21. Yüzyılın Sosyal Demokrasisi: M. Yılmazer'in '21. yüzyıl sosyalizmi' makalesinin eleştirisi

Mehmet Yılmazer, Yol Dergisi'nde yayımlanan "21. yüzyıl sosyalizmi" yazısıyla, sosyalizme dair Latin Amerika'daki halkçı hükümetlerden kaynaklanan görüşlerin sistemli bir ifadesini sunmakla kalmıyor, adına konuştuğu hareketin de böyle bir sosyalizm anlayışına yelken açtığını ilan etmiş oluyor. Her iki bakımdan da yazının ele alınması ve tezlerine temel aldığı Latin Amerika gerçekliğinin incelenmesi önem kazanıyor.

Latin Amerika’da Neler Oluyor?

Yılmazer, 21. yüzyıl sosyalizminin pratiğinin "esas olarak Latin Amerika'da" yaşandığını düşünüyor. Referans olarak Venezuela, Bolivya, Ekvador, vd.yi alıyor. Her ne kadar bu gelişmelerin 'henüz filiz halinde' olduğunu kabul etse de, bunlardan bütün bir yüzyılı bağlayacak yasalar çıkarmaktan da sakınamıyor.

Yılmazer'e göre;

"21. yy. sosyalizmine giderken pratiğin canlı akışı içinde ortaya çıkan en özgün yol: ikili iktidarlardır. Önceleri topyekun bir devrimle yaşanan nihai hesaplaşma, 21. yüzyıl deneylerinde zamana yayılan uzun soluklu bir bilek güreşine dönüşmüştür."

Yılmazer'e göre, bu ülkelerde, "İktidar olmuş, ancak kapitalizmin tasfiyesini güç dengeleri nedeniyle gerçekleştiremeyen hareketler" var ve bunlar adım adım, "Kapitalizm içinde sosyalizmin maddi alt yapısını (aynen böyle!) ve moral değerlerini" örgütlüyor.

"İkili iktidar gerçeği, egemen sınıfların birden tasfiyesi ve mülksüzleştirilmesini imkânsız kılıyor" ve zaten, "Üç mülkiyet biçimi [özel, kooperatif ve kamu, bn.] 21. yüzyıl sosyalizminde birlikte yaşayacaktır."

Bu yüzden, iktidar mücadelesi "neredeyse sürekli" hale gelir. İktidar savaşının yerini "uzun süreli mevzi savaşı" alır.

Yılmazer'in bu görüşlerinin eleştirisine geçmeden önce, onun dayanak aldığı Latin Amerika'daki gelişmelerin kendi cephemizden bir okumasını yapalım.

1960'lı ve '70'li yıllar, Latin Amerika'da devrimci atılım yıllarıydı. Küba örneğini ve Che Guevara'nın Bolivya çıkartmasını izleyen Latin Amerika halkları 'özgür vatan' ve 'sosyalizm' şiarları etrafında seferber oldular. Şili'de halkçı Allende hükümeti altında yaşanan görkemli işçi-köylü atılımı, Bolivya'da 1971'de Halk Meclisi'nin kurulması, Arjantin'de 1973-'76 devrimci atılımı gibi önemli çıkışlar, ABD emperyalizminin yönettiği askeri darbelerle bastırıldı. Devrimci dalga bu kez Orta Amerika'da boy gösterdi. 1979'da Nikaragua'da Sandinist devrim gerçekleşti. Guatemala'da URNG, El Salvador'da FMLN iktidarın eşiğine geldi. 1990'da Nikaragua'da yaşanan karşıdevrimle birlikte Orta Amerika'da da gericilik egemen oldu.

Böylece, bu acılı kıta boydan boya ABD güdümlü faşist iç savaş yönetimlerinin pençesine düştü. Bu cuntalar, devrimci akımları vahşice ezdi, kuşaklar arasında devrimci sürekliliği engelledi.

1980'lerde Latin Amerika ülkelerinde art arda cuntalar tasfiye edildi, neoliberal sivil hükümetlere geçildi. Devrimci miras yeni döneme taşınamadı. Neoliberal hükümetler işçi sınıfına ve sosyal kazanımlara saldırıda adeta meydanı boş buldular. Ancak emekçiler nihayetinde bu vahşi saldırganlığa dur demek için ayağa kalktı.

1989 Venezuela/Caracas Ayaklanması, 2001 Arjantin Ayaklanması, Ekvador'da 2000 yılındaki büyük halk ayaklanması, Bolivya'da 2000 Su İsyanı ve 2003 Gaz Ayaklanması, Latin Amerika halklarının tekelci neoliberal modeli kitlesel reddedişini ortaya koyuyordu.

Bu halk ayaklanmaları dalgası, kıtada birçok neoliberal hükümeti devirdi. İşçi, emekçi ve yerli halklar için eylem özgürlüğünü kazandırdı. Egemen sınıflar arasında çatlaklar yarattı. Burjuva partilerini prestijsizleştirdi. Eski politik rejimleri sürdürülemez hale getirdi.

İşte halk isyanlarının açtığı bu yeni konjonktürde, yeni sosyal hareketlere dayanan ya da onlarla ittifak kuran ilerici-halkçı hükümetler iş başına gelmeye başladı. Bu hükümetler, burjuva yasallığına ve özel mülkiyet düzenine dokunmamakla birlikte, halk hareketlerinin talepleri doğrultusunda kimi ileri, demokratik, halkçı adımlar attılar. Yeni, burjuva demokratik anayasalar hazırladılar. ABD askeri üslerini kovdular. Kıtada, Amerikan askeri-politik hegemonyasının gerilemesine yol açtılar. Latin Amerika ülkeleri arasında kimi entegrasyon adımları attılar.

Venezuela ve Bolivya, bu gelişmelerin en belirgin iki örneğiydi.

Venezuela'da, başkent Caracas'ta Şubat 1989'da yoksulların şehrin tepelerinden merkeze indiği ve önlerine ne gelirse yakıp yıktığı, dükkanlarda ne varsa alıp evlerine götürdüğü iki günlük kendiliğinden halk ayaklanması (Caracazo) neoliberal projeye ağır bir darbe indirdi. Ordunun sokaklara inerek yoksul halka kurşun sıkmasının ve binlercesini katletmesinin ağır vicdani yükü ile sarsılan ve antiemperyalist eyleme yönelen albay Hugo Chavez önderliğindeki bir grup genç subay, kimi sol parti ve örgütlerle de anlaşarak 1992 Şubat darbesini yapmaya çalıştı ve yenildi.

Ülkede 50 yıldır geçerli olan Punto Fijo sistemi temelinde, egemen sınıfların muhafazakar (COPEI) ve sosyal demokrat (AD) iki partisinin yönetimine, komünist ve halkçı her türlü alternatifin dışlanmasına dayanan rejim, halk yığınlarının bütün düzen partilerini reddiyle sarsıldı. Bir deVrimci durum ortaya çıktı. Bu olanakları devrim yönünde zorlayabilecek bir devrimci hareket ise yoktu. Bu koşullarda, antiemperyalist subay Chavez, tahliye olmasının ardından, darbe girişimine yönelik halk desteğine güvenerek, başkanlığa adaylığını koydu ve kazandı. 1998'de Chavez başkan oldu.

Chavez, başkanlığının ilk yıllarında izlediği sosyal politikayla, henüz emperyalizmin ve tekellerin kabul edebileceği bir simaydı. Sosyal misyonlarla petrol gelirinin kısmi yeniden dağıtımını sağlıyordu. 1999'da yeni ve burjuva demokratik bir anayasa yazılmasına öncülük etti. Bu yeni anayasa, işçi-emekçilerin eylem özgürlüğünü genişletiyor, kadınlara yasal eşitlik getiriyor, başkan da dahil tüm seçilmiş kamu görevlilerinin geri çağırma referandumuyla görevden alınabilmesine imkan sağlıyor, halka antidemokratik bir hükümete karşı isyan etme hakkını tanıyordu.

Ne zaman ki Chavez, Venezuela Petrol İşletmesi'nin tekellere bağlı yönetimini değiştirerek, bu işletmeyi 'gerçekten’ ulusallaştırmaya, hükümetin denetimi altına almaya giriştiyse, kızılca kıyamet de o zaman koptu.(1) Sınıf mücadelesi bir anda zincirlerinden boşandı. Oligarşik 'muhalefet' sokaklara indi. Çatışmalar yaşandı. ABD, ordu içindeki dayanaklarını kullanarak bir darbe örgütledi. 11 Nisan 2001'de Chavez devrildi ve Venezuela işveren derneğinin başkanı Pedro Carmona darbeci bir hükümet kurdu. Carmona, meclisi, anayasayı ve yüksek mahkemeyi lağvederek, Chavez'in inşa etmeye çalıştığı orta burjuva iktidarı kökünden kazıyıp atmaya yöneldi.

İşte bu noktada, tarihin akışını değiştiren bir olay yaşandı. Venezuela halkı, adeta kendiliğinden sokaklara akarak, bir antifaşist halk ayaklanması başlattı. Polisin kurşunları birçok can alsa da bu sel durdurulamadı.(2) Halkın bu hareketi, burjuva ordu içinde de yansımasını buldu ve birçok birlik Chavez'den yana geçti. 13 Nisan'a gelindiğinde askeri faşist darbe püskürtülmüş, Chavez yeniden başkanlık koltuğuna oturmuştu. Ardından gelen başkaca politik muharebelerde de (patronların grevi, 2004 geri çağırma referandumu) Chavez'in orta burjuva hükümeti, tekelci burjuvaziyi politik yenilgiye uğrattı, geriletti. Venezuela gibi bir petrol ülkesinde belirleyici önemde olan petrol vanalarını hükümet ele geçirdi. Böylece, orta burjuvazinin hegemonyasındaki Chavez hükümeti, politik iktidar gücünü ele geçirdi. Devlet, petrol şirketinin yönetimini elinde bulundurmak, bu hükümete yeterli ekonomik iktidar gücünü de sağladı.

İktidar bir sınıftan diğerine geçerken, devlet biçiminde de, buna denk düşen bir değişim yaşandı. Punto Fijo rejimine dayalı, oligarşik ve antidemokratik bir devlet biçiminden, burjuva demokratik bir devlet biçimine geçiş yaşandı. İktisadi planda da neoliberal programdan halkçı-sosyal bir programa doğru geçildi.

İşçi-emekçi yığınlar, bu çatışmada ağırlıklarını halkçı hükümetten yana koyarak, taleplerini de hükümete dayattılar. Chavez hükümetinin sola doğru salınması ve 'sosyalizm' söylemine geçmesi, böyle bir politik dönüşümün ürünü oldu. Venezuela'yı halkçı hükümetler kuşağındaki diğer ülkelerden farklı kılan/tekellerin politik iktidar gücünün 12 Nisan ayaklanmasıyla kırılmış olmasıdır.

Chavez, kıtadaki diğer halkçı hükümetlerden daha ileri gitti ve (tazminatını ödeyerek de olsa) kimi ulusallaştırmalar yaptı. Amerikan emperyalizmine meydan okudu. Halk meclislerine, komünal konseylere sınırlı iktidar gücü sağlayacak bir anayasa taslağı hazırladı (ama bu taslak 2007 referandumunda reddedildi). Anayasayla, kadının evdeki emeğinin üretken niteliği tanındı ve ev emekçisi kadınlara emeklilik hakkı sağlandı. Kapitalist çiftliklerin içindeki kimi atıl toprakları topraksız köylülere verdi. Antiemperyalist ve demokratik dönüşüm adımları attı. Tekelci burjuvaziyle yaşadığı somut çatışmalarda halkı sokaklara çağırdı. Mahallelerde, fabrikalarda çeşitli adlar altında taban örgütlenmelerini teşvik etti.

Ancak nihayetinde, Venezuela'daki bütün bu süreç, kapitalizm çerçevesi içinde gerçekleşti. Kapitalist üretim ilişkilerine dokunulmadı. Burjuva devleti yıkılmadı, aksine güçlendirildi. Özel mülkiyet hukuku hiç çiğnenmedi. Sömürücüler devlet organlarından dışlanmadı.

Chavez'in ekonomik-sosyal alanda izlediği politika, üretim ilişkilerine dokunmadan, dolaşım ilişkilerine halkçı-sosyal temelde müdahale etmekten ibaret kaldı. Politik alanda ise burjuva devlet aygıtını demokratikleştirdi, ezilenlerin politik hareket sahasını genişletti. Onun 'Bolivarcı Devrim'inin sınırları, antiemperyalizm ve demokratizmle çizilmişti. Bu çerçeve, harekete geçen ve taleplerini yükselten işçi, emekçi, köylü ve kadınların kimi kazanımlar elde etmesine zemin sundu.

Bu demokratik tedbirlerin, yarın proletarya, yoksul yığınlarla ittifak halinde iktidarı alırsa, onun işini kolaylaştıracağı da bir gerçektir. Ne var ki, bu demokratik adımları sosyalizmle karıştırmak büyük bir yanılgıdır.

Başka Türlü Bir Şey

Sosyalizm, başka bir şeydir.

Sosyalizm, öncelikle, burjuva devlet aygıtının 'berhava' edilmesi ve yerine işçi-emekçi organlarından oluşan yeni bir devlet aygıtının geçirilmesi demektir. Sosyalizm, sömürücülere hiçbir devlet organında yer verilmemesi demektir. Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsallaştırılması demektir. Üretim ve dağıtımın toplum tarafından bilinçli biçimde planlanması ve bu yolla, üreticilerin toplumsal ilişkilerini yeniden hakimiyet altına alması demektir.(3) Meta-para ilişkilerinin kademeli olarak geriletilmesi demektir.

Burjuva ordusuna, burjuva meclisine, burjuva bürokrasisine vb. dokunmayan, aksine onların egemenlik alanını genişleten; kendisiyle uzlaşan bütün burjuva kesimleri hükümetinin bir parçası haline getiren, ne bugün ne de yarın özel mülkiyet hakkına dokunmayacağını ilan eden Chavez'in, bir sosyalist devrim yapmakta olduğu kocaman bir yanılsamadan ibarettir.

"Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur." (Lenin)

İktidarın hangi sınıfın elinde olduğu temel sorusunu yanıtlamadan, hiçbir kapsamlı toplumsal altüst oluş anlaşılamaz ve açıklanamaz. Venezuela'da iktidar hangi sınıfın elindedir? Tekelci burjuvazinin iktidar gücünün kırıldığını, ama yok edilemediğini biliyoruz. Onlar ABD emperyalizminin politik-askeri desteğine, devlet aygıtı içindeki kimi dayanaklarına (Zulia eyaleti vb.) ve hala ellerinde tuttukları banka, fabrika ve kapitalist çiftliklere dayanıyorlar. Bu temelde, belli bir iktidar payını korumayı başardılar. Ama iktidar üzerinde belirleyici olamıyorlar. 2002 Nisan olaylarından bu yana, politik iktidar, Chavez hükümetinin temsil ettiği orta burjuvazi tarafından ele geçirildi. Bu yeni iktidarın esas dayanağı burjuva ordusu ve bürokrasisidir; orta burjuva katmanları 'ulusalcı' bir ideolojik çerçeve ve somut maddi çıkarlar etrafında birleştirmiştir. Küçük burjuvazi ve işçi sınıfı içinde de önemli müttefikleri, dayanakları vardır.

Bizzat burjuva devlet aygıtının içinden çıkıp gelen, onun ürünü olan bir politik kişilik olarak Chavez'in, bu aygıtı berhava etmesi zaten beklenemez. Ancak, yoksul halkın kimi organlarına (komünal konseyler vb.) anayasal statü kazandırarak demokratik yönde bir hamle yapmaya giriştiğinde başına ne geldiğini hep birlikte gördük! Aralık 2007'deki anayasa referandumunda, bizzat Chavist bürokrasi, hayır oyu çıkması için çalıştı, süreci sabote etti.

Eski devlet yıkılarak, devlet iktidarı işçi-emekçi sınıflarca ele geçirilmeden, 'sosyalizmi inşa' boş sözden ibarettir. Burjuvazinin (şu ya da bu kanadının) iktidarı sürerken, sosyalizm inşa edilemez. Kapitalist üretim ilişkileri, ancak iktidar işçi sınıfının eline geçerse dönüştürülebilir.

Yılmazer, bu açık sınıfsal gerçeğe gözlerini kapatarak Venezuela'yı (ve hatta Bolivya'yı!) "sosyalizme yönelen ülke" olarak görmeye çalışıyor. İktidardakilerin "sosyalizmi inşa etmeye çalıştığını" öne sürüyor.

Bugünkü Venezuela'da 'iktidar ikiliği' tekelci ve orta burjuvazi arasındadır. İşçi-emekçi ve yoksul halk yığınları, bu saflaşmada Chavez'den yana saf tutup onu ileriye iterek sosyal ve politik kazanımlar elde etmeye çalışıyorlar.

Dolayısıyla buradaki iktidar savaşımı, hiçbir biçimde, örneğin Hindistan'ın uzak bölgelerinde Maoist gerillaların yarattığı iktidar alanlarıyla kıyaslanamaz. Orada, burjuva devletin otoritesinden koparılmış, emekçi sınıflara ait devrimci otorite alanları vardır. Bu otorite alanları, eski devlet ilişkilerinin tahrip edilmesi yolundan yaratılmıştır ve ezilenlerin devrimci silahlı savaşımının ürünüdür. Venezuela'da ise demokratik, halkçı ve yurtsever orta burjuvazi ile faşist tekelci burjuvazi arasında bir çarpışma vardır. Birincisinde çarpışma, burjuva devlet ile onu yıkmaya çalışan devrimciler arasındadır, ikincisinde çarpışma, bizatihi burjuva devletin bağrında gerçekleşmektedir.

Venezuela’da Sosyalizm İnşa Ediliyor Mu?

Devam edelim.

Lenin bize, bir politik partiyi sözleri ve açıklamalarıyla değil, pratiğiyle değerlendirmeyi öğretir. Venezuela'da Chavez, partisi PSUV ve halkçı hükümet, 'sosyalizmi inşa' ediyor mu, etmiyor mu? Bu, mistik bir soru değildir. Politik ve sosyal pratikten bakılarak somut olarak yanıtlanabilir bir sorudur. Chavez'in ne yapmadığını yukarıda sıraladık. Bir de ne yaptığına bakalım. 'Sosyalizmi inşa' adına atılan adımlar neler?

Sosyal misyonlar nüfusun geniş kesimlerine sağlık, eğitim, kültür, spor alanında büyük hizmetler sunuyor. Yeni, parasız ve nitelikli 'Bolivarcı' üniversiteler, liseler kuruluyor. Sosyal haklar bizim gibi ülkelerin aksine, daralmıyor, genişliyor.

Burjuva kent ve emekçi kent ayrımı hala bariz biçimde görülebiliyor; hala Caracas'ı çevreleyen dağlarda yoksul varoşlar, Altamira gibi bölgelerde ise zengin üst sınıf yerleşimleri var. Ancak yoksul semtlerinde güzelleştirme, mafyanın tasfiyesi, gençlerin spora ve kültüre özendirilmesi gibi çalışmalar yürütülüyor.

Kapitalist devlet ekonomisi sektörüne yeni halkalar ekleniyor. İki yolla: Birincisi, devlet 'sosyalist fabrikalar' kuruyor. Arjantin, Brezilya, İran, Rusya, Çin vb. ülkelerin sermayesiyle ortak devlet girişimleri olarak kurulan bu fabrikalar, 'ulusal ekonomiyi' inşa etmek amacını taşıyor. (Ne var ki, gözlemlediğimiz kadarıyla, bu inşa süreci karınca hızıyla ilerliyor ve korkunç bir bürokratik hantallık hüküm sürüyor.) Venezuela tek yanlı bir petrol ekonomisi olmaktan çıkarılmak ve değişik metalar üreten bir ekonomi haline getirilmek isteniyor. İkincisi de, devlet, bazı özel işletmeleri ulusallaştırıyor, ancak her zaman tazminatla, yani bu şirketin sermayesi kapitalistlere geri ödeniyor. Chavez'in "endüstriyel sosyalist devrim" dediği şey, devlet mülkiyeti altında, petrol dışı sektörde (gıda, makine, inşaat malzemeleri, cep telefonu vb.)sanayi işletmelerinin kurulmasından ibaret.

Fabrikalarda kapitalist sömürü devam ediyor. Ancak diğer ülkelerin aksine, asgari ücretin artırılması, iş saatlerinin 8 saatle sınırlanması, emek sömürüsünde aşırıya kaçan işletmelerin devletle (petrol işinde vb.) kontratlarının iptali gibi yöntemlerle artıdeğer sömürüsü bir ölçüde hafifletiliyor.

'Katılım' kavramı etrafında mahallelerde, okullarda, fabrikalarda vb. çeşitli toplantılar, meclisler, komünal halk konseyleri kuruluyor. Buralarda fikirler özgürce ifade ediliyor, emekçiler-yoksullar politikayla tanışıyor. Ancak bu organların herhangi bir iktidar gücü yok. Belediyecilik tarzı belli işlerin (evlerin yenilenmesi, mahallelerde sağlık ocağı açılması vb.) yapılması için kurulmuş ve icra gücüne sahip halk konseyleri var.

Toprak sahiplerinin büyük çiftlikleri (latifundia) hala ellerinde. Ama bu çiftliklerin işlenmeyen (atıl) kısımlarına topraksız köylülerin el koyma hakkı yasayla tanındı. Hükümet, kentten kıra göçü örgütlemeye, tarım üretimini artırmaya, böylece dışa bağımlılığı azaltmaya çalışıyor.

Devlet kooperatiflere kredi vererek küçük işletmecliği yaygınlaştırmaya çalışıyor. Böylece, hükümete sosyal taban oluşturacak yeni küçük burjuva katmanlar yaratıyor.

Bunların dışında, Venezuela'da yoksulluğu azaltmak, alfabe eğitimleri, kadınlara kredi verip işyeri kurmalarını sağlamak (Banmujer-Kadın Bankası) gibi sosyal uygulamalar da gerçekleştiriliyor.

Ne var ki, bütün bu sosyal-halkçı tedbirlerle geçen 10 yılın ardından, Venezuela ekonomisinde özel sektörün ağırlığı azalmamış, aksine artmıştır. Devlet sektörünün ağırlığının artmasının sosyalizm anlamına gelmeyeceğini yukarıda vurgulamıştık, ancak 10 yıllık verilerin karşılaştırılması, genel kanının aksine, eğilimin özel sektörün ağırlığının artması yönünde olduğunu ortaya koymuştur.

Venezuela resmi makamları tarafından sağlanan 1998-2008 arasındaki on yıllık dönemin Brüt Ulusal Üretim verilerine göre; Chavez'in iş başına geldiği 1998'de, devlet sektörünün Brüt Ulusal Üretim içindeki oranı yüzde 34, 8 iken özel sektörün oranı yüzde 65, 2 idi. Bu 10 yılda, devlet sektörünün payı, tedricen gerileyerek, 2008 itibariyle yüzde 29,1'e düşmüş durumda. Özel sektörün payı yüzde 70,9 iken, 'sosyal sektör' denilen kooperatifçiliğin oranı ise sadece yüzde 1,6. Umarız bu veriler, Yılmazer arkadaşın, Venezuela gerçekliğini daha yakından incelemesi için bir vesile olur.

Bu verileri değerlendiren eski Temel Sanayi ve Madencilik Bakanı Victor Alvarez, son 10 yılda "ulusal ekonominin daha kapitalist hale geldiği" değerlendirmesini yaparak, bu gerçeği teslim etti. Bu durum, devlet sanayinin örgütlenmesindeki korkunç hantallık ve bürokratik engellerin sonucunu yansıttığı gibi, Bolivarcı sürecin özel kapitalist ekonomik ilişkilere dokunmamasının bilançosunu sunuyor. Tekellerin vahşi neoliberal programının sınırlanması ve sosyal devletçi adımların atılması başka bir şeydir, ekonomide özel sektörün ağırlığının azaltılması başka.

Böylece görülüyor ki, Chavez'in kapitalizmi demokratikleştirme yönünde attığı adımlar, kimi ulusallaştırmalarla birleştirildiği halde, gerçekte özel kapitalist gelişmenin zeminini zayıflatmadı, aksine güçlendirdi. Yılmazer'in de benimsediği "Üç mülkiyet biçimini nbirliği' formülünden, özel sektörün güçlenmesi çıktı! Politik antiemperyalizmine ve demokratizmine rağmen, Chavez (sosyalizm bir yana) kamu ağırlıklı bir ekonomi dahi geliştirmeyi başaramadı.(4)

Venezuela'da bir ulusal kapitalist proje yürürlüktedir. Chavez, sosyalizm değil ama, daha sosyal, daha demokratik ve ABD'ye daha az bağımlı bir kapitalist ekonomi inşa etmektedir. Nitekim onun ekonomi politikası, kapitalizmin çelişkilerini (emek-sermaye, zengin-yoksul, burjuva kent-emekçi kent vb.) ortadan kaldırmamakta, ama görece hafifletmektedir. Onun ekonomi politikasının esas yönü ise, tarımda ve sanayide ulusal kendine yeterlik ve Latin Amerika'nın bölgesel entegrasyonudur.

Burjuva Devleti Altında Toplumsal Mülkiyet Olmaz

Fabrikaların 'sosyalist' olması için, onların devlet mülkiyetinde olması yetmez. Devletin de bir işçi-emekçi devleti olması gerekir.(5)

Üretim araçlarının işçi sınıfının sosyal mülkiyeti haline gelmesi, devlet dolayımıyla gerçekleşir. Sovyet devleti, işçi sınıfının fabrika ve mahallelerdeki konseyleri (ama iktidar organı olarak konseyler!) üzerinde yükselir ve üretim araçlarının sahipliği bu yolla sosyalleşir. Kapitalist devletin mülkiyetindeki işletmeler, sosyalizmin değil, kolektif kapitalizmin bir ifadesidir.

Yılmazer, deneyimin sonuçlarını aktarırken şunu ifade ediyor:

"Venezüella'da sendikaların yaptığı tespitlere göre anayasal olarak binin üzerinde işletmeye devlet el koyup işçi yönetimine geçilebilir. Ancak fabrikalarda işçi yönetimi beklenildiği gibi hızlı ve verimli ilerlemiyor. Fabrikalarda işçi yönetimi topyekûn bir gidişin moral coşkusunu taşımıyor. Her uygulama kendine özgü sorunlar içinde sanki 'bir adım ileri iki adım geri' gidiyor. İşçiler içindeki grup çıkarlarının çatışması genel bir hedefe yönelişi engelliyor. Şunu görüyoruz: Başka koşullar olmazsa işçi sınıfı işyerlerini etkin bir şekilde ve genel toplumsal çıkarları gözeten bir tarzda yönetmeye hızla talip olmuyor. Kapitalizm denizi içinde sosyalist adacıklar inşa etmek bugüne kadar yaşanan bir deney değil, çok büyük enerji, kararlılık ve yaratıcılık gerektiriyor."

Acaba neden, fabrikalarda 'işçi yönetimi işçileri coşkulandırmıyor? Yanıtı basit; çünkü işçiler iktidarda değiller. Devlet işçilerin elinde değil. Öyleyse bu fabrikalar da işçilere yabancı bir sınıfa ait! Fabrikaların 'genel toplumsal çıkara' uygun olarak yönetilmesi ancak bir proleter komün devletinin başarabileceği bir şeydir. Chavez işçilerden 'ulusal çıkarlar için' çalışmalarını istiyor. Bu fabrikalarda 'sosyalist' olan tek şey, isimleri. İşçiler için, fabrikaların özel sektörde olmasındansa, devlet işletmesi olması' daha iyidir, çünkü çalışma koşulları daha elverişlidir. Ama o kadar…

İşçi sınıfının sosyal mülkiyetle dolayımsız bir bağ kurabilmesi, burjuva devlet aygıtının yerle bir edilerek, yeni tipte, proleter bir devlet aygıtının kuruluşuyla mümkün olabilir. Ancak böyle bir devlette, işçilerin siyasi yabancılaşması son bulur ve ancak bu yoldan, devlet mülkiyeti toplumsal mülkiyet haline gelebilir.

Bolivya: And-Amazon Kapitalizmi

Gelelim Bolivya'ya.

Bolivya'da da MAS hükümetinin, 2003 Ekim Ayaklanması'nın bir politik sonucu olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak Venezuela'da Chavez iktidarı, örgütlü ve bilinçli halk hareketlerinin yokluğu koşullarında iş başına gelmişken, Bolivya'da Morales hükümeti, örgütlü ve bilinçli halk hareketlerinin bir devrimi örgütleme başarısızlığının sonucunda iş başına gelmiştir. 2003'te başkent La Paz'ı işgal eden ve kamu otoritesini işlemez hale getiren, başkentin ortasında on binlerce emekçinin katıldığı bir Halk Meclisi kuran işçi ve köylü kitleleri, kapsamlı bir programı ortaya koymuşlardı: Gazın tam ulusallaştırılması, kamusal sanayi, emperyalizmle tüm bağların koparılması, katillerin yargılanması, koka ekiminin serbest bırakılması, vb. Morales, 2003 ayaklanmasının gündemini hayata geçirmek iddiasıyla seçildi, ama attığı adımlar bu görkemli programla kıyaslandığında çok güdük kaldı.

Yılmazer'in "sosyalizm yolunda" olduğunu varsaydığı Bolivya'da, MAS hükümetinin "sosyalizmi inşa" diye bir resmi hedefi dahi yoktur. Devlet Başkan Yardımcısı (ve hükümetin ideologu) Garcia Linera'nın ifadesiyle, MAS hükümetinin hedefi "bir And-Amazon kapitalizmi" inşa etmektir. Bu amaçla, devlet, sanayiyi kontrol etmeli ve yerli toplulukları desteklemelidir. Ancak komüniter topluluk ekonomisinin uzun süreli desteklenmesinin ardından "20-30 yıl içinde sosyalizmi hayal etmek mümkün (aynen böyle!) hale gelecektir". Bu dönem boyunca devlet, yerli toplulukların öz örgütlenmesini ve küçük topluluk ekonomilerinin güçlenmesini sağlamalıdır.(6)

Bunun küçük burjuva gerici bir ütopya olduğu, her Marksist bakımından aşikardır.

Aynı zamanda, Bolivya hükümetinin ideologu olan Linera'dan alıntı yapan Yılmazer, bu şahsiyetin açıklamalarında 21. Yüzyıl sosyalizminin sorunlarına yanıtlar arıyor! Oysa Linera, gayet açık konuşuyor:

"Evo Morales ve Hugo Chavez hükümetlerinin yürüttüğü 'değişim süreci’, kapitalist sistemi yapısal olarak değiştirmeyi amaçlamıyor."(7)

Bolivya, henüz, Venezuela'nın 2002 Nisanı öncesinde yaşadığı koşullardadır. İktidar gücü halen tekellerin ve büyük toprak sahiplerinin ellerinde yoğunlaşmış durumdadır. Doğu eyaletlerinde mevzilenmiş faşist toprak sahipleri oligarşisi, ülkeyi 'bölünme' ile tehdit ediyor. İşçi-köylü örgütlerine saldırılar düzenliyor. Doğu eyaletlerinde her türlü ilerici faaliyet, faşist milislerin zorbalığıyla bastırılmaya çalışılıyor. Bu çabaları, geçtiğimiz yıl Pando katliamına(8) kadar vardı. Faşist sağın saldırıları karşısında 'demokrasi'ye ve yasallığa sığınan ve kitleleri sokaklara çağırmaktan korkan Morales, hiç kuşkusuz Chavez'in dahi fersah fersah gerisindedir.

Morales'in esas başarısı, yerli (indian) halkların haklarını ve kültürlerini tanıyan "Çokuluslu ve Özyönetimci Anayasa"yı geçirmesinde yatıyor. Bu anayasa, yerli topluluklarına demokratik özerklik sağlıyor ve bütün yerli dillerini resmi dil haline getiriyor. (Bütün yerel yönetimler İspanyolca'nın yanı sıra, bölgelerinde en çok konuşulan yerli dilini resmi dil olarak kullanmak zorunda.)

MAS Hükümeti, bu anayasanın 'dekolonizasyon'u (sömürgeci yapının sökümü) başardığı iddiasında. Sömürge döneminden gelen siyasal/hukuksal dilin değiştirilmesi, ülkeye ilk kez bir yerli başkanın seçilmesi, ırkçılığa vurulmuş önemli darbeler olduğu gibi, anlamlı demokratik ilerlemelerdir. Ancak toprak mülkiyeti ilişkileri, halen sömürge dönemindeki gibidir. Beyaz Adam, yerlilerden gasp ettiği toprağı torununun torununa miras bırakırken, nüfusun çoğunluğunu oluşturan yerliler, büyük bir yoksulluk içinde yaşamaya devam etmektedir. 'Dekolonizasyonu' sadece ülkenin anayasa dilini değiştirerek başardığını sanmak, MAS'ın büyük yanılgısıdır.

Bir 'vatandaş devrimi' aracılığıyla demokratik bir anayasa getiren, Amerikan üslerini ülkeden kovan, ulusal kapitalist bir ekonomi inşasına yönelen Ekvador devlet başkanı Rafael

Correa'nın, Chavez'e daha yakın bir pratik çizgide yürüdüğü söylenebilir.

Yılmazer'in "21. yüzyıl sosyalizmi" namına örnek verdiği ülkelerin toplamından bakacak olursak, karşımıza çıkan tablo şudur: Latin Amerika'da halk isyanlarıyla açılan gediklerden geçerek hükümetlere gelen yeni tipte sosyal demokrat partiler, gelir adaletsizliğini düzeltmeye, yoksullara yardım etmeye ve kapitalist ekonomiye bazı sosyal öğeler katmaya çalışmaktadırlar. 'Daha az yoksulluk, daha çok eşitlik' vb. Asalaklaşan ve üretkenlikten kopma eğilimi sergileyen sermayenin karşısında, devlet eliyle üretken bir kapitalist ekonomiyi teşvik ediyorlar. Amerikan ekonomik egemenliğini hafifletmek için ulusalcı kapitalist ekonomi inşasına ve bölgesel entegrasyona (Güney Bankası vb.) yöneliyorlar.

Onları hükümetlere getiren işçi-işsiz-yerli-kadın-kent yoksulu-köylü vb. kitle hareketleri ise, bu yeni koşullar altında taleplerini gündeme getirmeye ve dayatmaya çalışmaktadırlar. Amerikan emperyalizminin kıtadaki politik-askeri hegemonyası gerilemekte, Küba'nın etrafındaki tecrit giderek kırılmaktadır. Halkçı hükümetler dalgası, askeri diktatörlüklerin son kalıntılarını temizlemek, Soğuk Savaş döneminden kalma rejimleri ortadan kaldırmak, burjuva demokrasisinin sınırlarını ezilenler lehine genişletmek gibi ilerici roller oynamaktadır.

Fakat, Garcia Linera'nın söylediği gibi, gerçekten de Latin Amerika'da hiçbir hükümet "kapitalist sistemi yapısal olarak değiştirmeyi amaçlamıyor." Hiçbir ülke "sosyalizmi" inşa etmiyor. "Değişim süreci" neoliberal, vahşi tekelci kapitalist sistemlerden, sosyalizme daha yakın olduğu varsayılan başka tipte ('ulusal', 'And-amazon tipi' vb.) bir kapitalist sisteme doğrudur. Bu 'değişim süreçlerinin' varacağı noktanın sosyalizme yakın mı uzak mı olduğu ayrı bir tartışma olmakla birlikte, inşa edilenin sosyalizm olmadığı apaçıktır. Yani "geçiş süreci" kapitalizmden kapitalizmedir. Daha klasik terimlerle ifade edildiğinde bu, kapitalizmin demokratikleştirilmesi, ulusallaştırılması ve sosyalleştirilmesi yönelimidir. Emperyalist küreselleşme sürecindeki tekeller kapitalizmi tarafından yapısal olarak dışlanan toplumsal kesimlerin sisteme içlenmesi sürecidir. Bu süreçlerin deneyimlerinden sosyalizmin yasaları çıkmaz.

Kıtada burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesi, sınıf savaşımını daha açık ve şiddetli hale getirmektedir.

"Demokrasi ne denli gelişmişse, burjuvazi için derin ve tehlikeli bir siyasal anlaşmazlık durumunda, insan kırımı ya da iç savaşa o denli yakındır." (Lenin)

Diğer yandan, kapitalizmi 'demokratikleştirme' yönelimleri, ancak sermaye birikiminin genişleyen bir konjonktürüyle örtüştüğü ölçüde ve o dönemlerle sınırlı biçimde hayata geçirilebilir. Dolayısıyla 'sosyal devrim mi, sosyal reform mu?' sorusu, Latin Amerika için gündemdedir.

"Tarih gösteriyor ki, kapitalizmin ilerici tarzda reforme edilmesi, ancak sermaye birikimi süreciyle uyumlu olduğu zaman ve mekanlarda mümkün olabilmiştir. Bu uyumluluk bugün yoktur. Ne Latin Amerika'da, ne de dünyanın herhangi bir bölgesinde.”

"Er ya da geç, Latin Amerika solu tarafından geliştirilen süreçlerin, halkçı içeriği ve kapitalist çerçevesi onulmaz bir çelişkiye düşeceklerdir. Çünkü, 21. yüzyılda nasıl uygulanacağı ayrı bir sorun olmakla birlikte, ancak bir devrimci sosyal dönüşüm Latin Amerika'nın sorunlarını çözebilir."(9)

İşte bu zemin üzerinde sınıf mücadelesinin burjuva devletin sınırlarını aştığı kimi öncü biçimler, filizler ortaya çıkmaktadır. Bolivya'da 2003 Ayaklanması'nda Halk Meclislerinin kurulması ve kimi yerleşim bölgelerinde fiili iktidar gücü haline gelmesi, 2007'de Bolivya'nın Cochabamba Eyaleti'nde kısa ömürlü bir devrimci eyalet hükümeti kurulması, Venezuela'da filizlenen komünal halk konseyleri, 2006'da Meksika'nın Oaxaca kentinin üç ay boyunca Halk Meclisi tarafından yönetilmesi gibi…(10)

Böylece, Latin Amerika'da sınıf mücadelesinin bir dönemi kapanmakta, burjuva devletinin devrilmesinin olanak dahiline girdiği, sosyalizmin gerçekleştirilmesinin pratik bir sorun haline gelmekte olduğu yeni bir döneminin öncü işaretleri birikmektedir.

ABD emperyalizminin halkçı hükümetler dalgasına yönelik askeri-politik saldırganlığı başlatmış olması, bu gerçeğin düşman kampındaki izdüşümüdür. Honduras'taki faşist darbe, Kolombiya'da ABD askeri üsleri inşa ederek FARC ve ELN'ye karşı savaşımı doğrudan üstlenme planı, Kolombiya'nın Venezuela'ya yönelik saldırı girişimleri vb. bu yeni gerçekliğin yansımalarıdır.

Kapitalizmi demokratikleştirmenin de sınırları vardır! Latin Amerika proletaryasının sınıf olarak öne çıkışının ve burjuva devletin yerine kendi sınıf devletini kurmasının tarih-saati gelmektedir. Kıtayı bekleyen şiddetli politik krizler, bu yeni gelişmelerin rahmi olacaktır.

Ya emekçi halklar sosyalizme doğru hamle yapacak; yani sömürücüleri devlet organlarından atmak, halk konseylerine dayanan yeni tipte bir devlet kurmak ve planlı sosyalist ekonomiyi kurmak yönünde ilerleyecek, ya da mevcut kazanımlarını da yitirerek neoliberal Amerikancı düzenlere geri dönülecektir. Muhtemelen halkçı hükümetler dalgası, devrimler dalgasını önceleyen bir olgu olarak, kapitalizmin ve ABD emperyalizminin kıtayı yönetme krizinin bir görünümü, semptomu olarak tarihe geçecektir.

Marksistler, gerçeğin bu yükselmekte olan yönüne bütün dikkatlerini yönelteceklerine, halkçı hükümetler dalgasının niteliğini ve sınırlarını abartan beklentiler içine girer, hele de bunu kendilerine model almaya kalkarlarsa, sadece politik olarak hata yapmakla kalmazlar, diyalektik yöntemden de koparlar.

‘Uzun Süreli Mevzi Savaşımı’ Ya Da Devrimsiz Devrim

Yılmazer, 'iktidar savaşı'nın yerine 'uzun süreli mevzi savaşı'nı geçiriyor, devrimin yerine evrimi koyuyor. Burjuvazinin bir devrim yoluyla iktidardan devrilmesinin reddi, kapitalizmden sosyalizme evrimci geçiş stratejisiyle birleşiyor. Şöyle diyor:

"Hem merkezi iktidar konumu kazanarak, hem de bu olmadan alanlarda irade yaratarak yaşanan ikili iktidarlar olgusu, aynı zamanda kapitalizm içinde sosyalist alanlar yaratma savaşıdır. Önceki yol böyle değildi. Sosyalizmin hedefleri topyekûn bir iktidar değişimi ile uygulanabilir olarak öngörüldü ve böyle davranıldı. Buyeni olguyu eski alışkanlıkla önemsememek bugünü ve geleceği kavramamak olur. Kapitalizm de önce feodalizm içinde maddi altyapı ve moral değerler olarak gelişmiş, sonra devrimlerle iktidar olmuştu. Sosyalist mücadelenin bir dönemi 20. yüzyılla kapandıktan sonra, yaşadığımız dönemde benzer gelişmeler yaşanıyor. İkili iktidarlar biçiminde kapitalizm içinde sosyalizmin maddi altyapısı ve onun moral değerleri inşa ediliyor."

Sosyalizmin hedefleri topyekûn bir iktidar değişimi ile uygulanabilir olarak öngörüldü ve böyle davranıldı. Demek ki bu yanlıştı! Bunun yerini kapitalizmle sosyalizmin 'uzun süreli mevzi savaşı', 'bilek güreşi' alıyor. İktidarın devrim yoluyla değişmesi yerine, adım adım, yavaş yavaş devrim!

Devrim yapılan ülkelerdeki üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine bağlı olarak, devrimin tüm üretim ilişkilerini dönüştürme hızı ve çapı da değişkenlik gösterir. Geri kapitalist bir ülkede bu dönüşüm başlangıçta nispeten yavaş olur. Fakat bunun Yılmazer'in sözünü ettiği kapitalizm içinde "yavaş yavaş" dönüşümle hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalizmi dönüştürmekiçin önce hakim olmak gerekir. Hem devlete, hem de üretim araçlarına hakim olmak demektir bu.

Devrim, şiddetli bir altüst oluştur ve sınıf ilişkilerini köklü biçimde değiştirir. Her devrim, yeni bir toplum durumu yaratır. Bu yeni nitelik, sınıf ilişkilerinin yeni dönemini belirler. Sınıf mücadelelerinin seyri güç biriktirme, geri çekilme, ileri atılma gibi hareketleri içerir. Her sosyalist devrim, sınıf mücadelelerinin uzun süreli birikiminin ürünü olan tarihsel bir an'dır. 'Uzun süreli dönüşüm' tezi, devrim tezinin zıddıdır, yadsınmasıdır.

Yılmazer devrimsiz devrim istiyor, burjuvazinin iktidardan zorla alaşağı edilmesi ve üretim araçlarının kamulaştırılması olmaksızın sosyalizm istiyor! Sömürücülerin ellerindeki cenneti yitirmemek için ölümüne savaşacağını ve ayrıcalıklarından asla vazgeçmeyeceklerini 'unutuyor'. "21. yüzyılda kapitalizmin seçim oyunu belli koşullarda sanki burjuvazinin istediğinin tersi sonuçlar yaratmaya başlamıştır" diyor, Yılmazer. Halk ayaklanmaları, devrimci durumlar, emekçi kitlelerin genelleşmiş politizasyonu gibi koşullar altında, burjuva düzende oluşan çatlaklar pekala seçimlerde de burjuvazinin (ya da onun en iri unsurlarının) istemediği sonuçların doğmasına yol açabilir. Neoliberal programın tekleşmesi ve tüm burjuva partilerin bu programın memurlarına dönüşmesi, emekçilerin neoliberalizmi kitlesel reddiyle birleşince, halkçı-demokratik partilere politik alan açılmış oldu. Bunun 21. yüzyıla özgü bir yanı da yoktur. Geçen yüzyılda sayısız örneği bulunabilir.

Ancak bu durum, parlamentonun burjuvazinin organı olduğu gerçeğini zerrece değiştirmez. Gerçek iktidar ilişkilerindeki her değişim girişimi, burjuvazinin binbir araçla katı direnişine yol açacaktır. Seçimler yoluyla ancak bu düzenin çatlaklarından yararlanarak kimi mevziler elde edilebilir. Yılmazer, 'uzun vadeli dönüşüm' tezinde, burjuvazinin her zaman oyunu kuralına göre oynayacağını varsayıyor. Oysa burjuvazinin temel sınıf çıkarları söz konusu olduğunda 'gerisi teferruattır'. Parlamento, seçimler vb. tüm bu 'demokratik' aparatlar, burjuvazinin ezilen halküzerindeki hegemonyasını tesis etmeye yarıyorsa, burjuvazi demokrasi sevdasıyla yanıp tutuşur. Herkesi de demokrasiye uymaya çağırır. Ancak tersine, bu aparatlar, emekçi sınıfların demokratik iradesini açığa vurmasına vesile oluyorsa burjuvazi nezdinde meşruluklarını yitirirler ve Venezuela ve Bolivya'da gördüğümüz gibi, burjuvazi 'ayaktakımına' yarayacak bir demokrasiyi yok etmek için elinden geleni yapar.

Burjuvazinin iktidar gücü, hiçbir biçimde toplumdaki sayısal niceliğinden ileri gelmez. Aksine üretim araçları ve gelir kaynakları üzerindeki egemenliğinden ileri gelir. Tam da bundan dolayıdır ki, burjuvazinin iktidarının sayısal çoğunluk yoluyla devrilebileceğini sanmak, ham hayaldir. Tam tersine, şu da iddia edilebilir; burjuvazinin seçim oyunu beklemediği sonuçları verse bile, nihayetinde burjuva devletin ve kurumlarının sınırları içinde kalındığı sürece, burjuvazi her zaman hakimiyetini restore etmenin yollarını bulabilir. Nihayetinde bir ya da birkaç 'seçim oyununu' kaybetmiştir, ama oyun sahası ona aittir!

Kapitalizm İçinde Sosyalist Adacıklar!

Gelelim meselenin ikinci boyutuna. Kapitalizmden sosyalizme geçiş, feodalizm döneminde yaşandığı gibi, özel mülkiyetin bir biçiminden diğerine geçiş değildir. Proleter devrimi, burjuva devriminin zıddına olarak; gelişen ve kökleşen yeni bir mülkiyet (ya da sömürü) biçimine dayanmaz, aksine mülkiyetin (ve sömürünün) kendisine yönelir. Kapitalizm bünyesinde 'sosyalizmin maddi altyapısı' inşa edilemez. Olsa olsa Venezuela'da yapılageldiği gibi, kolektif kapitalist biçimler yaratılabilir. Sosyalizmin ihtiyaç duyduğu ve dayandığı 'temel'; toplumsallaşmış üretimdir. Sosyalizm; bu toplumsallaşmış üretimin birleştirdiği işçilerin, üretim araçlarını da toplumun malı haline getirmesidir.

Kolektif kapitalist biçimler, üretici güçlerin toplumsallığı karşısında mülkiyetin özel kalmasının yarattığı çelişkinin kapitalist temeldeki çözümüdür. Kapitalizmin krizinin şiddetlenmesi, çeşitli burjuva bölüklerde sorunun bu yoldan çözümü eğilimini doğurabilir. Sosyalizm ise toplumsal mülkiyete dayanır, ki kapitalist üretim ilişkileri, toplumsal mülkiyetle hiçbir biçimde bağdaşmaz. Bu türden bir üretim ilişkisi, kapitalist ekonomi altında genelleşemez, hatta uzun vadede yaşama şansı bile bulamaz. Pazar koşulları ve rekabete tabi olduğu için hiçbir işletme 'sosyalist' temelde işleyemez. İşçilerin el koyduğu fabrikalar, topraksız köylülerin işlettiği atölyeler vb. öğeler ekonominin yalıtık, marjinal unsurları olarak kalmaya mahkumdur ve nihayetinde bunlar da kapitalist pazar yasalarına tabi olurlar.

Yılmazer, sosyalist devrimi, burjuva devriminin çerçevesi içinde anlamaya, açıklamaya çalışıyor ve tam anlamıyla çuvallıyor. Sosyalizme geçişin, feodalizmden kapitalizme geçişe benzetilmesi, tekelci burjuvaziye karşı kendi ekonomik biçimlerini yaratmaya çalışan orta burjuvazinin ideologlarınca teori dünyasına yeniden sokuldu. Onu, Yılmazer'in kaleminden okumak bizi müthiş derecede şaşırtıyor. Bu analoji, proleter devrimden vazgeçmekle özdeştir. "Üç mülkiyet biçimi [özel, kooperatif ve kamu, bn.] 21. yüzyıl sosyalizminde birlikte yaşayacaktır" diyor Yılmazer.

Demek ki, Yılmazer'in sosyalizmi, sosyal demokratik 'karma ekonomi' modeline denk düşüyor. Kolektif kapitalist devlet mülkiyeti ve kooperatif mülkiyetiyle özel sektörün birliği, bu 'yeni' sosyalizmin şifresi oluyor.

Bu 'üçlü' modelin, üstelik de bir halk devrimi çerçevesi içinde uygulamaya sokulduğu Nikaragua deneyiminin bilançosu ve sonuçları hatırlardadır. Orada antiemperyalist halk devrimi, eski Somozacı devlet aygıtını yerle bir etti. Küçük burjuva Sandinist önderlik, devrimin burjuva demokratik çerçevesine sıkı sıkıya bağlı kaldı, özel sektöre 'saygılı' davrandı, 'karma ekonomi' modelini benimsedi. Somoza-karşıtı burjuva kesimler, artıdeğer sömürüsünü devam ettirdi. Burjuva basın kuruluşları serbestçe işledi. Hatta kontraların savaşına karşı 'burjuvaziyi kaybetmemek' adına, halk sefalet çekerken bu kesimlere ekonomik tavizler verildi. Nihayetinde devrimin ilerleyen aşamalarında bunlar, burjuva karşıdevriminin güç merkezlerine dönüştüler ve Sandinistler yenildi.

Özel mülkiyetin sosyalizmde varlığı, tümüyle tarihsel koşulların zorunlu kıldığı bir durum olabilir. Örneğin Ekim Devrimi'nin ardından küçük köylü mülkiyetinin tüm yaygınlığıyla varlık sürdürmesi gibi. Ama eğilim, üretim ve dağıtımın toplumsallaştırılması yönündedir. Piyasa-para ilişkilerinin yerini bu temelde adım adım planlı ekonomi alır. Proletarya, plan temelinde tüm toplumun bilinçli yeniden kuruluşuna önderlik eder ve ekonomik güçlere yön verir.

Özel mülkiyetin varlığını sosyalizmin bir yasası katına çıkarmak, sosyalizmden vazgeçmekle eşdeğerdir.

Yılmazer'in sosyalizminde 'özne' de belirsizdir. Demokratik kapitalizmi sosyalizmle karıştırdığı için, onun öznesi de proletarya değil, 'hareketler' ve 'hükümetler'dir. Bu öznelerin sınıf niteliğini ise sessizce geçiştirmektedir. Venezuela'da ve Bolivya'da "İktidar olmuş, ancak kapitalizmin tasfiyesini güç dengeleri nedeniyle gerçekleştiremeyen hareketler' var ona göre!(11) Güç dengeleri elverse ne olur? Chavez kapitalizmi niye tasfiye etsin, örneğin? Tekelci burjuvaziyle sosyal ve politik çatışma içinde olması, Chavez'in hükümetinin burjuva niteliğini ortadan kaldırıyor mu? Her neyse, bunların çok da önemi yok, nasılsa "üç mülkiyet biçimi bir arada" kardeşçe yaşayacak 21. yüzyıl sosyalizminde!

Anlamak Gideni Ve Gelmekte Olanı…

1989-'91 yıkımının ardından sadece ABD emperyalizmi tek yanlı egemenlik gücü elde etmedi, aynı zamanda sosyalizm alternatifi de yığınlar nezdinde inandırıcılığını yitirdi. Sosyalizm için mücadelenin bir dönemi kapandı, ama yeni dönemi ancak teorik olarak 'açıldı'. Bu yeni dönemi, kuvveden fiile geçirecek politik-sosyal güçler sınıf mücadelesi sahasında yerini henüz almamıştı.

11 Eylül baskını, Afganistan ve Irak işgalleri, ABD'nin tek yanlı askeri egemenliğini nasıl sarstıysa, 2008'de patlak veren dünya mali ve ekonomik krizi de kapitalizmin alternatifsizliği mitini öyle sarstı. Latin Amerika ve Güney Asya başta gelmek üzere dünyanın her yerinde işçi-emekçi ve ezilenlerin mücadeleleri baş gösteriyor. Bunlar politik güç biriktirerek, güç dengelerini ezilenlerden yana çevirmeye yöneliyor. Latin Amerika'daki halkçı hükümetler, dünya ezilenlerinin mücadelesini kolaylaştıran bir politik güç odağı olarak ortaya çıkıyor. ABD emperyalizmi ile Rusya-Çin emperyalistleri arasındaki çatışmanın derinleşmesi, ezilenlere hareket sahası sağlayacak kimi çatlaklar ortaya çıkarıyor. Kriz, büyük yığınlar nezdinde sosyalizme yönelik bir ilgi ve yönelim açığa çıkarıyor.

Ancak bütün bunlara rağmen, henüz hiçbir ülkede sosyalizmi pratik politikanın bir sorunu haline getiren bir parti veya hareket ortaya çıkmadı. Örneğin, Nepal'de krallığı deviren halk devriminin ardından hükümete gelen Maoistlerin uyguladığı ekonomik-sosyal program da, Chavez'inkinden ileri değildi.(12) Kuşkusuz Nepal'de krallığın yıkılması ile Venezuela veya Bolivya karşılaştırılamaz. Birinde Krallıktan Cumhuriyete geçiş vardır. Diğerinde Cumhuriyetten Cumhuriyete. Nepal'da eski devlet aygıtı bütünüyle ortadan kaldırılmadı. Süreç, bunu getirecek bir işçi-emekçi devrimi yolundan ilerlemedi. Eski devlet aygıtının sağladığı iktidar ilişkileri, süpürülüp atılamamış olan burjuvazinin kısa sürede hakimiyetini tesis etmesini sağladı ve Maoistler hükümetten düşürüldü.

Emperyalizmin baskın gücü, sınıf mücadelelerini 'devleti/kapitalizmi demokratikleştirme' sınırlarına hapsediyor, bu sınırı aşmaya yönelecek her türlü akım vahşi biçimde eziliyor. Halkların demokrasiye ve sosyal haklara olan açlığı ve özlemi de, burjuva demokrasisinin idealize edilmesine yol açarak, bu hegemonyaya destek oluyor.

Sosyalizm ve sınıf mücadelelerinin bilançosu, 1989-'91 yıkımının ardından açılan 'ara dönem'in artık kapandığını ve dünya halklarının, işçi ve emekçi milyonların yeni dönemin toplumsal-politik gerçekleri zemininde örgütlenmeye ve yeniden başkaldırmaya başladığını gösteriyor. Gelişen yön budur.

Chavez'in sosyalizm projesi ve onu çevreleyen ideolojik tanımlar, bu dönemin yeni sosyal demokrasisini ortaya çıkarmaktadır. Chavez'in 5. Sosyalist Enternasyonal çağrısıyla, bu ideolojik çerçeve, bir uluslararası örgütlenmeye de kavuşabilir.

Burada 'sosyal demokrasi' kavramını, 20. yüzyıl başlarındaki özgün anlamıyla kullandığımızı vurgulayalım. Klasik sosyal demokrasi (Sosyalist Enternasyonal) açık neoliberal bir içerik kazandı. Tekelci burjuva partilerine dönüştü. Tekelci burjuvazinin ise programı tekleşti. Eski muhafazakar-sosyal demokrat ayrımları anlamsızlaştı. Sosyal demokrat kelimesi de 20. yüzyılın başındaki özgün anlamından çıkarak SPD türü tekelci partileri ifade eden bir kavram haline geldi. Oysa sosyal demokrasi, Eduard Bernstein'in tezlerinde de ortaya konduğu üzere, kapitalizmden sosyalizme uzun süreli evrimci dönüşüm tezi demektir. Devrim yerine, sosyal reformun geçirilmesidir. Nihai hedefin 'imkansızlığı' ve acil tedbirlerin her şey haline getirilmesidir. 'İlerici' hedefler etrafında sınıf işbirliğidir. Amerikan emperyalizmine karşı halkçı-yurtsever çizgideki duruşuyla dünya halklarına ilham veren Hugo Chavez'in uyguladığı ekonomik-sosyal programın içeriği de bu çerçevededir.

Yeni bir sosyal demokrasi, 20. yüzyılın devrimci, sosyalist güçlerinin dönüşüme uğramış politik mirasçıları/ardılları arasından çıkıyor. Brezilya'da eskinin militan işçi önderi Lula, El Salvador dağlarında gerilla savaşı vermiş FMLN, eskinin Nikaragualı Sandinist devrimcileri (Daniel Ortega), Uruguay'da Tupamarolar (Pepe Mujica) vb.

Bu akım, neoliberalizme karşı sosyal adaleti, askeri darbe zulmüne karşı demokrasiyi ve cuntacıların yargılanmasını, ABD emperyalizminin hakimiyetine karşı bölgesel (burjuva) entegrasyonu vb. savunuyor. Burjuva anayasal düzenler çerçevesinde, arkalarını yükselen işçi-ezilen hareketlerine dayayarak hükümetlere geliyorlar. Aralarında Chavez gibi, petrol işletmelerini gerçekten ulusallaştırmaya, emekçi kitleleri sokak mücadelelerine çağırmaya, emperyalizme ulusalcı çerçeve içinde dahi olsa meydan okumaya yönelenler olduğu gibi, Lugo (Paraguay), Lula (Brezilya), Ortega (Nikaragua) gibi kurulu neoliberal düzenin hiçbir temel çivisini yerinden oynatmaya takati olmayanlar da var.

Bugün için antiemperyalist, demokratik ve ilerici bir rol oynaması, bu ideolojik çerçevenin marksist eleştirisini gereksizleştirmez, aksine gerekli kılar. Sınıf mücadelesinin burjuva devleti aşan biçimlerinin ortaya çıkması durumunda, bu çerçeve çatırdayacak, bu ittifak içinde yer alan tüm parti, hükümet ve hareketler yeniden pozisyon almak durumunda kalacaklardır. (Daha bugünden, bu küme içinde Chavez, Correa gibi daha tutarlı olanlarla, Lula, Lugo gibi tutarsızlar biçiminde bir iç bölünme gözlenebilir.)

Sınıflar mücadelesinin burjuva devletin çerçevesini aşarak, proletarya diktatörlüğüne varmak zorunda oluşu fikri, marksizmin alamet-i farikasıdır. Antagonist sınıfların biri diğerini yok etmeksizin birlikte varoluşu, iktidarın zorla alınmasının reddi, sosyalizmin altyapısının kapitalizmin içinde oluşturulması, özel mülkiyetli ve piyasalı bir sosyalizm savunusu ise sosyal demokrasinin alamet-i farikasıdır.

Rosa Lüksemburg'un ölümsüz broşürü "Sosyal devrim mi, sosyal reform mu?" bir kez daha okunduğunda, bugün tartıştığımız bu sorunların çok benzer biçimlerde 20. yüzyıl başlarında da tartışılmış olduğu görülecektir. Yeni bir devrim döneminin eşiğinde, 'ilerici hareket' içinde sosyal devrim ve sosyal reform bölüntüleri oluşmakta, şekillenmektedir. Henüz rüşeym halindeki bu bölünme, devrimler gerçeklik halini aldığında en açık ve billur biçimine kavuşacaktır.

Latin Amerika'yı sarsan '90'ların ve 2000'lerin halk ayaklanmaları dalgaları, halkçı hükümetlerin iş başına geleceği siyasal koşulları hazırladı. Halkçı hükümetler bu sahneye çıkarak rollerini oynadılar. Buradan ileriye ancak mevcut burjuva devlet aygıtlarını yıkan ve sömürücüleri devlet organlarından atan yeni bir isyanlar dalgasıyla yürünebilir. Bu da proletaryanın sınıf bilincinde ve kendisini politik sınıf olarak kuruşunda gerçek bir ilerlemeyi gerektirir.

Yılmazer, yeni tipte sosyal demokrat kitle partilerinin "21. yüzyıl sosyalizmini" oluşturduklarından emin ve "geleceği" onlarda görüyor. Öyleyse, aşılmakta olan bir olguda gelecek arıyor. Gelecek, sosyal demokrasinin değil, marksizmindir, sosyal reform çizgisinin değil, sosyal devrim çizgisinindir. Tarihin rahminin duvarlarını tekmelemekte olan yeni devrimler dalgasınındır.

yüzyıl sosyalizmi, hiç kuşkusuz "ne taklit ne kopya olacaktır. O halkın kahramanca yaratımı olacaktır"(13) 20. yüzyıl sosyalizminden çıkarılacak dersler temelinde gelişecektir ve fakat, eğer sosyalizm adını hakedecekse, mutlaka kapitalizm ve burjuva diktatörlüklerinin devrimci yıkılışı zemininde vücut bulacaktır.

Dipnotlar

1 - Devlet Petrol İşletmesi (PdVSA) o tarihte tek başına Venezuela GSYİH’sının %25’ini üretiyordu. Brüt Ulusal Gelir’in (2002’de) toplam %32,4’ü devlet sektöründen (ağırlıkla petrol çıkarımı ve işlenmesi) oluşuyordu. Özel sektör de büyük oranda petrol sektörüyle ilişkilere bağımlıydı. Bu nedenle, PdVSA’nın tekellerin kontrolünden çıkarılması, politik iktidar mücadelesinin kilit halkası halindeydi.

2 - Bu olaylar “Devrim Televizyondan Gösterilmeyecek” adlı belgesel filmde, canlı görüntülerle oldukça kapsamlı biçimde anlatılmaktadır. (Yönetmenler: Kim Bartley ve Donnacha O´Brien)

3 - “Meta üretimine dayalı toplumların kendine özgü bir niteliği vardır, üreticiler kendi toplumsal ilişkileri üzerindeki egemenliklerini yitirmişlerdir.” (Engels, Ütopyadan Bilime Sosyalizm, Evrensel Yayınları, Aralık 2006, s. 68) Sosyalizm, bu egemenliğin yeniden kazanılması süreci, plan ise bunu sağlama imkanıdır. Yılmazer’in plana böyle bir rol yüklemediği, tersine, planın rolünü daha baştan “ana üretim stratejilerini saptamakla” sınırladığı görülüyor.

4 - Verileri, Venezuela’da yayımlanan “Ultimas Noticias” gazetesinin 21.06.09 tarihli sayısından aldık. Tablonun kaynağı Venezuela Ulusal Bankası-İstatistik Kurumu (BCV-INE) verileridir. Bu haber, internet üzerinden www.aporrea.org/actualidad/n136931.html adresinden de okunabilir.

5 - Engels, bu noktayı, Anti-Dühring’in ‘Sosyalizm’ bölümünde ele alır. Bkz.: Ütopyadan Bilime Sosyalizm, Bölüm III, Evrensel Yay.

6 - Garcia Linera, Le Monde Diplomatique, Ocak 2006

7 - Garcia Linera, kapitalizme ne derece iman ettiğini sergilercesine, kapitalist dünya sisteminin zangır zangır krizle sarsıldığı bu günlerde yaptığı bir konferans konuşmasında, şu tezi öne sürmüştür: “Kapitalizm, ne sonunu yaşıyor, ne de geriliyor, aksine yeni bir birikim evresine giriyor.” (BolPress internet sitesi, 10.13.2009)

8 - 2008 Eylül’ünde, Doğu eyaletlerinin faşist hareketi tarafından bir darbe gerçekleştirilmeye çalışıldı. Buna bağlı olarak Pando Eyaleti’nin Porvenir kenti yakınlarında faşist milisler tarafından 28 devrimci köylü katledildi. Katliam üzerine eyalette sıkıyönetim ilan edildi ve ordu eyalet başkenti Cobija’ya yürüdü. Eyalet Valisi faşist Leopoldo Fernandez, katliamın sorumlusu olarak tutuklandı.

9 - Roberto Regalado, Latin America at Crossroads [Latin Amerika Yol Ayrımında], Ocean Books, 2006. Bu kitabın Türkçesi, Akademi Yayınları tarafından basıma hazırlanmaktadır. Bu kitapta, Küba Komünist Partisi’nin MK Uluslararası İlişkiler Sorumlusu olan Regalado, halkçı-reformcu hükümetler dalgasının sınırlarına tarihsel bir perspektif içinde işaret ederek, devrimin zorunluluğunu vurgulamaktadır.

10 - Bu olgu, Teoride Doğrultu dergisinin 28. sayısında “Latin Amerika’da Sovyetler” başlıklı yazıda ele alınmıştı. Kaynak: www.teoridedogrultu.org/?s=haberDetay&haberId=57

11 - Güç dengeleri meselesine burada yapılan atıf yanıltıcı olmasın, Yılmazer, sorunun güç dengelerinden kaynaklanmadığının da farkında! “İkili iktidar olgusuna sadece ‘güç dengeleri’ açısından yaklaşmak veya eski halk iktidarları dönemlerindeki program uygulamalarına hemen geçilmeyişini sürekli eleştirip durmak sorunun özgünlüğünü ve boyutlarını kavramamaktır” diyor.

12 - Örneğin NKP(M) MK üyelerinden Hisila Yami şöyle diyordu: “Yeni Demokratik Devrimin hedefi, Komünist Parti yönetiminde sosyalist yönelimli bir ulusal kapitalist ekonomik sistem geliştirmektir.” (Monthly Review, Kasım 2005)

13Latin Amerika Marksizmi’nin kurucusu Perulu Marksist Jose Carlos Mariategui’nin ünlü sözü.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi