Zalimliğin Kısa Tarihi

-1-

Zeytin, domates ve ekmekten ibaret bir kahvaltı masası. Milyonlarca yoksuldan biri olabilir masadaki. Kapı çalınıyor, karşımızda katil. Sıktığı kurşunlar, Deniz Poyraz’la beraber hepimize. Devlet çıkarı ve beka endişesi etrafında yapılanan kontrgerilla şebekesi mesaide. Bir kez daha Kürdün canını alarak bütün toplumu terörize etmek, yıldırmak, teslim almak istiyorlar. İlk mi? Değil. Son mu? Muhtemelen değil. Ezenle ezilenin, devletle halkın, devletle kadının... Binlerce yıl öteye uzanan kadın mücadelesinin iki bin yirmi bir yılı Haziran Türkiye’sinde aldığı biçimi anlatıyor bu cinayet ve dökülen kan sınıf mücadelesinin olabilecek en somut ifadesi. Kürdün kavgası, Kürdün hak ve özgürlük talebi bir kez daha ölümle yanıtlanıyor.

Üstelik bunu kentin ortasındaki bir binada silahsız savunmasız bir isme saldırarak gerçekleştirmek de kendine özgü anlamlar taşıyor. Irkçılık ve “bölücülük” paranoyası Kürdün kanı üzerinden temize çekilecek, uygun koşullar olursa malına mülküne, tasına tarağına el konulacaktır.

Türkiye -elbette Osmanlı’yı da unutmamalı- siyasal tarihi bile, bir toplumsal grubu hedefleyen bütün saldırıların, aynı zamanda, saldırıya uğrayanların elinde avucunda ne varsa tamamına el koyma gözü dönmüşlüğünü de taşıdığını anlatmaya yeter.

Çok şükür Kürtler gerek direngenlikleri gerek nüfusları vesilesiyle bu hevesi sömürgecilerin kursağında bıraktı. Kesintilere uğramakla beraber sürekliliğini sürdürme başarısı gösteren bu mücadele acıyı dönüştürme, acıdan özgürlük şarkıları elde etme başarısı taşıdı.

Deniz Poyraz, Erdoğan-Bahçeli yönetimindeki kontrgerilla cinayetinin, açık bir siyasal katletmenin hedefi olurken sömürgeci hezeyanlarla özgürlük mücadelesi bir kez daha karşı karşıya geldi. Ölen ama yenilmeyen Deniz’in kişiliğinde özgürlük mücadelesi oldu. Ailesinin vakur duruşu ve sözünü sakınmayan tavrı özgürlük mücadelesinin, bundan önceki on yıllardan çok daha fazla özgürlüğe, zafere kilitlendiğini anlatan kuvvetli işaretler taşıyor.

Tam da bu nedenle devlet ve Kürtler etrafında süregelen mücadelede sömürgeciliğe ve yer yer soykırım düzeyindeki katliamlara rağmen Kürtlere “Kerbela” yaşatılamadığını söylüyoruz. O direniş dönemi dili ve ağıtları son otuz yılda kalıcı biçimde geride kalmıştır. Bugün bambaşka bir düzeye geçilmiştir.

Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi boyunca varlığını kolektif olarak sürdüren, katliamları şu veya bu düzeyde isyanlarla, misillemelerle karşılama tutumunu uzun on yıllar boyunca sağlayabilen yegane odak Kürtler oldu. Başka pek çok sorunun yanı sıra, buradaki devamlılık ve karşılık verme kapasitesi Türkiye emekçi solunun dersler çıkarabileceği bir başlıktır. Bu baş eğmezlik bilinci ve sezgisinin kuşaklar boyunca sürmesi, önceki tecrübelerden sonuçlar çıkartarak dikkat ve uyanıklığa vesile olması önemli. Yine bu çerçeveden bakılırsa solun, sosyalist akımların kültürel, siyasal ve örgütsel bilinç ile sürekliliği ama aynı zamanda niteliği kaybetmesiyle yenilgi, dağılma hali arasında kimi ilişkiler kurulabilir.

Tarihsel akışta Kürtlerin davranış biçimlerini ele aldığımızda iki şey hemen dikkat çeker: Şartlara uyum sağlayarak her koşulda kendilerini yeniden üretme ve iç örgütlenme başarısı.

Batı merkezli ve ‘ulus’ odaklı analizlerin kör noktası uluslaşma öncesinin karanlık, boşluk veya ilkellik gibi yaftalarla değersizleştirilmesi oldu. Bu bakış kimi Marxizan akımları da etkiledi. Oysa uluslaşmadan önceki tutarlı–sürekli varoluş biçimine bakarak kavimlerin, toplulukların muhtemel istikametine dair fikir üretmek veya şimdiki zamanlarını anlamlandırmak mümkün. Söz gelimi Alman disiplini ile Cermen toplulukların, Amerikan pragmatizmiyle ABD’deki, köksüz ve çok bileşenli devlet yapılanmasının pek çok ilişkisi bulunur. “Sınıfsal analiz” adı altında Marksizm’in apaçık sağ yorumu sınıf mücadelesinde bu etkeni yeterince dikkate almadı. İktisat odaklı tasniflerle sınırlayarak, topluma bakınca yalnızca işçi-burjuva-küçük burjuva gördüler ve zamanla kendilerini tekrar eden, muhatap toplumların dil, kültür, tarih, gelenek, din gibi, belli koşullar altında hiçbiri diğerinden önemsiz olmayan tutumları yok saydılar. Devrimci ve emekçi solun daralmasında bunun da rolü oldu.

-2-

Konu özelinde, Türklerin tarih boyunca teşkilatlanma kapasitesinin kuvvetli oluşu gibi -ki göçebelikten dolayı Türk toplulukları ayaklı-seyyar- mobiliz’e ‘devletler’ oluşturdu- Kürtler de aşiretler biçiminde birbirinden bağımsız ama kuvvetli iç örgütlülükler geliştirdiler.

Aynı nedenle, Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde Kürt isyanları lokal kaldı ve bir yerdeki yenilgi diğer taraflardaki Kürtleri pek etkilemedi. Geç uluslaşmanın toplu yenilgileri önlediğini, devletin de bastırma hareketlerinden istediğini alamadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Dönemin aydınları ve bugün hemen hepimiz, bastırılan Kürt isyanlarının ardından devlet idarecilerinin sözlerini -Mustafa Kemal: Türkiye’yi Mutkili aşiret reisleri mi yönetecek?- ve gazete manşetlerini -19 Eylül 1930 tarihli Millet gazetesinde temsili Ağrı Dağı ve üzerinde bir mezar taşına; ‘Muhayyel Kürdistan burada metfundur. ‘Hayali Kürdistan burada gömülüdür’ yazılı olduğu bir karikatür yayınlanıyor- okuyor, duyuyorlardı.

Kürt aydınları lokal direnişlerin tamamının akıbetini biliyorlardı ve bir tür erken ulusal bilinç yaşayan entelektüel zümre gibi umutsuzluğa da erken kapılıyordu. Devlet reisinin açıklamaları, Batı taklidi ulusal irade kırma hayaline yaslanıyordu. Fakat Kürdistan’daki Kürt halkı ne kimi entelektüeller gibi günübirlik umut/umutsuzluklar yaşadı ve ne de gazetelerdeki gözdağına aldırdı.

Kürdistan halkı kendi içinde masallar, hikayeler, hatıralar, geçmiş kuşakların kahramanlıkları gibi büyük çoğunluğu sözel ve kuşaktan kuşağa tecrübe aktarımıyla biyolojik varlığının yanı sıra kültürünü de üretti, yaşattı. Dolayısıyla ortalama bir Kürdün zihninde onu yorgun düşürecek, korkutacak, yıldıracak bir tarih bilgisi yoktur. Erken evrelerde devletleşmemiş olması da onu başka uluslara karşı kibirden mümkün mertebe uzak tutmuştur.

Örgütlenme becerisini, erken cumhuriyet döneminde sürgün edilen 500 bin Kürdün Türkiye’nin dört bir yanında hemen bir düzen kurma, önce ekonomik sonra sosyal hayatlarını örgütleme eğilimlerine bakarak anlamak da mümkündür. Neredeyse sıfır sermaye ile çıkılan sürgünde tamamı, Türkiye’deki kapitalizm ve kapitalizm öncesi koşulları kullanarak bazen gettolaşarak bazen evlilikler yoluyla açılarak bir tür tahkimata başvurdular.

Kürtlerin belki de en büyük şansı Kürdistan özgürlük hareketinin ortaya çıkışıyla Kürt uluslaşmasının asimilasyona kurban edilmesini önlemesidir. Elbette başka pek çok politik-örgütsel yapılar eş zamanlı olarak ortaya çıktı. Ancak biri hariç tümü tasfiye oldu. Kürdistan İşçi Partisi’nin, aynı zamanda yönetimi, ana gövdesi ve en yaygın aktivist yapılarıyla çoğunlukla emekçi ailelerden gelmesi, onları çabuk gelişip çabuk dağılan orta sınıf aydın handikabından kurtardı. Alt sınıflardan gelen ve kaderlerini Kürdistan’ın kurtuluşu idealine bağlamak bunu türlü virajlarda defalarca gösteren bir önderlik yapısı ile halkın kaynaşması, organik bütün oluşturması önemlidir.

On binlerce Deniz Poyraz’ı doğuran analara manevi güç sağlayan bu pratik ve düşünsel ortamın kendine has doğası sömürgecilik tarafından parçalanmaya çalışıldı. Hatta halk gerçeğinden epey

uzak kimi sol-demokratik çevreler de kuşkusuz kibir ve modernizm havailiği dışında kasıt taşımayan harc-ı alem ifadelerle bu parçalamaya nesnel destek sundu.

Kürt halkı, verili kimliğin üzerine ekleyerek, mücadele ve bilgi tahkimatıyla kendilerini günden güne geliştirirken bu çevreler sol-sosyalist gibi kimliklerin kendilerine nitelik kazandırdığı vehmine kapılarak ve neredeyse hiç okumadan, literatürü takip etmeden, hiç değilse 100 yıllık yavan tekrarlarla onlara akıl vermeye çalıştılar ve doğal olarak dikkate alınmayarak aşıldılar. Kürde dışarıdan akıl verme, iş buyurma, görev listesi hazırlama gülünçlükleri uzun süredir alaya alınıyor ki bu özgüven de kıymetlidir. Kürt uluslaşması ve Kürdistan özgürlük hareketinin ortaya çıkışından bu yana stratejik yenilgi almayan Kürt halkının ölümleri ağıtla, hezimetle, korkuyla karşılamaması ama ve bu arada karşı devrimin kışkırtmalarına da kapılmadan kendi bildiği-inandığı ve sonuç aldığı yolda ilerlemesi karşı-devrimin umutlarını kırıyor.

Dünyanın şimdiki zamanında, genellikle dış düşmana karşı saldırgan milliyetçi dil pek çok ülkede iktidarların kendi devamlılıklarını sağlamak için sığındığı saçak altı işlevini görüyor. Zaman zaman Türkiye’yi dünyadan soyutlayan, AKP- MHP koalisyonunda en etkin biçimini bulan faşizmi de kendine özgü sayan veya öyle anlamayı daha işlevsel bulan bakış açılarının problemi milliyetçiliği Türkiye’ye özgülemektir.

-3-

Milliyetçiliğin dönemsel yükselişi dünya ölçeğindeki mevcut iktidarların olağan yol ve yöntemlerle kendilerini sürdürememelerindendir. AKP- MHP’deki milliyetçilik, baskın evet ancak olası bir CHP-İYİP iktidarına da, koşullarda köklü bir değişim olmadıkça milliyetçi dozaj eksilmeyecektir. Dışarıya dönük milliyetçilik bir yandan içerideki sınıfsal çelişki ve çatışmaları perdeliyor bir yandan da somut karşılığı olmadığı, yani ülkeler her milliyetçi ırkçı saldırıdan sonra savaşmadığı için ucuz maliyetli bir tutumdur. Tekelci sermayeden orta burjuvaziye dek sermaye dünyası da kendilerince bundan azami ölçüde fayda devşirir. Bu tarzda milliyetçiliğin araçsal kullanımı milliyetçiliklerin içinde farklı dalların ortaya çıkmasıyla yol açar. Mesela Türkiye’de, ana akım milliyetçilik ırkçı formlara büründükçe oradan uzaklaşan seküler, modern, ırkçılığı reddeden dar çevrelere işlenen kentli bir milliyetçilik uç veriyor.

Benzerini İslami gelenekte gördük. Duvara vurdukları, sözleri tükendiği, idealleri kalmadığı, toplumsal tasavvuru tamamen saldırganlıkla şekillendiği için dinsel ve milliyetçi ‘ideoloji’ araçsaldır. Birinden diğerine, kentleşme ve kapitalist iktidardan işleyişi nedeniyle ağırlıklı olarak siyasal İslamcılıktan milliyetçiliğe kayış epey kolaylaşıyor. Devletin bekası ve yıkılma paniği bu tür bir melezleşmeye yol açtığı gibi milliyetçi vurgular katalizör işlevine sahip oluyor.

Milliyetçiliğin hedefi ülke içindeki başka ulus ve ulusal topluluklar olunca -buna inanç gruplarıyla farklı dinlere mensup olanları da “yabancı nefreti” vasıtasıyla ekleyebiliriz- politik cinayet, katliam ve katliam girişimleri ortaya çıkıyor.

Sayılanların tamamı devlet eliyle, üstelik marifet gibi dökümleri-envanterleri çıkarılarak hali hazırda sürdürülüyor. Resmi ve kitlesel cinayetler cezaya muhatap olmadığı gibi iftihar ve ödül konusuna dönüyor. Yine devlet ancak yasaları baypas ederek kontrgerilla eliyle benzer saldırılar yürütüyor. Fail “hukuka” teslim edildiğinde ya deli çıkar ya bir biçimde rahat etmesi sağlanır. Fail teslim etmenin kullanışlı yanı, meselenin kapatılmasıdır. 2000’li yıllarda Hristiyanlara dönük ve elbette sermayelerine el koymayı da kapsayan tehditler, saldırılar, teslim edilen kimi faillerle kapatılan dosyalar o yönelimin parçasıydı.

Bugün Kürdistan özgürlük hareketine ve onunla dolaylı teması olanları da “terörist” sayma resmi konsepti Deniz Poyraz cinayetini ve bundan sonraki muhtemel saldırıları doğuran politikadır. Dahası bu cinayeti doğrudan Erdoğan-Bahçeli faşizmi yönetmiştir. Basında bu amaçla söz-yazı üretenden akademiden bu stratejiyi kendince uygulayana dek karşı devrim cephesinin pek çok bileşeni kolektif cürüm ortağıdır. Açıkça karşı çıkmayan, eleştirmeyen, asgari demokratik davranış çizgisini sahiplenmeyen herkes potansiyel faildir.

Fütursuz saldırganlık ve Kürdistan halkının dış düşman muamelesi görmesi, acılarının saklanması, toplumun diğer yoksullarıyla aralarında kurulacak iletişim biçimlerinin kesilmesi ve rejimin koyduğu sınırları kabullenmeye zorlaması önümüzdeki dönemin neleri beraberinde getireceğini anlatıyor. Sömürgecilik, kah açık şiddet kah asimilasyonlarla varlığını orada kabullendirmek istiyor ki bu eski hayal dün, çok daha elverişsiz koşullarda dahi reddedilmişti. Dolayısıyla buradaki açı farkının kapanması mümkün değil.

Kürdistan halkının, Deniz Poyraz’ın şahsında temsil bulan tok sözlü, açık, ret tavrı bırakalım kolektif haklardan vazgeçmeyi özgür Kürdistan ümidi ve arayışının hakim hale gelmekte olduğunu ve o uğurdaki bütün kayıpların peşinen kabullenildiğini ve göğüslendiğini gösterdi. Taraflardan birinin kontrgerilla metotları, diğerinin bütün bedelleri ödemeye hazır tavrı çarpışmanın daha sert ve belki karşılıklı hamlelerle süreceğinin göstergesi.

Kürdistan’ın diğer parçalarındaki etkinlik ve Rojava’nın uluslar arası statü kazanmasının güncel bir olasılığa  dönüşmesi, mücadele yürüten özne bakımından tetikleyici faktör niteliğinde. Dolayısıyla politik uzlaşma ve molaları dışlamamakla birlikte kabuğuna çekilme, sinme, dağılma içeren adımlar atması mümkün değil. Ölümlerin olağan acılarına, üzüntülerine yenilmeme, ümidi oralarda da üretme kabiliyeti böyle bir zeminde derinleşiyor.

Bu şartlar altında karşı devrim cephesinin yağmalamaktan kolayca vazgeçemeyeceği yollardan biri türlü vaatler, satın almalar, yozlaştırmalar, Kürdistan özgürlük hareketinin literatüründeki ifadeyle- “düşürerek” toplumsal yapıyı bozmak, güven erozyonu yaratmak, ideallerden kopararak kişisel yaşam kaygılarını virüs gibi topluma yayma ‘anlayışı’dır. Doğrusu bu konuda denenmiş, kimi hallerde sonuçlar alınan araç bolluğu bulunuyor karşı devrim cenahında. Ancak bu çabaların en kitlesel muhatabı olan Kürdistan halkı ve özgürlük hareketi tümünü, çeşitli mekanizmalarla etkisizleştirebildi. Kimi koşullarda bir daha denendiğinde rejimin sonuç alacağına inanmamızı gerektirecek veriler bulunmuyor.

-4-

Deniz Poyraz cinayetiyle test edilen bütün bir Kürdistan halkının refleksi, dayanışma duygusu ve moral sağlamlığıydı. Ortaya çıkan sonuç, kontrgerilla aygıtları açısından bir kabus oldu. Şimdi, birkaç kuşak bu saldırı ve ona karşı toplumsal duruştaki direngenlikten beslenerek büyüyecek, özgürlük arayışına katılacaktır. Rejim Kürdistan özgürlük mücadelesini ne çürütebilir, ne denetim altına alabilir, ne korkutup örgütsüzleştirebilir. Kürdistan halkı bunu bir kez de Deniz Poyraz’ın katli vesilesiyle verdiği cevapla gösterdi.

Marksist Leninist Komünistlerin, meselenin ruhu değişmediği için hala eskimeyen belirlemesi ‘90’larda olduğu gibi bugün de çözülmesi gereken bir sorun olarak ortada durmaktadır: Kürdistan halkı ve özgürlük hareketi üstüne düşeni yapmak için canla başla çalışıyor. Ancak rejim, sayılagelen nedenlerle Kürdistan halkıyla Türk halkı ve Türkiye emekçi solunun kitlesel biçimlerde etkileşim ve iletişim kurmasını engelledi. Marksist Leninist Komünistler uzak gözlerle bakanların bile fark edeceği gibi rüzgara karşı yürüyerek, kimi alanlarda geçici zayıflamaları göze alarak, sosyal şovenizmin türlü biçimlerini göğüsleyerek Kürdistan’ın özgürlük mücadelesini, limitlerini zorlayarak omuzladı, omuzluyor. Ödenen ve ödenecek bedelleri de daha ilk andan itibaren peşinen kabullendi.

Ancak bu nihayet sınırlı bir politik üst kuvvetin inatçı tutumudur. Aslolan Türkiye saflarında şovenizm zehrini etkisizleştirecek, halkların eşitliğini şiar edinen, sömürgeciliğin savaşı coğrafi olarak Kürdistan’a yığması, hem demografik olarak Kürtlerle kendi arasına sıkıştırması stratejisini elimine edecek kitlesel mücadelelerin başarılmasıdır. Halihazırdaki sıkışma, ki ne kadar ‘90’lardan farklı olarak Kürdistan’ın diğer parçalarını değerlendirme ve statü kazanma imkanı bulunsa da, karşı-devrime manevra kabiliyeti kazandırıyor.

Deniz Poyraz’ın kahvaltısı bu coğrafyadaki milyonlarca yoksulla kurulacak en doğal bağa işaret eder. Kürdistan’daki mücadelenin aynı zamanda alt sınıfların, yoksulların özgürlük mücadelesi olduğunu görmezden gelen her analiz o kahvaltı masasına çarpıp dağılır. Bu hakikati anlamak ve göstermek aynı nedenle oldukça önemli. Yanı sıra Kürdistan özgürlük hareketi; politik devrimci bir akımdır. Bu iki gerçek görülmeden girişilecek her eleştiri gülünç bir hamasetle sonuçlanır ve muhataplarının analitik ve düşünsel yüzeyselliğini anlatır.

Cumhuriyet tarihine baktığımızda, arşivleri taradığımızda şunu görürüz: Bugün gördüğümüz ve duyduğumuz, karşımıza ‘fikir’ olarak çıkarılan, tamamı aptalca ve esası Kürt karşıtı ifade ve argümanlara 1950’lerden itibaren yaygın biçimde rastlarız. Dolayısıyla özgür, zamanla edinilmiş düşünceler değil siyasal fanatizmle şekillenen Kürt düşmanlığı, bugün doğrudan devletin sevk ve idaresinde bulunan, Erdoğan ve Bahçeli’nin siyasetinde vücut buluyor.

Katilin kimliği elbette Kürt düşmanlığı ve ırkçılıkta daha pervasız olan MHP’nin katil sağlamada önde gittiğini gösteriyor. MHP bir kontrgerilla aparatı olarak kullanılan, atılan, tekrar kullanılan devrimci mücadele karşıtı bir silah olarak iktidarların hizmetinde olageldi. Zaman içinde, bu kullanılıp atılmaya dayanamayıp pişmanlık duyanlar oldu. Fakat aynı MHP, bugün, dünkü argümanları adeta kopyalayarak güncelliyor ve dünden farklı olarak dar bir çevreye değil bütün topluma hitap ediyor.

Bir aparatla onu kullanan devlet cihazını idare etmek önemli farktır.

Yanı sıra, kontrgerilla aparatı olarak devrimcilere ve Kürtlere dönük saldırganlığı kuşandığı 1970’lerin ikinci yarısında, MHP tam da bugünkü gibi büyüyememe krizi nedeniyle, bir askeri darbe hazırlığına girişti. Rejimin iç savaş stratejisi ve kaosundan kendi çıkarları için böyle yararlanmaya çalıştı. İç savaş ortamının kızıştığı bir zaman diliminde, 1978’de, TSK içinde MHP darbesini hazırlamaya çalışan subaylar tasfiye edildi. O şartlarda bile devlet, kendi toplumsal meşruiyeti bakımından “sağdan ve soldan özerk bir yapı” yanılsamasını canlı tutmaya çalışırken bugün bu tür dertler-kaygılar bütünüyle ortadan kalkmış durumdadır.

Benzer biçimde MHP bugün de oy oranını artıramıyor. Tuhaf bir paradoks: An itibariyle AKP’yi de domine edebilen MHP, herhangi bir seçimde barajı aşacak kadar oy toplayamaz. Diğer yandan, düşman bellediği HDP, bazı tahminlere bakılırsa MHP’nin oy oranını önemli farkla aşıyor.

-5-

Yaygaracılık, provokasyon, dar grup mobilizasyonu MHP’nin karakteri ve Marksist Leninist Komünistlerin daha önce işaret ettiği gibi MHP’nin davranış çizgisi 1970’lerdeki halini andırıyor.

Aslında MHP, dün cemaat şebekesinin yaşadığı sorunla yüz yüze. Kadroları var, AKP ona muhtaç oldukça devletin bütün stratejik kademelerini o kadrolarla dolduruyor. Fakat MHP bir “kitle” partisi olamıyor. Cemaat bu hayati soruna, önce takiyye ve adliye-polis marifeti ile sessiz darbe girişimiyle yanıt verdi ancak toplumsal tabanı yoktu.

MHP’nin bu şartlarda  devlete -bilhassa TSK’ya- yerleştiği halde kitle sorununu çözememesi, Bahçeli’nin, düne kadar AKP’ye galiz ifadelerle saldırırken şimdilerde suyuna gittiği eleştirilerini, “MHP’nin tek başına iktidar olma vakti geldiği” cümlesiyle yanıtlaması ve bunu tekrarlaması sıradan bir savuşturma gibi görünmüyor.

Bu durumda o kontrgerilla çekirdeğinin stratejisi bir de Alevilik üzerinden örtük veya açık gerilimleri üretmek, koşmak, tetiklemek olacaktır. MHP açısından ‘yeni’ ve orijinal bir tutum mu? Hayır! Sivas, Maraş, Çorum örnekleri halkın zihninde diridir.

Katliamları MHP’li katillere yaptırması, AKP’nin cinayetleri ve linç hareketlerini doğrudan yönettiği gerçeğiyle çelişmiyor. Siyasal İslamcılık, yönetebildiği sürece bunlardan fayda devşirir ancak çok sıkıştığında faturayı üstlenmekten de kaçar.

Yabancı düşmanlığı, batı karşıtlığı, gayrimüslimlere tehdit, Alevleri tahkir eden ifadeler, Kürt halkına dış düşman/5. kol faaliyeti etrafında yaklaşan hastalıklı zihinsel yapı politik cinayet ortamlarının üreticisidir. İktidar bileşenleri için her şey parçasaldır. Pek çok durumda bu tür cinayetler aynı amaca bağlı kullanılabilir, şu veya bu dönemde olur-olmaz da denilmez. Sakine Cansızların katli, aynı günlerde Kürdistan özgürlük hareketinin kurucu isimleriyle görüşmeler yürütülürken gerçekleşti. Yine benzer bir tutumla, birdenbire, DTP’lilere karşı kitlesel saldırılar, linçler başlatılıverdi.

Türkiye siyasi coğrafyasında rejimden beklentiler, iyi niyetler, “Çözüm geliyor” türü andırmalar eğer düşünsel körlükten kaynaklanmıyorsa en hafifinden ilizyona kapılmaktır. En temel demokratik haklar dahi ancak ve sadece kitlelerin siyasal demokrasi arayışıyla mümkün. O durumda bile, iktidar bir biçimde o basıncı hissedince ilk fırsatta politik intikam adımları atar. Gezi’den sonrası ve imzacı akademisyenlere karşı hareketin evrimi bunları anlatan iki somut örnek.

İşaret edildiği gibi, Türkiye emekçi solunun stratejik zaafı süreklilik sorununu aşamamasıdır. Kürdistan halkı ve hareketi, zamanında yapılan dönem stratejileri ile bu sorunu aşabildi. Güven erozyonuna da yol açan bu zaafı, öncü iradi güçler kadar, öz savunmayı da içeren, doğrudan demokrasi biçimlerini işleten ortak tartışmaları yürütmesi yoluyla özgürlük ihtiyacı ve arayışı içinde olan ezilenlerin de ortak adımlarla aşmak durumundadır.

-6-

Politika en zor şartlarda dahi geçici uzlaşmaların, ittifakların, anlaşmaların olabileceği hareketli bir sahadır. Ancak bu hiçbir zaman karşı devrim cephesinin şu ya da bu bileşeninden medet ummak demek değildir. O tür umutlar, ummalar hüsranla sonuçlanmakla kalmaz, bazen bir mücadele kuşağını umutsuzluğa sürükleyerek kırar geçirir. Kof böbürlenmeler, gücünü abartmalar, niyetleri hakikat saymalar kadar böylesi beklentiler de sorunludur. Hatta, oluşturduğu sorunları bakımından o tür ummalar daha yıkıcıdır.

MHP- ona bağlı isimler ve muhtemel planlamaları karşısında CHP’ye meyletmenin duygusal ortamına dönüştürülürse ‘kırk katır’ yerine ‘kırk satır’ tercih edilmiş olur. Rejimin restorasyonu planına bağlı yönelimlerle şeflik sistemi arasında olanlar, Kürtler, Aleviler açısından esaslı fark yoktur. Böylesi beklentiler, yenilgi ve dağılma zamanlarında bilhassa yarı aydınlarda rastlanan orta sınıf politika yapış biçimidir.

Kürdistan halkının hiç de nostaljik olmayan, geleceğe bakan, olanakları görerek aralarında tahkimat yapan, ödenen bedelleri birbirine hatırlatan, kahrolmak yerine psikolojik savaşı boşa çıkaran adımlar atan vakarı ve cesareti herkese örnek olmalıdır. Deniz Poyraz’ı içinden çıkaran onlardır. On binlerce Deniz Poyraz hala oradadır. 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi