Yeniden Yapılanma Zorunluluğu Ve Üç Farklı Yönelim

1990’ların başında, dünya ölçeğinde, komünist ve devrimci hareketlerin, Marksizm ve sosyalizm iddialı akımların hepsi, nesnel olarak, yapısal bir krizle karşı karşıya kaldılar. Revizyonistlerin egemenliğinde içten çürüyen Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkeleri hızla çöküp dağılmış, sosyalist Arnavutluk ise uğursuz bir yenilgiye maruz kalmıştı. Dünya burjuvazisi “tarihin sonu” naralarıyla kesin zaferini ve kapitalizmin ebediliğini ilan ediyordu. Emperyalist sarayların postmodernist dalkavukları devrim ve sosyalizm ideallerini alaya alıyor, dünya işçileri ve ezilenleri nezdinde sosyalizme sempati yıkıma uğruyordu. Dahası, devrim ve sosyalizm hedefleri, bu hedefleri gerçekleştirme öznel iddiasıyla hareket edenler arasında bile anlam kaybı yaşıyordu.

Aynı yıllarda, emperyalist küreselleşme süreci başlıca zincirlerinden kurtulmuş, tekelci sermayenin uluslararasılaşmasında yeni bir nitel düzeye varılmıştı. Kapitalist dünyanın iktisadi, siyasi ve toplumsal çehresinde büyük çaplı dönüşümler meydana geliyordu.

Bu tablo, sosyalizm için mücadelenin bir tarihsel döneminin kapandığını, yeni bir tarihsel döneminin ise eşiğinde olunduğunu resmediyordu. Zira büyük çoğunluğu 1960-80 aralığında oluşmuş veya değişim geçirmiş parti ve örgütlerin içinde hareket ettikleri tarihsel koşullar artık aşılmıştı. Marksizm ve sosyalizm iddialı bütün akımlar için nesnel olarak bir yeniden yapılanma zorunluluğu ortaya çıkıyordu. Bir başka ifadeyle, şekillenen tarihi yapısal kriz nesnelliği, öznellik düzleminde ancak yeniden yapılanma yolundan yanıtlanabilirdi.

Uluslararası yapısal kriz, Türkiye ve Kürdistan topraklarında, o “an”daki özgün siyasi iklimle bütünleşerek karşılık buldu. Devrimci ve komünist hareket, 12 Eylül yenilgisinin yaralarını sarmaya başlamıştı, fakat yenilgi sonucu baş gösteren ideolojik ve örgütsel bunalımı henüz tamamen aşmış, bir siyasi atılım yoluna girmiş de değildi. İşçi ve emekçi mücadelelerinde kabarmalar gerçekleşiyor, fakat iktisadi ve hatta siyasi mücadelelere adım atan kitleler sosyalizm iddialı parti ve örgütlerin saflarında artık kendiliğinden birikmiyordu. Kuzey Kürdistan’da ulusal özgürlük savaşımı serhildanlarla bir devrim düzeyine sıçrarken, devrimci gelişme çarpıcı biçimde eşitsizlik gösteriyor ve Türkiye’de kışkırtılan şovenizm emekçi sol hareketi gitgide daha çok baskılıyordu.

Dünya devriminin siyasal ve toplumsal koşullarındaki değişimden köklenen, aynı zamanda Türkiye ve Kürdistan birleşik devriminin siyasal koşullarındaki değişimden beslenen yeniden yapılanma zorunluluğu, böylece ‘90’ların başında, öznel planda sosyalizm iddiasını dile getiren siyasal akımların karşısına dikilmiş durumdaydı. İster devrimci isterse reformcu olsun, ister sosyalizm için dövüşsün isterse sosyalizmi sadece lafta benimsesin, üstelik yapısal krizin ayırtına varsın veya varmasın, sosyalizm iddialı bütün parti ve örgütler değişen tarihsel koşullar tarafından yeniden yapılanmanın çekim alanına itilmişlerdi. Çünkü aşılan tarihsel koşullarda şekillenmiş ideoloji, teori, program, strateji, taktik ve örgüt bütünlükleriyle hareket ediyorlardı. Oysa oluşmakta olan yeni tarihsel koşullar, bilinçli ve iradi yönelimlere konu olsun veya olmasın, kapsamı, sosyalist ideolojik argümanlardan Marksist teorik kavrayışa, emperyalist küreselleşme analizinden sosyalizmin yenilgisinin derslerine, dünya ve bölge devrimi perspektiflerinden Türkiye ve Kürdistan birleşik devrim stratejisine, kadın özgürleşmesinden politik mücadele tarzına, cephesel ittifaklardan örgütsel birliklere, mücadele biçimlerinden parti yapısına kadar uzanan bir yenilenmeyi gerektiriyordu.

Devrimci olan için akıntıya karşı kürek çekmek demekti bu. Yeniden yapılanmanın devrimci muhtevası, sosyalizm için mücadelenin yeni tarihsel döneminin devrimci önderliğini, 21. yüzyılın devrimci önderliğini oluşturmaktı.

Bugünden geriye bakıldığında, ‘90’ların başında uluslararası düzeyde ortaya çıkan yapısal krizin bütün boyutlarının en baştan belirginleşmiş olmadığı ve belirginleşmesinin yılları aldığı, dolayısıyla devrimci yeniden yapılanmanın da öyle kısa vadede birkaç hamleyle sonuçlanmasının mümkün olmadığı ve birbirini tamamlayacak birçok yenilenme adımını gerekli kıldığı daha net görülür.

Üç Farklı Yönelim

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, 90’ların başında emekçi sol hareketin nesnel olarak önüne dikilen yeniden yapılanma zorunluluğu karşısında birbirinden farklı üç yönelim kendini gösterdi.

1) Dogmatik yönelim. Kapitalist emperyalizm bünyesinde meydana gelen değişimleri, sosyalizmin yenilgisinin nedenlerini, Türkiye ve Kürdistan devriminin yeni sorunlarını nesnel bir incelemeye tabi tutmaktan, bunlardan çıkan sonuçlarıysa program, strateji, taktik ve örgüt düzeylerinde yenilenmelere dayanak yapmaktan kaçınmak, kapanan tarihsel dönemdeki varoluş tarzını aynen savunup sürdürmeye çalışmak dogmatizmin tipik tutumu oldu. Mevcut olanı koruma tutuculuğu, Marksist teorik yöntemin tabulaştırılmış örgütsel görüşlere kurban edilişi, doktrinerizm, ilkesiz ayrılıkçılık geleneğinden kopamayış ve grupçuluk kültürünün baskınlığı, burada eski varoluşa nicel tahkimat yapmanın ötesinde bütünsel bir devrimci yenilenmeyi imkansız kıldı. Zaten, nesnel olarak filizlenen yeniden yapılanma zorunluluğu öznel düzlemde büsbütün inkar ediliyor, eskiyle bir içerip aşma ilişkisi kurmaya cesaret edilemiyordu.

2) Tasfiyeci yönelim. Yeniden yapılanma zorunluluğunun farkına varmak, tarihsel ve güncel olgulara yeni sorular sormak ve bu sorulara yeni yanıtlar aramak, fakat bunu devrimci ideolojik normlara ve Marksist teorik ilkelere sırtını dönerek yapmak, yeniyi tartışmayı devrimci tarihle ve devrimci kazanımlarla hesaplaşmanın yordamı haline getirmek, böylece kopuş yaparken devrimci yeniye sıçramak yerine daha da geriye düşmek tasfiyeciliğin karakteristik tutumu oldu. Devrimin ve sosyalizmin muzaffer geleceğine inanç zayıflamasının, Marksizmi devrimci ruhundan soyundurmaya girişmenin, tarihsel devrimci birikimi toptan damgalayıp inkar etmenin, devrimci savaşımın bedellerini göğüsleme kararlılığından yoksunlaşmanın varıp varabileceği yer, sadece, burjuva demokrasisine angajmanın ötesine geçemeyen bir yeni varoluş biçimi olabilirdi. Zira yenilgilere yenilinmiş, devrimci iradeler kırılmış, ideolojik çözülmeler derinleşmiş, reformist siyasette karar kılınmıştı.

3) Devrimci yönelim. Yeniden yapılanma zorunluluğunu devrim ve sosyalizm amaçlarına sarsılmaz bir sadakat besleyerek anlamlandırmak, içinden çıkıp gelinen eski tarihsel koşullardaki bütün devrimci değerleri içermek ama bütün yetmezlikleri de eleştirmek, hem tasfiyecilikle ama hem de dogmatizmle kendisi arasına kesin sınırlar çekmek, uluslararası komünist hareketteki bölünmelerle karakterize olan bir dönemde şekillenmiş Marksizm kavrayışını yenilemeye girişmek, grupçuluk illetinden ilkesizleşmeksizin sıyrılmak bu yönelimin devrimci niteliğini belirledi. Yeniden yapılanma süreci boyunca tutulacak Marksist-Leninist kılavuz ipi, politik iktidar mücadelesini devrimci çizgide büyütme hedefine, kısacası devrimci pratiğe mutlak bağlılık olacaktı. Geçmişle gelecek arasındaki devrimci köprüyse ancak sürekliliğin ve kopuşun birliğinde sağlanabilirdi. Devrimci yeniden yapılanmanın meşakkatli yolunu yürümek, o zaman, devrimci hareketin Rönesansı olmayı başarmakla eş anlamlıydı.

Burada, “içerip aşmak” anahtar kavramımızdır. Sürekliliğin ve kopuşun diyalektik birliğinin devrimci ifadesidir o.

Yeniden yapılanmanın süreklilik ayağı, Marksizm-Leninizmin temel ilkelerinin, politik sınıf savaşımında devrimci konumlanışın, bütün tarihsel devrimci değerleri ve kazanımları sahiplenişin tutkuyla sürdürülmesi sayesinde kurulabilir. Eskiden kopuşun yeniye devrimci sıçramayı getirmesinin ihmale gelmez bir şartı devrimci sürekliliğin sağlanmasıdır. Tasfiyecilik, önceki tarihsel dönemde devrimcilik üretmiş ve sosyalizm için mücadeleyi güçlendirmiş ne varsa inkar ettiği içindir ki, devrimci sürekliliğin kırıcısı, bir numaralı tehdididir.

Yeniden yapılanmanın kopuş ayağıysa, Marksizmi kavrayışta ve uygulayışta sıkışılmış sınırlardan, politik önderlik anlayışının eski düzeyinden, devrimci örgütün varoluşunu bir nevi amaçlaştıran zihniyetten sıyrılmakla meydana getirilebilir. Kendini devrimci bir özeleştiri hareketi olarak örgütleme basireti, önceki tarihsel döneme ait devrimci varoluş tarzına eleştirel yaklaşma cesareti, yeni sorular sormayı ve yeni yanıtlar vermeyi, devrimci kopuşlar gerçekleştirmeyi olanaklı kılar. Dogmatizm ise, olanca tutuculuğu ve kuşkuculuğuyla, kopuşun freni ve yenilenişin engelidir.

Yeniden yapılanma zorunluluğu karşısında ayrı ayrı dogmatik yönelim ve tasfiyeci yönelim sergileyenlerin, ya kopuşlardan sakınarak ya da sürekliliği çöpe atarak, nihayetinde “içerip aşmak” kapasitesi ortaya koyamamakta buluşmaları emekçi sol hareketimizin hakikaten çarpıcı bir gerçeğidir.

Dogmatizmin Bozulmayan Ezberi

90’ların ilk yarısında, ortaya çıkan yeni tarihsel koşullar altında yeniden yapılanma zorunluluğuna gözlerini kapatanların başında Devrimci Sol ve TKP-ML* geliyordu.

İdeolojik, teorik, programatik ve politik yönleriyle birbirinden hayli farklı devrimci çizgilere sahip olan bu iki devrimci akım, gerek emperyalist-kapitalist dünyanın gerekse Türkiye ve Kürdistan’ın o tarihi dönemeçte geçirmekte olduğu köklü ve hızlı toplumsal ve siyasal değişimleri adeta yok sayarken, aynı dogmatik tarzı paylaşıyorlardı.

Her ikisine göre de, ne Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkelerinin içten çöküşünün ne de emperyalizm bünyesinde sermayenin ve üretimin dünyasallaşmasında varılan yeni evrenin devrimci program, devrimci strateji ve taktikler, devrimci örgütlenme biçimleri düzeylerinde yenilenme gerektiren herhangi bir etkisinden bahsedilebilirdi. Ne 70’lerde ve 80’lerde sahip oldukları Marksizm iddialı teorik kavrayışların sorgulanmasının ne de yine aynı yıllarda geliştirdikleri mücadele ve örgütlenme tarzlarının eleştirel analizinin gereği vardı. Öyle ki, mesela TKP-ML’de, “Türkiye yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülkedir, patron-ağa devletiyse kırdan kente doğru gelişecek bir devrimle yıkılacaktır” şeklinde kabaca özetlenebilecek olan programatik ve stratejik tez, İbrahim Kaypakkaya’dan sonraki 20 yıl içinde bir tür tabu haline getirilmiş ve dokunulmaz kılınmıştı.

Devrimci Sol ve TKP-ML, -elbette ilki çok daha baskın olmak üzere- önceki tarihsel dönemde Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da devrimci hareketin fazlasıyla mustarip olduğu grupçuluk, rekabetçilik, sekterlik ve ilkesiz ayrılıkçılık hastalıklarını neredeyse gururla taşımaya devam ettiler. Kendileri dışında mevcut olan devrimci güç ve imkanlara inkarcı veya küçümseyici yaklaşımları, örneğin, birinin bütün diğer devrimci ve reformist akımları aynı “oportünistler” çuvalına dolduran yavan tekerlemesinde, diğerininse cephesel bir ittifakın ancak proletarya partisi milyonlarca işçiye ve köylüye önderlik eden bir gelişme safhasına ulaştığında mümkün olabileceği ezberinde görüldüğü gibi, devrimci cepheleşme yeteneksizliğinin devamından başka bir işe yaramadı.

Belki en çarpıcısı şuydu ki, Türkiye’de tarihsel devrimci geleneğin başlıca damarlarından ikisini oluşturan bu iki devrimci akım, 1990’ların ilk yarısında Kuzey Kürdistan’daki gerilla savaşının halk serhildanlarıyla buluşması sonucu alev alan Kürt ulusal devrimine özgü bir devrimci yaklaşım üretemedi, aslında birleşik devrimimizin Kuzey Kürdistan’da patlak verdiğini ve ama eşitsiz geliştiğini görüp anlayamadı. Eldeki programatik ve stratejik görüşler Türkiye’den önce Kürdistan devriminin hele de başka bir partinin önderliğinde gelişebileceğine ihtimal vermiyordu, hayatın akışıysa benimsenmiş ideolojik-teorik görüşlere uymalıydı, öyleyse ortada böyle bir devrim olamazdı! Hakikaten, devrimi anlayamayan devrimciliğin trajedisiydi bu.

90’lı yıllar, aynı zamanda, hem Devrimci Sol’un hem de Maocu devrimci gelenekten iki partinin örgütsel başkalaşımlarına tanıklık etti. Devrimci Sol, birkaç yıl boyunca yürüttüğü etkili silahlı mücadele kampanyasının intikamcı ve katliamcı faşist devlet terörüyle yanıtlanmasının ve o arada örgütsel bölünmeye uğramasının ardından, DHKP-C olarak yeniden örgütlendi. Maocu devrimci gelenek ise, TKP/ML ve TKP(ML) formlarında iki parti olarak, örgütsel düzlemde ayrışma-birleşme-ayrışma döngüsünden geçti. Her iki kulvarda dar anlamda yaşanan örgütsel yeniden yapılanmalar, esasen eski devrimci varoluş tarzlarının yeniden üretilmesi temelinde gerçekleştiler, tarihsel olarak ortaya çıkan yeniden yapılanma zorunluluğuna yanıt verme iddiasına, perspektifine, kapsamına, hatta sezgisine sahip değillerdi. Buradaki örgütsel bölünme ve yenilenme örneklerinin, en somut ve en güncel halleriyle örgütsel sorunlardan kaynaklandıkları açıktır, fakat öte yandan, eski devrimci varoluş tarzları ile yeni tarihsel koşullar arasında oluşmuş çelişkiye dayanan ve en azından bir dip akıntısı olarak rol oynayan yapısal krizin nesnel etkisinden tamamen azade oldukları da söylenemez.

TDKP, söz konusu ettiğimiz dogmatik yönelimin aynı süreçteki diğer bir temsilcisiydi. Ama dogmatik savunma hattının DHKP-C ve TKP-ML bünyesinde nesnel bakımdan devrimcilikte ısrar da üretmesinden farklı olarak, TDKP dogmatizmi siyasi kemendini tasfiyeciliğe attı. Zira TDKP yönetimi bir devrimci irade kırılması ve sağa kayış sürecinden geçmekteydi.

12 Eylül faşizmi karşısında fiilen siyaset dışı kalmış olan TDKP’nin siyasal ve örgütsel çalışmalarının yeniden toparlanışını hızlandıran 1990’daki konferans, ne teori ve program ne de strateji, taktik ve örgüt modeli bakımından bir yeniden yapılanma perspektifine sahipti. Üstelik partide öteden beri mevcut olan sağcı eğilim hiçbir zaman giderilmemişti. Dünya burjuvazisi kapitalizmin zaferini kutlarken, devrim ve sosyalizm ideallerini, sosyalizm uğruna devrimci savaşımı son sürat karalarken, on yıl arayla yaşanmış yerel ve dünyasal çifte yenilgi tarafından devrimci iradesi iyice kemirilen TDKP yönetimi de “solculuğa karşı” ideolojik savaş açtı. Devrimci direnişi küçümsemekte, devrimci şiddeti aşağılamakta ve devrimci askeri eylemleri “kör terör” olarak yaftalamakta derinleşti. Sonuç, devrimci mücadele çizgisinin tamamen terk edilmesi ve TDKP’nin gerçekte bütünüyle yasal bir partiye dönüştürülmesi oldu. Dogmatizmi içselleştirenlerden biri olan TDKP’nin 90’ların ilk yarısında reformcu ve tasfiyeci bir konuma demir atması olgusu, genel yapısal krizin, onu görmeyenleri veya görmezden gelenleri, yani yeniden yapılanmaya ayak direyenleri de pekala çekim alanına aldığına, hatta tepetaklak edebildiğine işaret etti.

Materyalist diyalektik yöntemin abc’sidir: maddi gerçeklik teorik görüşün daima üstünde tutulmalıdır. Oysa kendisini “en has Marksist-Leninist” sayan dogmatizm, teorik görüşlerini, maddi gerçeğin düşünsel yansıması olarak değil, ideolojik yargının maddi gerçeğin yerine geçirilişi olarak kurar. Teorinin gerçekliğe uygun düşmesi gerekirken, gerçeklik teoriye uydurulmaya çalışılır. Tarihin akışı ve koşulların değişimi Marksizm'in sürekli yeni durumlara ve olaylara uyarlanmasını, eskiyen fikirlerin yenilenmesini, yeni teorik çıkarsamalar yapılmasını şart koşarken, taşınagelen eski fikirler sanki zaman durmuşçasına dondurulur. Ama tarihin her belirli andaki somut hareketine bağlı olarak değişip çeşitlenen başlıca devrimci görevleri açıklama yeteneği göstermekten aciz bir teorik tarz, üzerine en şatafatlı Marksizm etiketi yapıştırılmış da olsa, Marksizmi cansızlaştırmaktan, kitabileştirmekten, işlevsizleştirmekten başka bir sonuç yaratmaz.

İşte bu tarz bir dogmatik teorik kavrayış, 90’larda nesnel olarak karşısına çıkan yeniden yapılanma zorunluluğuna daha baştan gözlerini kapadı. Günün geçmişin bağrından nasıl doğduğunu ve geleceğin hangi olasılıklarını içerdiğini aydınlatmak böylece imkansızlaştı, dolayısıyla dönemsel devrimci görevlerin tanımlanışı tarihsel gelişmenin gerisinde kaldı. Tarihin akışıyla kaçınılmazca eskiyen görüşleri yenileriyle değiştirme ihtiyacı gündem bile olmadı. Dogmatik yönelimin “en devrimci, “en komünist”, “en proletaryacı” olmakla övünen şu veya bu temsilcisinin eliyle, özgürlük ve sosyalizm için mücadelenin yoluna “Kürt milliyetçiliğine yedeklenme”, “feminist sapma”, “işçi sınıfından uzaklaşma” gibi korkuluklar dikildi. Böylece sosyal-şovenizme, erkek egemenliğine, ekonomizme ve sendikalizme bolca prim verildi.

Tasfiyeciliğin Demokrasiyi Yeniden Keşfi

1990’ların başında, yeniden yapılanma zorunluluğunu yanıtlamada tasfiyeci yöneliminin temel ürünü ÖDP oldu.

Önceki dönemde Devrimci Yol’dan kalan başlıca iki kesim, Kurtuluş kadroları ve çevresi, TKEP kadroları ve çevresi, ayrıca eski TKP ile TİP’in birleşmesinden doğmuş TBKP’nin ana gövdesi ve irili ufaklı başka birkaç grup ÖDP’yi meydana getirdiler. Marksizm-Leninizm’den değişik oranlarda etkilenmiş küçük burjuva devrimci örgütler olan Dev-Yol ve Kurtuluş, 12 Eylül askeri faşist darbesi karşısında aldıkları yenilgi ve yaşadıkları dağılma zemininde devrimci irade kırılmasına ve ideolojik çözülmeye uğramışlardı. 1989-91 çöküşüyle başlayan uluslararası gericilik dalgası koşullarında ise, bu iki örgütün eski yönetici kuşağı önceki devrimci çizgilerinden göçü her yönüyle tamamladı. TBKP’lilerin devamcısı oldukları TKP revizyonizmi öteden beri, TKEP revizyonizmi ise 12 Eylül yenilgisinin hemen ardından zaten yasallaşmaya odaklı reformist çizgide duruyorlardı. Nihayetinde, ÖDP’nin bütün oluşturucuları için devrimcilikle aralarına kalın bir duvar örmek, bir daha hapishaneye girmemek, illegaliteden süratle kaçmak, burjuva yasallığına sığınmak ve tedricen demokrasiye ilerlemeyi hedeflemek ortak paydaydı.

Nefesi kesilmiş eski devrimciler, yorgun demokratlar, orta sınıf solcu entelektüeller, Marksist söylemli reformistler, sosyalizm yılgınları ve kaçkınları için bir umut olarak, burjuva liberallerin teşvikini ve burjuva medyanın sempatisini de arkalayarak sahneye çıktı ÖDP. Yeniden yapılanma iddiası, onda, yeni bir Marksizm anlayışı, yeni tipte bir program, mücadelenin yeni biçimleri ve çoğulcu yeni parti modeli olarak dile getiriliyordu.

Teorik yenilenme meselesini Marksist teorinin dünyayı ve tarihi açıklama gücüne yalnızca inançsızlık örgütleyen “sosyalizmin ideolojik bunalımı” veya “Marksizm’in krizi” gibi tespitlerin kılavuzluğunda ele almaya başlamanın, birkaç adım sonra, 20. yüzyıldaki Marksist-Leninist ideolojik ve teorik görüşlerin kategorik reddine varmasında şaşılacak bir yan yoktu. Sınıflar savaşımı, zora dayalı devrim, silahlı halk ayaklanması, proletarya diktatörlüğü, Leninist tipte parti gibi başlıca devrimci görüşlerin güverteden denize atılması gemiyi bir hayli hafifletti. Kapitalizm içinde sosyalizm adacıkları, belediye sosyalizmi, hisseli işletmeler biçiminde sosyalist nüveler, bu türden adımlarla sosyalizme tedrici geçiş teorileri ortalığa saçıldı. Bahsedilen sosyalizm de zaten “piyasa sosyalizmi”ydi. Keza kapanan eski dönem devrimin güncelliğini de beraberinde götürmüştü, bundan böyle siyasi ve iktisadi demokratikleşme programı esas alınmalıydı. Öyle ki, ÖDP programında lafta bile olsa devrim hedefinin ve sosyalizm amacının dolaysızca vurgulanmasına tenezzül edilmedi. Sivil toplumcu, sol liberal, postmodernist, bayağı reformist görüşlerden müteşekkil bir bulamaç yeni partinin teorik temellerini oluşturdu. Parti programının özüyse burjuva demokrasisini gerçekleştirmekten başka bir şey değildi. Dahası, burjuva yasallığına zincirlenmiş bu programatik çerçeveye Kürt ulusal sorununda bütünlüklü bir halkçı demokratik çözüm önerisi de artık girmiyordu.

Burjuva yasallığına teslimiyet, teorinin ve programın güdük küçük burjuva reformist niteliğini belirlediği gibi, politik mücadele tarzının ve biçimlerinin sınırlarını da belirledi. Üstelik zaten, “Marksist teorinin krizine çözüm bulma” şeklindeki tasfiyeci öncelikte teori-pratik birliği kırılmış, politik mücadele ikincilleştirilmişti. Bu politik mücadelenin stratejisi de artık burjuva demokrasisine ulaşmaya endeksliydi. Mücadelenin silahlı, şiddete dayalı, yasadışı, barışçıl olmayan biçimleri toptan reddediliyor, aslında işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin sömürgeci faşist diktatörlüğüne karşı mücadele taktiğinden yoksunluk resmediliyordu. Tasfiyeciliğin ve reformculuğun belirleyici önemde bir kaynağı, yani devrimci mücadelenin bedellerini göze alamama, ölümsüzlük ve tutsaklık uğraklarından geçmeyecek bir mücadele yolu arama tutumu, belki de en çıplak haldeki dışavurumunu, politik mücadele biçimlerini ele alışta buluyordu.

Yenilenme adına ileri sürülen ama gerçekte çoktan bayatlamış olan diğer ideolojik, teorik, programatik ve politik tasfiyeci argümanları bir yana, ÖDP’nin en fazla dikkat toplayan yeniliği çoğulcu parti anlayışıydı. Salt örgütsel bir konu olmayan çoğulcu parti modeli, aslında, ÖDP’nin ideolojik ve teorik temelleriyle, programatik amaçlarıyla ve politik varoluş tarzıyla özdeşlik gösteriyordu. ÖDP’de ifadesini bulan tasfiyeci yönelimli yeniden yapılanma girişimi, bir bakıma, çoğulcu parti modelinde birleşmek demekti.

Tasfiyecilik, önce Leninist parti modelini karikatürize etti, sonra bu karikatüre saldırarak çoğulcu parti modelini formüle etti. İşin gerçeği, ÖDP’yi meydana getiren grupların hiçbirinin kendi başına yola devam edecek iradesi yoktu, ama öte yandan, kendi grubundan vazgeçme niyeti ve diğer gruplara güveni de yoktu. Demek ki, buradaki çoğulcu parti modeli, daha baştan, modelin bizzat varlığını tehdit eden ölümcül bir içsel çelişkiyle malul halde dünyaya geldi.

Burjuva liberalizminin sosyalist demokrasi sosuna bulanmış bir örgütsel birlik versiyonu olan çoğulcu parti, doğası gereği, yasadışı bir örgütsel temele sahip olamazdı ve ancak burjuva yasallığına bağımlı biçimde örgütlenebilirdi. Model, reformcu bir demokrasi programı, barışçıl mücadele biçimleriyle sınırlanma ve salt yasal örgütsel varoluş bütünlüğünü, yani tasfiyeci nitelikte yeniden yapılanmanın köşe taşlarını kendisinde cisimleştiriyordu. Devrimin zaferi uğruna birleşmiş devrimcilerin mücadele örgütü olarak bir çoğulcu parti tasavvuru, en iyimser ihtimalle bir ham hayal, pek muhtemel olarak ise bir forum salonu inşası olabilirdi. Nitekim ÖDP deneyimi, böyle bir parti yapısının, reformist çizgide dahi kayda değer bir politik mücadele enerjisi açığa çıkaramadığını, somut politik pratikten ziyade soyut politik gevezelik ürettiğini, iç saflaşmalarla bunalımdan bunalıma sürüklenmeye yol açtığını kısa sürede ispatlayacaktı.

ÖDP, büyük yenilenme iddiasıyla ortaya çıkmasına rağmen, yeniden yapılanmanın işlevsel bir reformist seçeneğini dahi yaratamadı. Bu başarısızlık, inançla ve tutkuyla bağlanılacak yeni bir ortak amaç oluşturamamanın, keza yeni bir ortak ideolojik, politik ve örgütsel kimlik yaratamamanın, dolayısıyla politik mücadelede anlamlı bir kazanıma ortak imza atamamanın kaçınılmaz sonucuydu.

90’lardaki yeniden yapılanma nesnelliği toprağında boy veren tasfiyeci öznel eğilimler, kuşkusuz ki, ÖDP deneyimiyle sınırlı olmadı. Örneğin, Devrimci Yol’dan kalan diğer bir kesim Halkevleri olarak örgütlendi, eski TKP izleyicilerinin bir bölümü SİP’te toplandı, EMEP kuruldu, Tony Cliff ekolünden Troçkist bir çevre yasal parti kurmaya girişti. Ayrıca, SSCB ve Varşova Paktı’nın çöküşüyle estirilen sert uluslararası antisosyalist rüzgar ortamında PKK’nin sosyalizm sembollerini kaldırmaya ve resmi sosyalist argümanlarını değiştirmeye yönelmesinin, başka bir kulvardan, o yıllarda serpilen yeni tasfiyeciliği besleyici etkileri oldu. Ne ki, bahsedilen türde tasfiyeci ve reformcu yasal örgütlenme hareketlerinin hiçbiri, yeniden yapılanma zorunluluğunun öznel planda az çok kavranıp formüle edilişi açısından da, fiilen atılan yeniden yapılanma adımlarının çapı ve derinliği açısından da, ÖDP örneğiyle kıyaslanabilir değildi. 

Devrimci Yeniden Yapılanma Hamlesi

90’ların ilk yarısında girişilmiş diğer bir yeniden yapılanma hamlesi, MLKP’nin devrimci mücadele sahnesine çıkışı oldu.

MLKP’nin kuruluşunu kararlaştıran Birlik Kongresi, geçmiş ile geleceğin devrimci etkileşime girdiği, geçmişin tüm devrimci kazanımlarının özümsendiği ve geleceğin yeni devrimci varoluşsal temellerinin atıldığı, süreklilik içindeki bir kopuş ve sıçramanın, bir içerip aşma hamlesinin gerçekleştiği an olmasından dolayıdır ki, “birlik devrimi” olarak nitelendirildi. Birlik devrimi, onun mimarlarının bizzat kendi eski varoluş tarzlarıyla, taşıyageldikleri komünist zihniyetleriyle yürüttükleri zorlu bir mücadelenin eseriydi. MLKP’nin öncelleri, ‘71 devrimci atılımından köklenmiş ve esasen 1974-80 kesitinde oluşmuş, uluslararası komünist hareketin bölünmeler ve parçalanmalarla karakterize olan bir döneminin özellikleriyle yapılanmış komünist örgütlerdi. Bu bakımdan, onların devrimci ideolojik şekillenişlerinin, Marksizmi kavrama ve uygulama kapasitelerinin, politik önderlik anlayışlarının, kitlelerle devrimci ilişkileniş tarzlarının, örgütlenme modellerinin birbirleriyle etkileşim halinde düşünsel ve ruhsal karşılık bulması anlamıyla komünist zihniyetleri de 90’larda artık kapanmış olan tarihsel döneme aitti. Başarılan birlik, bu eski devrimci zihniyetten yeni bir devrimci zihniyete geçişi sağlaması, kısacası bir zihniyet devrimi olarak gerçekleşmesi nedeniyle, birlik devrimi nitelemesine hak kazandı.

Örgütsel bakımdan sonuçlandırılmış bir yeniden yapılanma olarak partinin kuruluşu, tarihsel yeniden yapılanmanın elbette tamamlanışı değil, onun devrimci girişi ve temellerinin atılışıydı. Bu tarihsel yeniden yapılanma zorunluluğunun devrimci bilinci, henüz tüm boyutlarıyla berraklaşmış olmasa bile, MLKP’nin doğumunda bereketli bir tohum olarak içerilmişti. Komünistlerin birliği olarak partinin doğumu, aynı zamanda, uluslararası komünist hareketin 20. yüzyılın ikinci yarısına damga vurmuş olan bölünme ve parçalanma eğilimine, 1989-91 çöküşüyle yaşadığı derin ideolojik ve örgütsel krize, elbette kendi konumundan başlayarak, enternasyonalist devrimci bir müdahaledeydi. MLKP, sosyalizm için mücadelenin yeni tarihsel döneminin bütün teori, program ve strateji sorunlarını çözmeye, devrimci gelişmenin bütün yeni ihtiyaçlarını yanıtlamaya soyunarak, bu yeni dönemin müstakbel devrimci önderliğe sorduğu soruları teorik olarak anlamlandırma ve pratik olarak yanıtlama hattında mevzilenerek, 21. yüzyılın devrimci önderliğini kazanma iddia ve perspektifiyle donanarak yürümeye başladı.

MLKP, aşılmış tarihsel koşullara ait olmadığını, yeni tarihsel koşulların bir devrimci öznesi olarak dünyaya geldiğini çok geçmeden kendi pratiğiyle kanıtlayacaktı. Bununla beraber, onun, neredeyse kuruluş gününden itibaren, bir yandan dogmatik yönelimdeki çeşitli akımlardan gelen sağa kayış, tasfiyecilik ve oportünizm suçlamalarıyla, diğer yandan tasfiyeci yönelimdeki çeşitli akımlardan gelen sol maceracılık, dogmatiklik ve tutuculuk suçlamalarıyla aynı anda karşılaşması da, hem dogmatizmle hem de tasfiyecilikle arasına sınır çekerek adımladığı güzergahın devrimci niteliği hakkında dikkate değer bir göstergeydi.

90’lardan Günümüze Değişim Halindeki Emekçi Sol Hareket

Günümüzden 1990’lara yöneltilen basit bir karşılaştırma bakışı bile, ister devrimci parti ve örgütler boyutuyla isterse reformcu parti ve örgütler boyutuyla olsun, emekçi sol hareketin görünümünün çarpıcı değişimler geçirmiş olduğunu hızla ve rahatlıkla fark eder.

Önce belli başlı devrimci parti ve örgütlerin seyrine bakalım: DHKP-C yeniden yapılanma zorunluluğuna sonuna değin ayak diremiş, böyle yaptıkça da siyaseten hırçınlaşıp sekterleşmiş, özellikle küçük burjuva rekabetçi, sosyal-şoven ve erkek egemen damarları kabardıkça kabarmıştır. Yeniden yapılanma zorunluluğunun çekim alanına kendiliğindenci tarzda girmiş olan Maocu devrimci gelenek, esasen örgütsel nedenlerle yeni bölünmelere uğramıştır. Bugün iki ayrı parti olarak örgütlenen TKP-ML, Kürdistan devrimi, cepheleşme, kadın özgürlük mücadelesi ve parti yapısı gibi konularda, farklı düzeylerde, ağır, gelgitli, bocalamalı, parçalı değişimler geçirmiştir. Parti ismini değiştirmesi dahi önemli olan MKP ise, sonunda devrim programı ve stratejisi dahil daha kapsamlı bir kopuş ve yenilenme rotasına girmesine rağmen, yeniden yapılanmanın kolektif devrimci bilinç ve iradesini geliştiremediğinden ve üstelik iç ideolojik denge yitimi yaşadığından, yeni parti çizgisini ve yapısını halen oturtamamıştır. TİKB, tutulduğu örgütsel ve ideolojik bunalımlardan çıkamayıp birkaç bölünme yaşamış, siyaseten gittikçe etkisizleşmiştir.

Bir de belli başlı reformcu parti ve örgütlerin seyrine bakalım: Herhangi bir politik mücadele örneğinde gelişmenin yönü üzerinde etkili olmuş somut bir iz bırakamayan ÖDP, bunun basıncı altında büyüyen iç kavgalar sonucunda, art arda sayısız bölünmelere uğramış, hem çoğulcu parti modelinin ve hem de bütün bir yeniden yapılanma projesinin iflasıyla karşı karşıya kalmış, en nihayetinde Sol Parti’ye dönüşerek bu iflası adeta itiraf etmiştir. SİP’ten dönüşen TKP, en pespaye biçimlerde sosyal-şovenizm bataklığına batmasının ardından, ciddi bir iç sarsıntı ve bölünme geçirmiştir. Halkevleri bile, nispeten istikrarlı gelişim gösterdiği yılların ardından, siyasal ve örgütsel ayrışma örnekleriyle yüz yüze gelmiştir. EMEP’inse kuruluşundan itibaren tek alamet-i farikası, legalizm temelindeki işçici, barışçı ve evrimci gelişim stratejisinde beyhude ısrar olmuştur. Burada, PKK lideri Öcalan’ın postmarksist bir pozisyondan savunmaya başladığı “radikal demokrasi” anlayışının, HDP ve HDK aracılığıyla emekçi sol hareket içinde ideolojik bakımdan tasfiyeci ve politik bakımdan reformist bir özgün etki alanı açtığı da ayrıca belirtilmelidir.

Emekçi sol hareketin geneline kuş bakışı yaklaşıldığında, “TKEP/Leninist, TKİP gibi illegal temelde örgütlenme iddiasıyla ortaya çıkan örgütler, DSİH gibi legal örgütler, 1990’lı yıllardan hemen önce devrimci hareketteki bölünmelerle ortaya çıkıp 1990 sonrası şekillendiler. Ya da TÖP’ten Yeşil Sol Parti’ye, TİP’ten DİP’e. EHP’den SYKP’ye değin burjuva yasallığı çerçevesinde faaliyet sürdüren birçok parti ve örgütün, hiç değilse bugünkü isimleri ve biçimleriyle, keza devrimci bir temelde kendini var etmeye çalışan Devrimci Komünarlar Partisi, onun bir kaç yıl gibi kısa süre içinde bölünmesiyle oluşan DKP/BÖG ve DKP/Birlik’in 1990’dan önce var olmadığı gerçeği hemen göze çarpar.

Burada kabataslak çizilen değişim tablosu, yapısal krizin bugüne değin emekçi sol hareketin tamamı nezdinde nesnel hükmünü icra ettiğine fazlasıyla işaret eder. Yeni tarihsel dönemin değişmiş koşulları, sosyalizm iddialı parti ve örgütleri, devrimci ya da reformcu olsunlar, sürekli olarak değişmeye, dönüşmeye, yenilenmeye itmiştir. Çeyrek asra sığan bu kadar çok bölünme ve parçalanma, kimi parti ve örgütlerin varlık haklarını yitirip sahneden çekilmeleri, kimilerininse iyice tutuculaşıp içe büzüşmeleri ve kendini üretemez duruma gelmeleri, bazı parti ve örgütlerin düpedüz varlık yokluk sorunu yaşıyor olmaları, bazılarınınsa devrimci veya reformcu çizgilerde yenilenme çabası göstermeleri, birçok yeni parti ve örgütün kurulması, açılan ve çoğunlukla sonuçsuz kalan ortak ideolojik-teorik tartışma platformları, bunların hepsi, halen sürmekte olan yapısal krizin dolaysız veya dolaylı etkileridir.

Elbette, her parti ve örgütün söz konusu yapısal krizden etkilenişi eşitsizdir, onu kavrayışı, onunla ilişkilenişi veya ona müdahalesi kendine özgüdür. Bu genel etki sahasındaki bir dizi parti ve örgütün, bilincinde olarak veya olmayarak, yeniden yapılanmaya yöneldikleri de doğrudur. Fakat emekçi sol hareketin bileşenlerinden MLKP hariç hiçbiri, tarihsel kapsamıyla yeniden yapılanma bağlamında büyük bir mesafe katedebilmiş değildir. Bu tespit, reformist parti ve örgütler için olduğu kadar, devrimci parti ve örgütler için de geçerlidir.

MLKP, devrimci eylemiyle, sınıf savaşımları tarihinin yeni döneminden varlık hakkını koparıp almıştır. Birlik devrimiyle girişini yaptığı yeniden yapılanma, MLKP’nin çeyrek yüzyılı aşan tarihi boyunca partinin bütün düzeylerine yayılarak ve derinleşerek sürmüş, bütünsel bakımdan tamamlanma ve olgunlaşma çizgisinde ilerlemiştir. Mücadelenin yasal veya yasadışı, barışçıl veya şiddete dayalı, silahsız veya silahlı bütün biçimlerini ahenk içinde kullanma kapasitesinde, Leninist parti anlayışının farklı tiplerde ve işlevlerde örgütler ve cepheler toplamı olarak parti modeli formunda gelişiminde, cepheleşmenin özgün yeraltı ve yerüstü biçimlerinin uygulanmasında, kadın devrimi programı ve stratejisiyle özerk komünist kadın örgütünün oluşmasında, devrim kavrayışının bölge ve dünya devrimi, dört parça Kürdistan devrimi ve kadın devrimi perspektifleriyle kapsamlılaşmasında ve nihayet “antifaşist, antiemperyalist, antisömürgeci, cins özgürlükçü demokratik devrim” programına ulaşmasında tarihsel yeniden yapılanmanın izi kolaylıkla sürülebilir. Bu yeniden yapılanma süreci halen tamamlanmış değildir, fakat Türkiye ve Kürdistan'da 21. yüzyılın devrimci önderliğinin bir prototipi yaratılmıştır.

MLKP’nin kuruluşundan sonra, çeyrek asrı aşkın bu süreçte, yeniden yapılanma bakımından emekçi sol hareket içindeki belki de en özgün örnek DKP’nin kuruluşudur. DKP, öncellerinden biri olan Kurtuluş’un bir bölümünün reformcu varoluş zemininden ve bir diğeri olan TDP’nin de siyaset dışı varoluş zemininden koparak devrimci bir çizgiye konumlanmaları sonucunda dünyaya gelmiştir. DKP’nin bu her iki öncelinin tasfiyeci girdaba kapılarak geçirdikleri yılların ardından devrimci bir örgütsel birliğe ve siyasal çizgiye yönelmeleri elbette önemlidir. Fakat yeniden yapılanma zorunluluğunun farkında olarak gelişen bu devrimci yönelim, partileşmenin etkin bir yönteminden ve devrimci sıçramanın yeterli bir bilincinden yoksun olduğundan, başarılı bir devrimci yeniden yapılanma modeli ortaya çıkaramamıştır. Önceki tasfiyeci varoluş süreçlerinin eleştirel çözümlemesini yapmamanın, yeni devrimci partinin birleştirici mayasını oluşturacak temel yapısal birleştiriciler ve ilkeleri inşa etmekte geri kalmanın, ortak bir devrimci partili kimlik yaratmayı yeterince sorunlaştırmamanın, politik askeri mücadele görevlerini küçük burjuva rekabetçi tarzın doğurduğu öngörüsüz bir acelecilikle ele almanın bedeli, ne yazık ki, politik-pratik başarısızlık ve örgütsel bölünme olmuştur.

ÖDP’deki çözülme, bölünme ve tasfiyeci dönüşüm süreçlerini deneyimlemiş bir kesimi Kurtuluş grubundan, bir kesimi TKEP’ten, bir kesimi TÖP ve diğer bazı kesimler, “sosyalist yeniden kuruluş” ilişki ve tartışmalarından sonra SYKP’yi kurdular. “Sosyalist yeniden yapılanmayı” çokça düşünmüş ve tartışmış çevrelerin bir yeniden yapılanma deneyimidir SYKP’nin kuruluşu. 8-10 yıla yayılan tarihi “birlik”in başarıldığını gösteriyor. Dışarıdan bakınca belirgin bir yeni “sosyalist öncü” kimliğin açığa çıktığını gözlemleyemiyoruz. Siyasal bakımdan siliklik gerçeği de aşılabilmiş değil. Sosyalist hareketin bir önceki dönemde kazanılmış bir kısım devrimci niteliklerin örneğin yasa dışı temel ve illegalitenin fiilen reddi ve yasallık temelinde varoluş, örneğin zora dayanan devrim propagandasının gündemlerinde olmayışı, izleye geldikleri emekçi sol hareketi CHP ve “sosyal demokrasiye” yedekleme çizgisi, devrimci sonuçlar vermeyeceği ÖDP deneyiminden belli “çoklu parti” anlayışı gibi, bütün bunlar SYKP’in yeniden yapılanma deneyiminin tasfiyecilik süreçlerinin derin etkileriyle malul olduğunu gösteriyor.

Emekçi sol hareket bünyesinde, bugün de, yeniden yapılanma zorunluluğunu kavrama ve yanıtlama bakımından iki karşıt yönelim, tasfiyecilik ile dogmatizm kendilerini göstermeye devam ediyorlar.

Yeniden yapılanma zorunluluğunu külliyen reddetmek, geride kalmış tarihsel dönemin varoluş tarzı ve zihniyetinde aynen ısrar etmek, dogmatizm tarafından halen devrimci tutarlılık ve kararlılık ölçüsü, büyük bir devrimci erdem sayılıyor. Önceki tarihsel dönemin varoluş tarzından ve zihniyetinden her farklılaşmaysa otomatikman tasfiyecilik olarak algılanıyor. Fakat dogmatizmle malul böylesi yapılar, devrimci mücadele iradesini ve kararlılığını koruyanlar dahil, nesnel koşullarca durmaksızın yapısal değişime doğru itiliyor olmak ile değişip yenilenme ihtiyacını anlamaya ve karşılamaya kapalı kalmak arasında oluşan sert çelişkiye çarpıyorlar.

Yeniden yapılanma zorunluluğunu az çok yanıtlamaya girişen tasfiyeci yönelimler ise, neredeyse her şeyin yıkılıp yeniden kurulması gerektiğini savunuyorlar. Fakat önceki tarihsel dönemin ideolojik, teorik, politik ve örgütsel birikim ve kazanımlarının inkarı, onlara, ileri sıçramak için ayaklarını basabilecekleri sağlam bir zemin bırakmıyor. Dolayısıyla, birbirini tamamlayan, yeni gelişim kanalları açan, gerçekten kurucu nitelik gösteren, enerji ortaya çıkaran adımlar atılamıyor. Sonuç, hemen her örnekte, ideolojik olarak çözülmeye, siyaseten etkisizleşmeye, örgütsel bakımdan şekilsizleşmeye, kısacası iradesizleşip felç olmaya varıyor. 

Faşist şeflik rejiminin alabildiğine şiddetlenmiş saldırganlığı ve bilhassa ideolojik-politik tasfiye kuşatması şartlarında, faşizmi alaşağı etme ve politik özgürlüğü kazanma mücadelesinin gelişimi açısından, hiç kuşkusuz, tasfiyecilik asıl büyük tehlikeyi oluşturuyor.

Büyük bir tehdit, çünkü işçi sınıfı ve ezilenler adına konuşup da Marksizm-Leninizmin, uluslararası komünist hareketin ve bütün devrimci mücadelelerin tarihsel kazanımlarına sırtını dönmek, özgürlük ve sosyalizm uğruna savaşımı silahsızlandırmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor. Devamla, yapısal krizi “Marksizm’in krizi”, “Marksist teorinin krizi” olarak tanımlamaya heveslenenler, genellikle, politik bakımdan bitkisel hayatta yaşamaya alışıyorlar. Kapitalizmin varoluşsal krizi karşısında çaresiz kalan birçok burjuva ideoloğun Marx’ın haklı çıktığını itiraf ettiği bir zamanda, Marksizm iddiasıyla konuşanların Marksist teorinin krizinden söz etmeleri yalnızca tasfiyeciliğe perde oluyor. Ve bu perdenin arkasında, yeniden yapılanma önceliğini teorik çalışmaya atfedenler güncel politik mücadele görevlerinin hızla kıyısına kayıyorlar. Tasfiyecilikte ve reformculukta yol almış parti ve örgütlerin, tipik olarak, politik mesailerinin büyük kısmını burjuva solu CHP’yle ittifak arayışına harcamaları, buna karşılık Kürt ulusal demokratik hareketiyle ittifaktan ısrarla uzak durmaları hiç de tesadüf değil.

Bütün bu tasfiyeci karakteristik özellikleri içeren ÖDP deneyiminin başarısızlığını, bugün artık, sadece iddialı ve kapsamlı bir tasfiyeci yeniden yapılanma denemesinin öznel başarısızlığı olarak yorumlamak eksik kalır. Bu tasfiyeci ve reformcu denemenin iflasının, daha geniş bir görüş açısıyla, toplumsal ve siyasal çelişkilerin son raddede keskinleştiği, tekelci sermayenin bu çelişkileri yumuşatıcı manevralar yapma marjınınsa alabildiğine daraldığı yeni tarihsel koşullarda, karşı devrim ile devrim arasında çeşitlenen reformist ara yolların gitgide tıkanması, reformlara dayalı evrimci ilerleme stratejilerinin hızla sınırlarına dayanması şeklindeki nesnellikle de ilişkisi kurulmalıdır. Bu, tasfiyeci-reformcu çizgideki her yeniden yapılanma denemesinin zaten nesnel olarak başarısızlığa mahkum olduğu anlamına gelir.

İçinde bulunduğumuz yeni tarihsel dönem, sosyalizm iddialı her parti ve örgütü tarihsel varlık hakkını yeniden kazanma sınavıyla tekrar tekrar yüz yüze getirmektedir. Bu dönemde, hele de Türkiye ve Kürdistan’da faşist şeflik rejimine karşı dişe diş savaşım sorumluluğu olanca güncel ağırlığıyla emekçi sol hareketin omuzlarına yüklenmişken, devrimci amaç kaybına uğrayanların, işçi sınıfı ve ezilenlerin politik özgürlük mücadelesine adanmayanların, yalnızca kendi örgütsel varlığını korumayı önemseyenlerin akıbetlerinin, sadece güncel planda basbayağı kötürümleşmekle sınırlı kalmaması, tarihsel varlık hakkının tümden ortadan kalkmasına varması hiç de sürpriz olmayacaktır.

Örgütlenmede ve politikada faşizmin yasalarını çiğneme, mücadele biçimlerini burjuva yasallığının dışında ele alma, sınıf savaşımının tutsaklık ve ölümsüzlük gibi bedellerini göğüsleme yolunda yürürken, bu devrimci niteliklerini aynı zamanda devrimci bir yeniden yapılanmanın sağlam dayanakları kılmayı başaranlarınsa, işçi sınıfı ve ezilenlerin muzaffer devrimine önderlik etmelerinin önü açık olacaktır.

Notlar

*Maocu geleneğin ’90 yıllarda TKP/ML ve TKP(ML) adlarıyla devrimci mücadele veren iki temel partisi birden kastediliyor

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi