İki Kongre, İki Program, İki Politika

 2019 yılında emekçi sol harekette özellikle iki kongre dikkat çekti. İlki, MLKP’nin Ocak-Şubat’ta gerçekleştirdiği 6. olağan kongreydi. İkincisiyse, ÖDP’nin Aralık’ta gerçekleştirdiği 8. olağanüstü kongreydi. Bu iki kongre, emekçi sol hareketin devrimci ve reformist kanatlarının yeni koşullar altında sergiledikleri iki farklı yönelimin birer cisimlenişi oldu.

Yeniden Yapılanmanın İki Yolu

ÖDP, parti olarak meydana gelişini, “sol sosyalist değerlerin sorgulandığı ve kapitalizmin hegemonyasını ilan ettiği bir dönemde bir tür savunma örgütü olarak kuruldu1 olarak tarif eder. MLKP için ise, partinin kuruluşuna giden yol, “akıntıya karşı çok zorlu bir yürüyüş”tür.2

MLKP ve ÖDP, sosyalizm için mücadelenin bir tarihsel döneminin kapandığı ve yeni bir tarihsel döneminin açıldığı koşullarda dünyaya geldiler. Her ikisi de, bu yeni tarihsel dönemin değişen koşullarına yanıt olma arayışının ürünüydüler. Fakat birinin arayışı devrimci, diğerinin arayışı reformcu karakterdeydi.

1980’li ve ‘90’lı yıllar, sermaye ilişkilerinin dünya çapında “neoliberal” temelde yeniden örgütlenişine, emperyalizmin yeni bir evreye geçişine tanıklık ediyordu. Emperyalist küreselleşme, sermayenin uluslararasılaşmasında varılan yeni nitel düzeyin ifadesiydi. Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı yıkılıp dağılmış, emperyalist dünya burjuvazisi ideolojilerin ölümünü, kapitalizmin ebediliğini ve böylece “tarihin sonu”nu ilan etmiş, emekçi insanlığın üzerine kalın bir burjuva ideolojik sis tabakası çökmüştü. Uluslararası komünist hareketi derin bir ideolojik ve örgütsel krize yuvarlayan bu ideolojik-politik tasfiyeci rüzgar, Türkiye ve Kürdistan topraklarında da tüm şiddetiyle esiyordu. Üstelik emekçi sol hareket, 12 Eylül askeri faşist darbesinin yaralarını sarmaya başlamış olsa da, bir siyasi atılım yoluna girmiş değildi. Kabarmalar yaşayan işçi-emekçi hareketleri de, sosyalizm iddialı parti ve örgütlerin saflarına artık kendiliğinden yönelmiyordu. Bir yandan Kürt ulusal devrimi serhildanlar biçiminde patlak vermiş, ama diğer yandan devrimimizin eşitsiz gelişimi ve Türkiye’de kışkırtılan şovenizm emekçi sol hareketi baskılamış durumdaydı. Hem dünya devriminin, Türkiye ve Kürdistan devriminin koşulları değişmiş, hem de olanca yakıcılığıyla ve yeni muhtevasıyla parti sorunu, grupçuluk ve ilkesiz ayrılıkçılık geleneğiyle malul emekçi sol hareket bileşenlerinin önüne dikilmişti.

Her iki parti, işte böylesi koşullarda tarih sahnesine adım attılar. MLKP, Eylül 1994’te, devrimci komünist örgütlerin birleşmesiyle kuruldu. ÖDP ise, Ocak 1996’da, kimi eski devrimci ve reformist kesimlerin birleşmesiyle oluştu. İlki, devrimci savaşımı ve düzen dışı varoluşu temel aldı. İkincisi, irade kırılması ve tasfiyecilik zemininde, kendini yasallık ve barışçıl mücadeleyle çerçeveledi.

Bilinir, bir siyasal partinin gerçek niteliği, onun sözünden ziyade eyleminde verilidir. Peki, ömürleri çeyrek asrı bulmuş olan iki partinin eylemleri, yani politik pratikleri karşılaştırıldığında, nasıl bir tablo ortaya çıkar?

MLKP’nin pratiği, Türkiye-Kürdistan birleşik devrimi stratejisine, işçi sınıfı ve ezilenlerin tüm sorunlarını, taleplerini ve özlemlerini gündemleştiren öncü bir savaşım hattına, Kürt ulusal özgürlük mücadelesi içinde önderleşme iddiasına, kadın devrimini örgütleme anlayışına, birleşik devrimci önderlik arayışına ve hem yerüstünde hem de yeraltında cepheleşme hedefine, bölgesel devrimci gelişmelere bağlı olarak Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da demokratik ve sosyalist federasyonlar perspektifine bağlılık temelinde gelişmiştir.

MLKP’yi, gözaltında kaybetme saldırısına karşı Cumartesi Anneleri mevzisini yaratan ve Hasan Ocak’ı simgeleştiren kampanyada, Gazi halk ayaklanmasında ve bu ayaklanmayı büyütüp yayma eksenli öncü konumlanışta, 4-5 Şubat ‘96 üniversiteli gençlik atılımının merkezinde, 1 Mayıs ’96’da patlayan işçi öfkesinde, Sultanbeyli ilçesini kuşatan devrimci silahlı baskında, NATO İstanbul toplantısının kurulan halk barikatlarıyla ve patlayan bombalarla karşılanışında, kadına yönelik şiddete karşı 1 milyon imza kampanyasında, zindanlardaki ölüm orucu savaşımlarında, Gezi Haziran ayaklanmasından 6-8 Ekim Kobanê serhildanına ve 7 Haziran seçim zaferine uzanan halk kabarışının odağında, hem Kürdistan’ın sosyalist geleceğinin temsilcisi hem de Türkiye’nin öncü enternasyonalist dayanışma gücü olarak mevzilendiği Rojava cephelerinde, Nusaybin özyönetim direnişi siperlerinde, komünist gençliğin Kobanê inşa kampanyasında ve Suruç katliamını tam bir kararlılıkla göğüsleyişinde görebilirsiniz. Bütün bu örneklerde, mücadelenin yasal veya yasadışı, barışçıl veya şiddete dayalı, kitlesel veya öncü güçler temelindeki, silahlı veya silahsız tüm biçimlerini ahenkli kullanma yönelimini adım adım izleyebilirsiniz. Zira MLKP’nin pratiğinde, iş cinayetlerine karşı grevler, zam-vergi soygununa karşı mitingler ve seçim kampanyaları da vardır, kentlerde ve kırlarda gerilla birliklerinin eylemleri, sokak çatışmaları ve kuşatılmış devrimci üslerde silahlı direnişler de. Binlerce üyesi, taraftarı ve sempatizanı işkencehane ve hapishanelerden geçmiş, her yaştan ve her düzeyden kadın, erkek ve LGBTİ+ onlarca ölümsüz komünist onun devrimci mücadelesinin simgesi olmuştur.

ÖDP pratiğinde ise, nispeten canlı bir politik aktiviteyi ancak onun kendi adaylarıyla katıldığı seçim süreçlerinde bulabilirsiniz. Kürdistan’da herhangi bir politik iddiaya zaten sahip olmayan ÖDP, Türkiye’deki belli başlı devrimci ve ilerici mücadelelerde de kayda değer bir politik enerji ortaya koyamamıştır. Mesela Gazi ayaklanmasında yoktur ÖDP. Susurluk’ta pislikleri ortaya saçılmış kontrgerilla cumhuriyetine karşı gelişen “aydınlık için 1 dakika karanlık” hareketinin başlangıcında politik bakımdan etkindir, ama hareketi militan bir sokak mücadelesine dönüştürme görüşünden de takatinden de yoksundur. Parti tabanı Gezi-Haziran ayaklanmasının içindedir, fakat parti yönetimi ayaklanmayı ileriye taşımak için ne bir bakış açısı ne de bir kararlılık ortaya koymuştur. Söz, basın, örgütlenme, toplantı ve eylem özgürlüğüyle bağlı demokratik hakların genişletilmesi mücadelesi, ÖDP pratiğinde, dişe diş bir eylemsellikle değil, esasen rutin bir propagandif ve bürokratik bir sendikal çalışmayla sürdürülmüştür.

Çeyrek asra baktığınızda, faşizm ve sömürgecilik ile işçi sınıfı ve ezilenler arasındaki mücadelenin şu veya bu muharebesinde, ÖDP’den, gelişmenin yönü üzerinde etkili olan somut bir iz bulamamanız tesadüfi değildir. Zira onun politik-pratik varoluşu, faşizmin en dar hale getirdiği yasallığa mahkum temelde örgütlenme, kendini mücadelenin barışçıl ve yasal biçimleriyle sınırlama, mücadelenin yasadışı ve şiddete dayalı biçimlerinin mutlak reddi, Kürt ulusal demokratik hareketine sosyal-şoven tarzda mesafeli olma, buna karşılık CHP’yle ittifak arayışında ısrar etme anlayışları temelinde şekillenmiştir. İşçi sınıfı ve ezilenleri temsil etme iddiasında olan, ama örgütlenmede ve politikada faşizmin yasalarını çiğnemeyi, savaşımın zindan ve ölümsüzlük uğraklarını göze alamayan zihniyet ve pratiğiyle, faşist Türk burjuva devletine karşı mücadelede anlamlı hiçbir politik başarı kazanamamıştır.

Hemen ayırt edileceği üzere, MLKP ve ÖDP, dünyada, Türkiye ve Kürdistan’da sosyalizm için savaşımın farklılaşmış tarihsel koşullarında, birbirine karşıt devrimci ve tasfiyeci nitelikte iki ayrı yeniden yapılanma yolunda yürümüştür. Gelinen uğrakta, her iki partinin son kongresi de, işçi sınıfı ve ezilenlerin sosyalist geleceğini kurma mücadelesinin değişip çeşitlenen ihtiyaçlarına yanıt verme iddiası güden önemli programatik ve yapısal yenilenme hamlelerine sahne olmuştur.

Faşizmi Yıkmak: Devrim Mi, Burjuva Demokrasisi Mi?

ÖDP Başkanlar Kurulu üyesi Alper Taş, şimdi sosyalizmin hücuma geçme zamanı olduğunu söylüyor ve Sol Parti’nin kuruluşunu bu ihtiyaca yönelik bir yenilenme girişimi olarak tarif ediyor.3

Sosyalizm için “hücuma geçme zamanı” nitelemesinde bir yanlışlık yok. Dünya ölçeğinde varoluşsal kriz içindeki kapitalizm ideolojik hegemonyasını yitiriyor, süründüren bir iktisadi bunalım halinden çıkışı sağlayamıyor, politik manevra imkanlarını tüketiyor. Burjuva parlamentolar ve burjuva partiler, kesin bir güven kaybı sorunuyla boğuşuyorlar. Birçok ülkede halklar, art arda ayaklanmalara imza atıyorlar. Faşist politik İslamcı şef Erdoğan ise, dümenini ele aldığı Türk burjuva devletinin yapısal rejim krizini herhangi bir burjuva çözüm yoluna sokmayı başaramadığı gibi, başkanlık formundaki diktatörlüğünün toplumun yarısı tarafından meşru sayılmayışının da üstesinden gelemiyor. Antifaşist kitleler, pervasız faşist devlet terörü karşısında geriye çekilmelerine rağmen, direnme potansiyellerini yitirmediklerini, Gezi-Haziran ayaklanmasında gün yüzüne çıkan devrimci durum dinamiklerinin sürdüğünü her fırsatta ortaya koyuyorlar.

Gerçekten de, içinden geçtiğimiz dönemin bu özgün koşullarında sosyalist öncülük iddiası, programda, stratejide ve taktikte, söylemde ve eylemde, politik pratikte, işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci hücumunu örgütleme hedefiyle bağlı bir varoluş tarzını gerektiriyor. Ve haliyle, sosyalizmin hücum döneminden bahsedildiğinde, bunun programatik karşılığı olan sosyalist perspektif ve çözümlerin daha güçlü gündemleştirilmesini bekliyor insan. Fakat Sol Parti’nin kuruluşunu kararlaştıran kongrenin ilan ettiği manifesto, programatik nitelikteki maddeler toplamı olarak, bırakalım sosyalist argümanları güçlendirmeyi ve sosyalizm için mücadele kılavuzu olmayı, ÖDP programından bile geri bir noktaya sürüklenildiğine işaret ediyor.

Programatik özellikteki 12 maddelik manifesto, esasen, faşist politik İslamcı şeflik rejiminin kurumlaşması karşısında bir güncel burjuva demokratik geçiş programına denk düşüyor.

Eski programında ÖDP, “Özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, ekolojist, militarizm karşıtı ve feminist bir sosyalizm doğrultusunda, sermaye güçlerinin egemenliğini ve emperyalizmin tahakkümünü ortadan kaldırarak emek güçlerinin siyasi iktidarının kurulmasını amaçlar4 vurgusuyla, lafızda da olsa, işçi-emekçi iktidarını amaçladığını belirtiyordu. Yeni manifestoda ise, tek adam rejiminin halka karşı olduğu ve derhal ortadan kaldırılması gerektiği ifade edildikten sonra, “Kuvvetler ayrılığına dayanan, halkın söz, yetki ve karar süreçlerine dahil edildiği, yerel yönetimlerin ve yerinden yönetim anlayışının temel alındığı yeni bir düzen kurulmalıdır5 deniliyor. Sol Parti, söz konusu manifestosunda, yeni bir düzenin “halkın sorunlarına hiçbir çözüm üretmeyen eskinin parlamenter rejimine geri dönülerek” kurulamayacağını söylemesine karşın, burjuva parlamentarizmin klasik kuvvetler ayrılığı ilkesini savunarak, halk meclislerine dayalı bir politik iktidar kurumlaşması öngörmeyerek, bunun yerine yerel yönetimlerin temel alınmasını önererek, böylece halkın söz, yetki ve karar süreçlerine nasıl dahil olacağını belirsiz bırakarak, programatik rotasını aslında burjuva demokratik parlamenter rejim doğrultusuna çevirmiş oluyor.

Manifestoya bütünsel baktığınızda da aynı doğrultuyu görebilirsiniz. “Neoliberalizme” karşı bir tür “sosyal devlet” savunusunda bulunan, politik İslamcılığın tasfiyesini laikliğe bağlayan, Kürt sorununun şiddetle değil “yerinden demokrasi”yle çözüleceğini varsayan, mezhepçi ve yayılmacı dış politikanın değiştirilmesini isteyen, kadın özgürlük mücadelesini kadına yönelik şiddetin önlenmesi düzeyinde ele alan, devrimden, işçi-emekçi iktidarından, sosyalizmden hiç söz etmeyen manifesto, bu hayli sınırlı politik, ekonomik ve toplumsal amaçlar bütünlüğü itibarıyla da, orta sınıfın düzen sınırları içinde kalan bir demokratik geçiş programı olma özelliğini taşıyor.

Geride kalmış bir dönemin mücadele ekseni ve taleplerini içerdiği için ÖDP programı, eskidi ve bugüne yanıt vermiyor6 diyor Alper Taş. Demek ki yeni dönemde “yenilenme”, mücadele eksenini ve taleplerini daha geri bir düzeyden kurmak oluyor. Her ne kadar Sol Parti adına yapılan Alper Taş’ınki gibi açıklamalarda, birkaç ay boyunca parti programı ve tüzüğü üzerine çalışma yürütüleceği ve nihayetinde bunlar için bir kongre toplanacağı dillendiriliyorsa da, 12 maddelik manifestonun işaret ettiği üzere, ortaya çıkacak şeyin lafızda da olsa sosyalizm çizgisi”ni güçlendirecek bir program olmayacağını, bilakis onu daha da zayıflatacağını bugünden söylemek için kahin olmaya gerek yok.

Rejimin başkanlık formundaki faşist politik İslamcı restorasyonu, yani politik mücadelenin somut koşullarındaki bu değişim, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesine önderlik etme iddiasındaki politik güçlerin pozisyon alışlarını hiç kuşkusuz etkiliyor. Mücadelenin ne amaçla, kiminle ittifak halinde ve hangi biçimlerle yürütüleceği sorularına verilen, bir ucu programatik görüşlere ve diğer ucu günlük çalışmalara bağlanan yanıtlar çeşitleniyor.

Bazı ilerici politik güçlerin saflarında, faşizmin salladığı kanlı sopa derin bir ürküntü yarattıkça, militan mücadelenin ağırlaşan bedellerini göğüslemekte tereddüt arttıkça, işçi ve ezilen yığınların devrimcileşebileceğine olan inanç ve güven kırıldıkça, politik iddia ve ufuktaki erezyon da hızlanıyor. Sol Parti’nin faşist şeflik rejimine karşı kısıtlı bir demokratik geçiş programına meyletmesi esasen bundan kaynaklanıyor. Üstelik programatik görüşlerdeki sağa kayışı ittifak yönelimlerindeki ve mücadele biçimlerindeki sağa kayıştan ayrı ve soyut düşünmek imkansız, zira bütün bunlar iç içe geçerek bir politik yönelimin bütünlüğünü oluşturan başlıca bileşenler.

Faşist şeflik rejimine karşı mücadeleyi bir işçi-emekçi iktidarının kuruluşuyla sonuçlandırma hedefine bağlamayan, bunun yerine ne idüğü belirsiz “yeni bir düzen” sözünü geçiren Sol Parti’de, faşizme karşı silahlı mücadele görüşü ve pratiğinin gelişebileceğine ihtimal vermek elbette abesle iştigal olur. Fakat bunun ötesinde, Alper Taş’ın, Kürdistan’daki özyönetim direnişlerini, “yeniden silahlı bir çatışma dönemine girilmesi” ve “hendek ve barikat savaşları üstünden bir askeri çözüm iradesi” sözleriyle “Kürt siyasetinin yanlışları7 olarak nitelendirmesinden de görüleceği gibi, silahlı mücadele biçimlerinin kategorik olumsuzlanmasıyla, bir yandan faşist şeflik rejimine ve öte yandan da burjuva muhalefetten olası müttefiklere politik teminat veriliyor. Üstelik bu, politik İslamcı Saray faşizminin herhangi bir burjuva muhalefet imkanını dahi ortadan kaldırmayı program edindiği, genel ve yerel seçimler ile parlamento ve belediyeleri gittikçe etkisizleştirdiği, demokratik mücadele ve örgütlenmedeki yasal imkanları günden güne tırpanladığı, dolayısıyla politik mücadelenin yasadışı ve şiddete dayalı biçimlerinin nesnel bakımdan ve kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak öne çıktığı koşullarda yapılıyor.

Sol Parti geleneğinin ideolojik-politik liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu, Laiklik başta olmak üzere, kamuculuğa, bağımsızlıkçılığa, emekçi sınıfların, gençlerin ve kadınların haklarını savunmaya dayanan devrimci bir sol muhalefet hareketinin geliştirilip güçlenmesi hayati bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor8 sözleriyle, “yenilenme”nin bir başka temel motifine, laikliğe vurgu yapıyor. 12 maddelik manifestoda da kuvvetle vurgulanan laiklik, politik İslamcı faşizme karşı mücadelenin ana ekseni olarak kavranıyor. Oysa, Türkiye’nin tarihsel-toplumsal gerçekliğinde en etkin burjuva siyasal ideolojilerden biri olan, burada daima burjuva düzenin bir kutbunu temsil eden laikliğe bu angaje oluş, emekçilerin ve ezilenlerin devrimci mevzilendirilişine hizmet etmiyor. İktidardaki politik İslamcılığa karşı laiklik zemininde kalındığı sürece, burjuva düzenin ona karşıt kutbunu güçlendirmenin ötesine geçilemiyor. Faşist politik İslamcı dinsel baskı karşısında, laiklik hassasiyeti olan ve yaşam tarzı tehdit altında bulunan emekçileri politik özgürlük devrimi saflarında mevzilendirmenin yolu, “yaşam tarzı özgürlüğü” ve “inanç özgürlüğü” hattında mücadele vermekten geçiyor. Emekçi sol saflarda politik İslamcılığa karşı laiklik bayrağını sallayanın ise, adeta kural olarak, devrimci değil reformcu bir politik karakter taşıdığı, CHP'ye yakın ama HDP'ye uzak durduğu görülüyor.

Programatik görüşleri daha da daraltmanın, politik mücadele biçimlerinde daha da sağa kaymanın, kısıtlı bir burjuva demokratik geçiş programını savunur noktaya gelmenin, CHP’nin AKP karşıtı bir ittifakta Sol Parti’ye vize vermesi imkanını artıracağı hesabıyla ilişkisini kurmak Sol Parti’ye haksızlık olmasa gerek. ÖDP’den Sol Parti’ye geçiş, emekçi sol hareket için, “sosyalizmin hücumunu” örgütlemek değil ama, CHP’ye politik entegrasyonu örgütlemek anlamı taşıyor. Bir başka ifadeyle bu, tasfiyeci reformizmde derinleşmek demek. Ne yazık ki bu kulvar, faşist şeflik rejimine karşı işçi sınıfı ve ezilenlerin özgürlük mücadelesini büyütmeye değil, CHP aracılığıyla faşist rejimin parlamenter restorasyonuna yedeklenmeye bağlanıyor. Bu kulvarı adımlayarak, faşist şeflik rejiminin sol muhalefeti sıfatıyla CHP’nin bitişiğinde bir yer kapabilirsiniz belki, ama faşist şefin buna imkan bırakıp bırakmayacağı da şüpheli.

Sol Parti’nin aksine, politik varoluş tarzını bir sol muhalefet partisi olarak değil, bir toplumsal devrim partisi olarak kuran MLKP, faşist şeflik rejimini devrimle alaşağı etmek amacıyla dövüşüyor. Onun için, faşist şeflik rejiminin alternatifi, burjuva politik rejimin herhangi bir demokratik biçim altında restorasyonu değildir: “İşbirlikçi tekelci burjuvazinin sömürgeci faşist diktatörlüğü zora dayalı devrimle yıkılacak, yerine ayrılma hakkının korunduğu, işçi-emekçi meclislerine dayalı Türkiye ve Kuzey Kürdistan Halk Cumhuriyetleri Birliği kurulacaktır.9 İşçi-emekçi meclislerinden oluşacak bu devrimci iktidar, halklarımızın tüm demokratik hak ve özgürlüklerinin teminatı, politik özgürlüğün icra merkezi olacağı gibi, sosyalizme geçiş yolunu da açacaktır.

Faşist şeflik rejimine karşı politik mücadelenin bütün biçimlerini kullanmayı temel alan, işçilerin ve ezilenlerin faşizme karşı silahlı mücadelesini örgütlemenin öncü sorumluluğunu yüklenen MLKP, programında, devrimci proletaryanın görüş açısından ittifaklar için şu stratejik kılavuz çizgisini ortaya koyuyor: “Proletarya, sosyalist devrime geçebilmek için demokratik devrimi zafere ulaştırmak zorundadır. Bu yüzden, kırın ve kentin küçük burjuvazisi, ulusal ve inançsal topluluklar, Kürt ulusu ve ezilen cins ile asgari programı temelinde stratejik bir bağlaşma oluşturur.Faşizme her kritik siyasi dönemeçte koltuk değnekliği yapan CHP, bu yüzdendir ki, faşist şeflik rejimi karşısında antifaşist cephenin genişletilmesinin muhatabı olamaz. CHP’de toplanmış burjuva düzen solu, faşizme karşı muzaffer bir mücadelenin ittifak gücü değil, yalıtılacak gücüdür. Siyasi mücadele tarihi bunu kanıtlamaya devam ediyor.

Kürdistan Devrimi Ve Sosyal-Şovenizm

Önceli ÖDP gibi Sol Parti’nin de Kürt ulusal özgürlük mücadelesiyle ilişkisi tamamen dışsal. Yani Sol Parti, Kürt sorunu konusunda, sadece egemen ulustan emekçiler adına, sadece Türkiye zemininden konuşuyor. Ama bunu da, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz tanıyan, ulusal demokratik mücadele sürdüren Kürdistan güçlerine açık enternasyonalist destek veren tutarlı demokratik bir içerikte yapmıyor.

ÖDP programı, Kürt sorununda “‘gönüllü yurttaşlık’ temelinde bir arada yaşamak” diye formüle ettiği bir çözüm öngörüyor, bunun içini “Kürt kökenli yurttaşların demokratik, siyasal, kültürel hakları”, “anadillerini geliştirebilmesi için kamusal eğitim-öğretim olanakları”,genel siyasi af”, “bölgesel eşitsizliklerin kamu eliyle giderilmesi için kararlı bir ‘bölgesel kalkınma planı’” ve “insanların kendi yaşamları ile ilgili kararları kendilerinin alabilmesinin önünü açan yerinden yönetim ilkesi” ile doldurmaya çalışıyordu. Sol Parti’nin manifestosu ise, Kürt ulusal demokratik hareketinin şiddete dayalı mücadele biçimlerini mahkum ederek, bir adım daha geriye gidiyor: Kürt sorununun barışçıl bir temelde ve halkın nasıl yaşamak isterse öyle yaşamasını kabul eden bir yerinden demokrasi anlayışıyla çözülmesi gereklidir. Şiddet politikaları halkları birbirine düşman etmenin yanı sıra çözümü de imkânsızlaştırmaktadır. Sorunun çözümünde silahlardan arınmış bir barışçıl siyasal süreç devreye sokulmalıdır.

Burada, Kürt ulusunun bağımsız devlet kurma veya dört parça Kürdistan’ın birleşme hakkı yok. Kuzey Kürdistan’ın Türkiye’yle demokratik federatif birliği çözümü de yok. Hatta, dört parçaya bölünmüş sömürge Kürdistan gerçekliğinde, ulusal sorunun demokratik çözümünde ancak bir ara aşama sayılabilecek olan özerklik dahi yok. Sol Parti’nin Kürt ulusal sorununa yaklaşımı iki politik argümandan ibaret: “barışçıl bir temelde” ve “yerinden demokrasi anlayışıyla” çözüm.

Kürtlerin siyasi ve demokratik haklarının en başına ulusal kaderini tayin hakkı yazılmadığında, bu da kendi devletini kurma hakkı olarak içeriklendirilmediğinde, devrimcilik iddiası daha baştan boşa düşer. Denilebilir ki, yasal zeminde örgütlenen bir siyasi partinin faşist anayasa ve yasalarca kuşatılmış resmi programı buna olanak tanımaz. Fakat bu sav iki bakımdan gerçeği yansıtmaz. Birincisi, sosyalizm iddialı başka bazı yasal partilerin resmi programlarında ulusların kendi kaderini tayin hakkı yer alıyor. Kuzey’de “Kürdistan” adıyla kurulan partilerin varlığı da sır değil. İkincisi, önce ÖDP ve şimdi Sol Parti, gittikçe belirginleşen şekilde, AB müktesebatına uyumlu kılınabilir bir “yerinden demokrasi” anlayışını savunuyor.

Liberal burjuvazinin AB’ye uyum programının normları arasında bulunan “yerinden demokrasi” uygulaması, ulusal sorunu bireysel siyasi ve kültürel haklar düzeyine sıkıştırır, kolektif hakları dışlar. Ne federasyon ne de bölgesel özerklik, herhangi bir ulusal siyasi statü tanımaz, yalnızca yerel idari mekanizmanın yetkilerinin genişletilmesini kapsar. Ulusal inkarın ve sömürgeci boyunduruğun sürdürülmesine göz yummak veya fiilen razı olmak dışında bir anlam taşımaz. Dolayısıyla bu, sosyal-şovenizm nitelemesini hak eder.

Sol Parti manifestosu, nitel ayrım gözetmeksizin şiddet politikalarını mahkum ederek, Türk burjuva devletinin faşist sömürgeci şiddeti ile Kürt ulusal hareketinin devrimci şiddetini, ezenin katliamcılığı ile ezilenin özsavunmasını, haksız ve kirli savaş ile haklı ve meşru savaşı birbirine eşitler. Ve silahlardan arınmada da, Türk burjuva devletinin faşist ordu, polis ve istihbarat teşkilatlarının dağıtılmasını gündemleştirmediğine göre, Kürdistan devriminin silahlı güçlerinden ister. Ama bu “silahlardan arınma” sakızını çiğneyip durmak, hele de bunu, faşist şeflik rejiminin Kuzey Kürdistan’da seçilmiş vekilleri zindana doldurduğu, belediyeleri kayyumla gasp ettiği, kentlerde sıkıyönetim uyguladığı, kırları bombalayıp durduğu, Rojava Kürdistan’da sömürgeci işgalini olanca ırkçı zalimliğiyle genişlettiği, Güney Kürdistan’da ulusal referanduma sömürgeci tahammülsüzlüğünü fazlasıyla ortaya koyduğu ve Medya Savunma Alanları’na yönelik sömürgeci işgali kanıksatmaya uğraştığı koşullarda yapmak, Kürt ulusal özgürlüğü için mücadele edene, “uysalca başını giyotine uzat” demekle özdeştir.

Sol Parti, programatik görüşlerinde ve güncel politikasında sosyal-şovenizmin sığ sularında gezinerek, ortalama Türk emekçisinin bilincini devrimcileştirmiyor, tersine, burjuva egemenden kopamayan bu bilinç biçimini Türkiye emekçi solu saflarında yeniden üretiyor. Oysa politik mücadelenin tüm uğrakları, Kürt ulusal demokratik hareketine mesafeli durunca, Kürtlerin devlet kurma hakkını dillendirmekten kaçınınca, Kürt ulusal demokratik hakları için mücadeleyi arka sıraya atınca Türk işçi ve emekçileri arasında büyük bir siyasal-örgütsel gelişim sağlayacağını sanmanın büyük bir sosyal-şoven yanılgıdan başka bir şey olmadığını çeyrek asırdır defaatle kanıtlıyor.

Emekçi sol hareket içinde, Kürt ulusal sorununa çözüm konusunda en ileri programatik görüşleri hiç kuşkusuz MLKP taşıyor. MLKP programı, “Kürt ulusuna uygulanan asimilasyon ve sömürgeci faşist terör siyasetine ve kirli savaşa son verilecek, Kürt ulusunun kendi devletini kurma hakkını kullanmasının ve bu amaçla ajitasyon, propaganda ve örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engeller kaldırılacaktır” maddesiyle, egemen ulus proletaryasının Kürt ulusal sorununda alması gereken devrimci pozisyonu apaçık ortaya koyuyor. Ve bunu, “Kürt ulusunun birleşme hakkı tanınacak ve savunulacaktır” yaklaşımıyla, dört ayrı sömürgeci devletin boyunduruğundaki dört parça Kürdistan’ın birleşmesi perspektifine genişletiyor.

Son kongresinin parti programında gerçekleştirdiği değişiklikler ise, MLKP’nin, Kürdistan’ın sosyalist geleceğini temsil ettiğini bir kez daha gösterdiği gibi, Kürdistan devriminin öncülüğü iddiasını ve sosyalist yurtsever çizgisini derinleştirdiğine de işaret ediyor.

MLKP’nin programı ve eylemi, Kürt ulusal sorununu, Türkiye’de ezen ulus proletaryasının devrimci görüş açısından, Kürdistan’da ezilen ulus proletaryasının devrimci görüş açısından ele alıyor. İki ülke gerçeği, programın, stratejinin ve taktiklerin de ikili karakter taşımasını kaçınılmaz kılıyor. İşte bu bakımdan program değişiklikleri, Türkiye ve Kürdistan birleşik devriminin programını daha da geliştirmek anlamına geliyor.

İlkin, birleşik devrimin programatik görevlerine ağırlıklı olarak Türkiye cephesinden yaklaşım, Türkiye ve Kürdistan cephelerinden birbirini bütünleyen ve bölgesel niteliği güçlenen bir yaklaşım yönünde gelişim gösteriyor: “Türkiye ve Kürdistan devrimi, bölgesel devrim koşulları içerisinde, Türkiye/Kuzey Kürdistan birleşik devrimi, Kürdistan'ın kendi başına kurtuluşu ve Kürdistan'ın diğer üç parçasının İran, Suriye ve Irak devrimlerine bağlı birleşik devrimler biçiminde gelişimi olasılıkları taşır. Komünist hareket, bu devrimci gelişim olasılıklarının bütününü gözeterek mücadele eder. Bu gelişimi Ortadoğu bölge devriminin parçası olarak görür. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya'da bölgesel demokratik ya da sosyalist federasyonlar kurulması için çalışır.

İkincisi, devrimci program dört parça Kürdistan gerçekliğini temel almaya yöneliyor: “Dört parçaya bölünmüş Kürdistan Devrimi, aynı zamanda Türkiye, İran, Irak ve Suriye devrimidir. Kürdistan’ın kendi başına kurtuluşu olanaklı olsa da, Türkiye'nin yanı sıra bu üç ülkede politik özgürlüğün kazanılması, işçi-emekçi meclislerine dayalı halk cumhuriyetleri kurulması, Kürdistan devriminin tamamlanması ve güvencelenmesi için ulaşılması gereken bir eşiktir. Türk, Kürt, Arap, Fars ve bölgenin diğer halklarının meclislere dayalı cumhuriyetlerinin federatif birliğini sağlamak proletaryanın ilk eldeki görevlerindendir. Komünist hareket dört parça Kürdistan'ın özgürlüğü ve birliği için mücadele eder.

Demek ki MLKP, Kürdistan’ın bütün parçalarında işçi sınıfı ve ezilenlere yönelik devrimci politik çalışma perspektifini ve dört parça Kürdistan bütünlüğünde devrimci önderlik iddiasını dile getiriyor. Demek ki MLKP’nin Rojava devrimindeki siyasi ve askeri varlığı, onun sadece enternasyonalist devrimci karakterinden ileri gelmiyor, Kürdistanlı işçi ve ezilenlerin komünist öncüsü misyonundan kaynaklanıyor. MLKP programının tarihsel izleğinde, Kürt ulusunun birleşme hakkının tanınması formülasyonundan Kuzey Kürdistan’la tanımlanan siyasi varoluş sahasının Kürdistan’la tanımlanmaya başlanmasına uzanan değişiklikler zinciri, son parti kongresiyle beraber, artık programın dört parça Kürdistan’ın devrimci amaç ve perspektiflerini doğrudan içermesine varıyor.

Geride kalan yıllarda, Kürdistan devriminin ateşi Başûr’da ve Rojhilat’ta daha fazla yayılmış, Rojava’da ise yangına dönüşüp zafere varmıştır. Kürdistan’ı dört sömürgeci bölge devleti arasında paylaştırmış olan yapay tarihsel sınırlar hiç olmadığı kadar aşınmaya uğramıştır. Bu koşullarda MLKP’nin siyasi varoluş sahası da, siyasi bilinciyle beraber, dört parça Kürdistan’a doğru açılıp genişlemiştir. Program değişiklikleri, her şeyden önce, partinin bu devrimci gelişim çizgisinin yansımasıdır.

Kadın Özgürleşmesi: Evrim Ya Da Devrim

Sol Parti manifestosunun 12 maddesinden biri, kadın özgürlük mücadelesinde programatik özellikte hedefler ileri sürüyor. Bu hedefler, “erkek şiddetine son verecek önlemler” vurgusunda, 6284 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması talebinde somutlaşıyor. Manifestonun “Kadınların her tür ezilme biçimi ve her düzeyde erkek egemenliği ortadan kaldırılmalıdır. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayacak her türlü önlem alınmalıdır” sözleri ise, erkek egemenliğini ortadan kaldırmanın ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamanın yoluna ve yöntemine ilişkin herhangi bir temel görüş konulmadığından, bir temenni olmanın ötesine gidemiyor.

Erkek egemenliği toplumsal maddi açıdan nerelerde cisimleşiyor ve nasıl yıkılacak, toplumsal cinsiyet eşitliği hangi toplumsal ve siyasal mekanizmalarla teminat altına alınacak derseniz, Sol Parti manifestosunda buna hiçbir yanıt bulamazsınız. Oysa kadın özgürlük mücadelesinin kılavuzu olma iddiası taşıyan bir programatik görüş oluşturuluyorsa, mutlaka, kadına yönelik şiddetin önlenmesinden daha fazlası ortaya konulmalıdır. Manifesto ÖDP programındaki kadın özgürleşmesine dair reformcu muhtevanın Sol Parti’ye geçişte daha da daralmakta olduğunun bir sinyali sayılabilir.

Sol Parti, ÖDP programında belirtilen “özgürlükçü sosyalizm feministtir” niteliğini elbette sürdürecektir. Ama zaten, meselenin düğüm noktası da buradadır. Zira feminist olmak, kadın özgürlük mücadelesinde otomatikman hiçbir gelişkinlik sağlamadığı gibi, genellikle, kadın cinsin özgürlüğünün devrimci değil evrimci bir çizgide aranmasını getirir.

Çoğu feminist anlayış gibi, “özgürlükçü sosyalizm”in feminist anlayışı da, evrimci ve reformcudur. Zira karşı çıktığı erkek egemenliğinin maddi iktidarını yıkma mücadelesini esas almaz, kadın özgürlük hareketlerini erkek egemenliğinin maddi iktidarını ortadan kaldıracak bir toplumsal devrim hedefine bağlamaz. Kadınlar adına demokratik mevziler kazanmak, kadının toplumsal ve siyasal hayatta varoluş alanını genişletmek, erkek egemenliğine darbeler indirmek hedeflenir, fakat erkek ile kadın arasındaki ezme-ezilme, yönetme-yönetilme, sömürme-sömürülme ilişkisini kökten sonlandırmaya yönelinmez.

Patriyarkayla kaynaşmış kapitalizmde, bu egemenlik ilişkisinin maddileştiği yer sermaye üretimi ve burjuva devlet iktidarıdır. Kadın özgürlük mücadelesinde komünist program ile reformist program arasındaki fark da, erkeği ezen cins olarak görüp görmemekte, erkek egemenliğiyle mücadele edip etmemekte değildir. Buradaki nitel fark, kadın cinsin erkek cinsle mücadelesinin, erkek egemenliğinin kurumsal maddi temelleri ve dayanaklarının havaya uçurulması, sermaye ilişkilerinin ve burjuva devlet iktidarının ortadan kaldırılması amacına bağlanıp bağlanmadığındadır. Üstelik kadının cinsel kimliğinin toplumsal düzeyde erkekliğin nesnesi kılındığı, bütün bir kadınlığın metalaşarak sermayenin yağmasına sunulduğu emperyalist küreselleşme evresinde, burjuva devlet düzeni çerçevesinde kadın özgürleşmesinin reformist limitine varılmışken, erkek egemenliğine karşı mücadele ile sermaye egemenliğine karşı mücadele nesnel bakımdan hiç olmadığı kadar iç içe geçmişken, bu fark çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Örneğin, Erdoğancı faşist şeflik rejiminin ataerkil politik İslamcı gericiliğine karşı kadın mücadelesini Türk burjuva devletini yıkan ve Türk işbirlikçi tekelci sermayesini mülksüzleştiren bir devrime doğru götürme perspektifinden yoksunluk, erkek egemenliğinin faşist politik İslamcı biçimlerinin yenilgiye uğratılması başarıldığında dahi, erkek egemenliğinin herhangi bir biçimdeki burjuva restorasyonuna seyirci kalmaya, hatta daha kötüsü, onunla uzlaşarak ortak olmaya yol açar.

İşte MLKP, kendi devrimci gelişim çizgisinin ulaştığı düzey sonucu, 6. kongresinde, toplumsal devrimin ikili karakterine, yani proletarya devrimi ile kadın devriminin birliğine dair görüşünü, kadın devrimi programını, parti programının temel bir bölümü olarak şekillendirmiştir.

MLKP programının “Cinsiyetçi Toplum, Erkek Egemenliği Ve Kadın Devrimi” bölümünde şöyle deniyor: “Kadın devrimi, kadın kurtuluşunun devrimci programıdır. Kadın devrimi, erkek egemen burjuva devletin tasfiyesiyle, sosyalizmi hedefleyen bir toplumsal devrimle ve sosyalizmle kesişir. Serüveni ancak komünizmde son bulur. Ezilen cins ile ezilen sınıfın toplumsal devrimi, birleşik bir devrim karakteri taşır.” “Kadın cinsi, toplumsal devrim içinde, hem bu toplumsal devrimden çıkarı olan sınıf ve tabakaların bileşeni olarak o sınıflar adına; hem de, cins olarak bu devrimden çıkarı olan kendi başına bir toplumsal dinamik olarak, cinsi adına konumlanır. Ezilen cins ile ezilen sınıfın ilişkisi, ittifak ve içindelik biçiminde, ikili bir karakter taşır. Cins mücadelesi bu ittifakın içerisinde ideolojik ve politik mücadeleler biçiminde sürer.

Kadın devrimi programı, politik İslamcı ataerkil faşist şeflik rejimine karşı mücadelenin politik perspektifini de kurar: “Sosyalizme kesintisiz geçişin ön basamağı olan demokratik devrim, bir kadın devrimi olarak da gelişir, faşist diktatörlüğün tümüyle erkek egemen karakter taşıyan yasal ve kurumsal yapısını dağıtır, toplumsal cinsiyet çelişkisinin politik özgürlük kapsamındaki sorunlarını çözer, eşitsizler arası eşitliğin sağlanması görevleriyle, ezilen cins ve baskı altına alınan cinsel kimliklere bütün alanlarda pozitif ayrımcılık temelinde ilişkilenir.

Hem toplumsal devrimin sürekliliği ve hem de toplumsal devrimde kadın özgürleşmesinin sürekliliği, kadın cinsin devrimci iktidarda ne kadar pay sahibi olacağına bağlıdır. Çünkü proletaryanın, özel mülkiyet dünyasıyla erkek egemen ayrıcalıklar üzerinden de herhangi bir bağı bulunmayan kadın yarısı, devrimin her yönüyle sürekliliğinin öncü dinamiğidir. Kadınların, cins bilinci temelinde kendi özerk iktidar örgütlenmelerini oluşturmamaları, devrimci iktidarı eş temsiliyet ilkesine göre örgütlememeleri, kolektif bir toplumsal ve siyasal kuvvet olarak bu rollerini zayıflatır. Bu yüzdendir ki, MLKP programı, “Türkiye ve Kürdistan Halk Cumhuriyetleri Birliği’nde kadınlar iktidarın eşit ve bağımsız ortağı olacaktır” ve “Halk Cumhuriyetleri Birliği'nin bütün kurumları toplumsal cinsiyet eşitliği ve eş temsiliyet ilkesine göre kurulacak ve işletilecektir” perspektifini somutlaştırır. MLKP’nin kadın devrimi programına göre, “Yeni toplum inşasının kadın özgürleşmesi çizgisinde gerçekleşmesinin güvencesi olarak, kadınlar kendi toplumsal yapılanmasını bağımsız biçimde de örgütleyecek, bütün kurumlarda eş temsiliyete ek olarak, işçi-emekçi kadın meclisleri birliği kurulacak, kadın ordusu ve milisi oluşturulacak, cinsel suçlar için kadın ve LGBTİ+’lardan oluşan özel mahkemeler kurulacaktır. Seks endüstrisinin tasfiyesi, ev işlerinin toplumsallaştırılması, kadın işçilerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yaşamının düzenlenmesi görevleri başta olmak üzere, Halk Cumhuriyetleri Birliği’nin kadın özgürlük alanındaki bütün faaliyetlerinde yasama yetkisi dahil bütün haklar kadın meclislerine ait olacaktır.

Son kongresinde MLKP, kadın devrimi anlayışını programatik bir çerçeveye kavuştururken, parti yapılanmasında daha ileri bir örgütsel formla da buluşturmuştur. O, yasadışı temelde örgütleniyor olmanın bütün gerçek zorluklarını göğüsleme kararlılığı içinde, eş düzeyli örgütlenme ve eş temsiliyet uygulamalarını geliştirmiştir. Eş genel başkanlık kurumu, partinin kadın devrimi programının kağıt üzerinde kalmayacağının en canlı örgütsel kanıtlarından biridir.

Sosyal Devlet” Mi, Sosyal Devrim Mi?

Sol Parti’nin kurucu manifestosu, iktisadi ve toplumsal düzlemde, “sosyal devlet”e bir nevi geri dönüşü öngörüyor. “Halka Ait Tüm Varlıklar Yeniden Kamulaştırılmalı”, “Eğitim Ve Sağlık Parasız Olmalı, İşsizlik Sorunu Çözülmeli” başlıkları altında, özelleştirilmiş devlet işletmelerinin ve ortak zenginliklerin tekrar kamulaştırılması, eğitim ve sağlığın parasız olması, özel okulların ve özel hastanelerin kamulaştırılması, devlet kaynaklarının işsizlik sorununun çözümüne seferber edilmesi savunuluyor.

Sermaye oligarşisinin varlıklarına dokunmaktan, işbirlikçi tekeci burjuvaziyi mülksüzleştirmekten, bankaları, sigorta şirketlerini, büyük çaplı sınai ve ticari işletmeleri, büyük emlakları kamulaştırmaktan söz edilmiyor. Dolayısıyla bu, tekelci sermaye egemenliğini ortadan kaldırmaksızın, ekonomik ilişkilerin ve toplumsal hizmetlerin devletin müdahalesiyle halk yararına kısmi düzenlenişi anlamına geliyor.

Devletin ekonomiye ve maliyeye toplumsal eşitsizlikleri azaltma yönlü müdahalelerde bulunması istemi, iş ve yaşam şartları günden güne kötüleşen ortalama emekçinin, aşılmış bir tarihsel dönemin bir daha yinelenemeyecek olan modeline duyduğu özlemle özdeştir. “Neoliberal politikalar”, yani devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, piyasaların finansallaştırılması, eğitimin ve sağlığın ticarileştirilmesi, sosyal hakların gasp edilmesi, nihayetinde “refah devleti”nin mezara gömülmesi, sermayenin ulaştığı muazzam merkezileşme ve yoğunlaşma düzeyinin, üretimin gitgide daha fazla dünyasallaşmasının kaçınılmaz sonucu olmuştur. Bir tarihsel döneme ait sermaye birikim modeli tıkanmış, o dönemin “refah devleti” dünya tekellerinin ayak bağı haline gelmiştir.

MLKP programı ise emperyalist küreselleşmenin maddi temelleri üzerinde sorunu ele alır.

Emperyalist küreselleşme evresinde varoluşsal krize sürüklenen kapitalizmin, iktisadi ve siyasi manevra imkanları son derece daralmıştır. Sermaye-emek ve devlet-halk çelişkilerinin bu derece keskinleşmesiyle, Batılı emperyalist merkezlerde sınıf uzlaşısı dönemi kapanmış, işçiler ve emekçiler için kapitalist sistem içi geçici “çözüm”lerin toplumsal maddi temeli ortadan kalkmıştır.

Sistem içi geçici “çözüm”ler üretemediği içindir ki, bugün burjuva egemen sınıf, birçok ülkede art arda patlayan halk ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalıyor. Daha fazla polis zorbalığı, daha pervasız faşist yasalar ve daha çıplak burjuva devlet terörü, daha hızlı militarizasyon, daha fazla sömürgeci savaş ve işgal, yani sermaye egemenliğinin siyasi zora dayalı biçimleri, “sosyal devlet” temelindeki rıza üretiminin yerini alıyor.

Bu durumda, demokratik ve sosyal haklar için mücadeleler gittikçe antikapitalist renklere bürünürken, işsizlik, yoksulluk ve güvencesizlik şimdi gittikçe sermaye ilişkilerine karşı genel bir öfkeyi ve bilinci mayalarken, özetle, emekçi insan kapitalizmden nesnel olarak kopma güzergahına girerken, emekçilere kılavuz olma iddiasındaki bir siyasi program neyi ileri sürmeli? Kapitalizm çerçevesi içinde kimi halkçı reformlarla “sosyal devlet”e dönüş ham hayalini mi yaymalı, yoksa kapitalizm çerçevesini kırıp atacak bir sosyal devrim amacını mı bayraklaştırmalı?

Sol Parti, neoliberalizme karşı bir tür sol Keynesyen çizgiyle, işçi sınıfını orta sınıf reformizmine yedekleyecek bir programatik yenilenmeye yönelmiş görünüyor. İşçilerin ve ezilenlerin tek tek iktisadi ve sosyal reformlar için mücadeleleri, böylece, onları yeniden ve yeniden düzene bağlamaktan başka bir şeye hizmet etmeyecek olan bir reform programına tabi kılınıyor. Böyle olduğu için de, “sosyalizmin hücuma geçme zamanı” lafı, Sol Parti liderliğinin dilinde, orta sınıf reformizminde derinleşmenin örtüsü olmaktan başka bir işe yaramıyor. Ve hayli yakınımızda, Yunanistan’da, emekçilerin antikapitalist öfkesine dayanarak seçimleri kazanan ve birkaç yıl hükümet eden Syriza’nın, sermaye ilişkilerini darbelemeyi ve bunun getireceği siyasi çatışmayı göze alamadığından ciddi bir toplumsal reform dahi yapamaması ve alelade sosyal demokrat bir düzen partisine dönüşmesi örneği taptaze duruyor.

MLKP ise, elbette tek tek iktisadi ve sosyal haklar ve reformlar için mücadeleleri büyütmeyi hedefliyor, ama bu mücadeleleri devrime tabi kılıyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin emperyalist küreselleşme politikalarına karşı tepki ve arayışlarının ufkunu, sermaye ilişkilerine son vermekte somutlaşan çözüme doğru genişletiyor. MLKP’ye göre, “Emperyalist küreselleşme evresinde proletaryanın safları genişlemiş, enternasyonal kimliğinin maddi zemini güçlenmiş, kol ve kafa emeğinin toplumsal konumları arasındaki fark zayıflamış, proletarya ile nüfusun hızla mülksüzleşerek varoluş imkanları giderek tükenen proleter olmayan ezilen ve sömürülen emekçi katmanları birbirlerine daha fazla yakınlaşmış, işçi sınıfının diğer ezilenleri kendi programı etrafında birleştirme olanakları güçlenmiştir.

İşçi sınıfının bu devrimci programı uyarınca, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da devrimin ilk adımında, “Emperyalistlerin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin, devletin ve devrime karşı silahlı savaşa katılan tüm güçlerin mülkiyetindeki işletmelere, taşınmazlara ve diğer zenginliklere el konacaktır... Büyük emlak sahipleriyle, devletin mülkiyetinde bulunan tüm yapılar ve kentsel araziler ile büyük iç ve dış ticaret halk mülkiyeti haline getirilecektir... Halk mülkiyetine dönüştürülen ekonominin bütün sektörlerinin yönetimini elinde tutan meclisler iktidarı, ekonominin diğer sektörlerinde işçi-emekçi meclisleri aracılığıyla işçi denetimi sağlayacaktır... Zoralım yoluyla büyük toprak sahiplerinin ve devletin mülkiyetinde bulunan tüm topraklar, üretim aletleri ve diğer zenginlikler halk mülkiyeti haline getirilecektir.”

Sonuç: Tek Yol Devrim

Dünyada emperyalist küreselleşme ve kapitalist varoluşsal kriz, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ise faşist şeflik rejimi ve ideolojik-politik tasfiye kuşatması koşulları, tarih sahnesine, bir reform dönemini değil, bir devrim dönemini çıkarıyor. Ara yollar gitgide kapanıyor, düzen içi geçici reformist “çözüm”ler imkansızlaşıyor.

Ya devrimi örgütleme yolunda ilerleyeceksiniz ya da düzeni yeniden örgütleme yoluna gerileyeceksiniz!

ÖDP’den Sol Parti’ye geçişin, sosyalizm lafzıyla soslanmış halkçı demokratik bir reform programından burjuva demokratik bir restorasyon programına doğru gerilemeye tekabül ettiğine dair hayli veri bulunuyor. Erdoğan diktatörlüğünün faşist ideolojik-politik tasfiye kuşatmasına dişe diş direnme takatinden yoksunluk, tasfiyeci reformizmi, majestelerinin muhalefeti burjuva düzen solunun yanına doğru savuruyor.

Devrimi örgütleme iradesi ve kararlılığıyla, kendini aşarak ilerleme çizgisinde yol alan MLKP ise, “Antifaşist, Antiemperyalist, Antisömürgeci, Cins Özgürlükçü Demokratik Devrim Programı” kapsamında görüşlerini devrimci temelde yenileyip geliştirerek, işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci önderliğini kazanmayı hedefliyor.

Birinin yolu, faşist şeflik rejimine karşı yasal sol muhalefete çıkıyor, diğerininki ise faşist şeflik rejiminin mezarını kazmaya...

Dipnotlar

[1] Alper Taş, Cumhuriyet gazetesiyle röportaj, 30 Aralık 2019.

[2] Ateş Altında, Süleyman Demircioğlu, Varyos Yay., 2003, s. 19.

[3] Alper Taş, Cumhuriyet gazetesiyle röportaj, 30 Aralık 2019.

[4] ÖDP Programı, http://odp.org.tr. Yazı boyunca ÖDP programından yapılan alıntılar aynı kaynaktandır.

[5] Katılın, Solun Etkili Gücünü Birlikte Yaratalım, http://solparti.org/manifestomuz. Yazı boyunca Sol Parti manifestosundan yapılan alıntılar aynı kaynaktandır.

[6] Alper Taş, Tükenmez Haber’le röportaj, 26 Aralık 2019.

[7] Alper Taş, Tükenmez Haber’le röportaj, 26 Aralık 2019.

[8] Oğuzhan Müftüoğlu, Birgün Pazar’la röportaj, 29 Aralık 2019.

[9] MLKP Programı, Partinin Sesi, sayı: 96, Mayıs 2019. Yazı boyunca MLKP programından yapılan alıntılar aynı kaynaktandır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi