin bu ayrıcalığını kaldırmış, Abdülhamit’in bol keseden çoluk çocuk dahil önüne gelene verdiği rütbeleri iptal etmişti. Ama askere gitmeme, zenginlerin her dönemde, bir yolunu bularak yararlandıkları bir ayrıcalık olmaya devam etmiştir, günümüzde de devam etmektedir. Sahte çürük raporu alma, torpilini bulup askerliğini yapmış görünme, normal günlük yaşantısını sürdürürken askerlik yapıyor görünme bu sayısız yöntemlerin bazılarıdır. Bedelli askerliği de, zengin kesimin çocuklarını askerden muaf tutmak için başvurulan bir yöntem olarak kabul etmek gerekir. Çünkü saptanan bedeller sıradan bir işçinin, köylünün, esnafın ödeyebileceği, hele de birkaç çocuk için ödeyebileceği miktardan çok fazladır.

AKP hükümetinin bedelli askerliği gündeme getirmesinin nedeni, bir yandan sayısı 1 milyonu geçen yükümlüyü askere alabilmenin imkansız oluşu, diğer yandan da şu ekonomik sıkışıklıkta devlete yeni bir kaynak yaratabilme endişesidir. Bedel ödettirmekle hem devlet zorunlu vatani görevden geri adım atmamış olacak, hem binlerce işgücü ekonomiden çekilmeyecek, askeri bütçenin yükü hafifleyecek, üstelik hazineye para girecektir. Bedelli askerlik asker sıkıntısı da yaratmayacaktır. Çünkü nasıl olsa bedeli ödeyemeyip askere gitmek zorunda olan milyonlarca fakir fukara çocuğu hep vardır.

Dipnotlar

1- Ordunun geçirdiği bu değişiklikler “Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi” isimli kitapta ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bu kitabın genişletilmiş üçüncü baskısı, yakında Akademi Yayınları’ndan çıkacaktır.

2- Tarihi gerçekler hiç de böyle değildir. Örneğin Osmanlı Türkmen, Yörük aşiretlerinden olanları Yeniçeri yazmıyor, yani düzenli, sürekli ordusuna almıyordu. Dolayısıyla komutanlar da bu aşiretlerden çıkmıyordu. Osmanlı II. Mahmut’tan sonra modern orduya geçtiğinde de Türklerin özel bir yeri olmamıştı. Paşalar Milliyetine göre değil, başka kriterlere göre belirleniyordu. Örneğin Abdülhamit asker olarak en çok Arnavutlara güveniyordu. Dağlar askere gitmek istemeyen Türklerle doluydu. Kurtuluş Savaşı sırasında da halkımız askerde değil, gene dağlardaydı. 1920 yılında kurulan İstiklal mahkemeleri halkı zorla askere almak ve asker kaçaklığını önlemek için kurulmuşlardı. Kurtuluş Savaşında Yunan işgaline karşı Ethem liderliğinde ilk ciddi silahlı direnişi oluşturanlar da Türkler değil Çerkeslerdi.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi