Faşist Şeflik Rejimine COVID-19 Tahkimi

COVID-19 salgını yaşandığı coğrafyalar başta olmak üzere tüm dünyada, başta sınıf çelişkileri olmak üzere tüm çelişkilerin derinliğini daha görünür kılarken, kapitalizmin sorgulanmasını ivmelendirdi. Salgın, egemenlerin yönetme biçimini, bir bütün toplumsal yaşamı ve elbette ezilenlerin bu yeni durum karşısındaki pozisyonlarını değiştirdi. Milyonlarca insanın enfekte olduğu, iki yüz bin insanın yaşamını yitirdiği ve sonuçlarının bugünden bakıldığında bütünüyle kestirilemediği bu istisnai kriz dönemi, kapitalist sistemin çürümüşlüğünü ve 21. yüzyılda en “gelişmiş” ülkelerin dahi koronavirüs karşısındaki aczini gösterirken, pandemi aynı zamanda kapitalizmin yaşadığı varoluşsal krizi de derinleştiren bir rol oynadı, oynamaya devam ediyor

Koronavirüs salgının ortaya çıkış nedeniyle ilgili araştırmalarına devam eden epidemiyolojistler, tıp doktorları ve biyologlarca henüz bilimsel bilgi niteliğinde somut bir veri paylaşılmış değil. Ancak salgının ortaya çıkışı ve pandemi haline gelmesinin tarihsel ve ekolojik nedenleri oldukça açık. Daha fazla sermaye birikimi adına; hızlı ve çarpık kentleşme, madencilik politikası, hayvanların doğal yaşam alanlarının işgali ve tarım arazilerinin arttırılması için orman alanlarının ortadan kaldırılması ve bunlarla bağlı ekosistemin bozulmasına etki eden tüm sermaye politikalarının sonucu olarak insanlık virüsler ve salgınlar ile yüzleşiyor.

Emperyalist devletlerin pandemi ile mücadele adına izledikleri sağlık politikası ise başta ABD olmak üzere katliam boyutuna varan ölümlerin önüne geçemiyor. Sermayenin yasaları işçilerin hastalık ve ölüme açık şekilde çalıştırılmaları pahasına işliyor.

Emperyalist küreselleşme döneminin; sermaye birikim modelindeki değişikliğinin en tipik özelliklerinden biri, eğitim ve sağlık alanlarının sermayenin genişlemesinin hizmetine açılmasıdır. ABD ve diğer emperyalist devletler bakımından “sosyal devlet” anlayışı çoktan terk edilmiş, sağlık harcamaları ve teknolojinin tıp, biyoloji ve diğer disipliner alanlardaki gelişimi kamu giderleri dışında tutulmuştur. Toplum sağlığının ihtiyaç duyduğu gelişim ve hizmetler bir yana bırakılmış, başta sigorta şirketleri olmak üzere sağlık alanı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmiştir. Neoliberal politikalarla şekillenen en nihayetinde; milyonlarca sokakta yaşayan insanıyla, sigorta şirketlerine aktarılan paralarla, yeterli solunum cihazı ve düzgün bir yoğun bakım ünitesinden dahi yoksun iflas etmiş bir sağlık siteminin yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıyayız.

Koronavirüs salgının yaşandığı her coğrafyanın toplumsal dinamikleri farklılık gösterirken; egemenlerin tüm bunlarla ilişkisi de benzerlikleriyle birlikte kimi farklılıklar barındırabiliyor. İstisnasız tüm ülkelerde; yasaklayıcı ve baskıcı politikalar belirginleşiyor. Küresel kriz anları sermayenin iştahını kabartan aynı zamanda da devletlerin yönetim biçimleri bakımından güvenliği önceleyen, anti demokratik politikalar için de adeta bulunmaz bir fırsata dönüşüyor.

Yakın zamanda koronavirüs semptomlarını kontrol etmek, hastaları izlemek ve sanal konsültasyonlar sunmak üzere teklifler hazırlanmasından tutalım da ilaç ve tıbbi malzeme tedarikçilerini kurtarma paketlerine varana değin sermaye kar oranlarını arttırmak için çalışıyor. IBM, Microsoft, Google, Amazon gibi teknoloji devleri, büyük finans ve sigorta şirketleri tüm hazırlıklarını salgın döneminden karlı çıkabilmeye odaklamış durumda.

Çin’de koronavirüs salgınını durdurmak için devreye konulan, herkesi akıllı cep telefonlarından izleyen, bu yolla kişilerin sağlık verilerini an an merkezi olarak takip eden bir yöntem kullanılmaya başlandı. Bu elbette sadece Çin’le sınırlı kalacak bir uygulama değil. İster merkezi kapitalist ülkelerde ister mali sömürge ülkelerde, burjuvazi ve hükümetlerinin rejimleri faşizm yönünde geliştirmek için fırsata çevirme çabası içinde olduklarını görüyoruz. “Panoptik denetim-panoptik toplum” olarak adlandırılan bu ve türevi uygulamalar faşist Saray rejimine de arayıp bulamadığı bir fırsat sunuyor.

Emperyalist devletler, salgın koşullarında dahi emperyalist gerici savaş politikasından milim sapma göstermediler. ABD, Avrupa’da Rusya’ya yakın yerlere askeri tatbikat için on binlerce asker gönderdi. Rusya’ya yakın NATO üslerine hafif nükleer silahlar yerleştirdi. Yemen’de Suudi ve müttefikleri, Husi’lerin ateşkesine ve BM’nin ateşkes çağrısına rağmen hava bombardımanı gerçekleştirdiler. Faşist şef Erdoğan, İdlib’teki askeri tahkimatını ilerletirken, Libya’da savaşı anlık aralar vermeden şiddetlendiriyor, Kandil’e saldırı hazırlığı yapıyor. Filistin güçleri Netanyahu’nun korona krizi koşullarında ilhakı yaymayı planladığını belirtiyorlar. Savaşların sürdürüldüğü bu koşullar da devletlerin iç politikalarında faşist yasak ve yasaların geliştirilmesine elverişli bir zemin sunuyor.

Burjuvazinin Pandemi Programı

Ocak ayının ortasından itibaren; salgının, Çin ile sınırlı kalamayacağı bir yana virüsün yayılma hızı ve yayılma alanının genişliği hesap edilebilir durumdayken ve Ocak ayının sonunda Dünya Sağlık Örgütü acil durum ilan etmişken; Saray rejimi halkın sağlık güvenliği adına alması gereken önlemleri almadı. Halktan yana bir sağlık politikası için, demokratik ve bilimsel müdahaleleri planlayan, salgının bulaşma yolları, tanısı, tedavisi ve korunma yöntemleri hakkında doğru ve zamanında bilgilendirme yapma, hastaların mahremiyeti korunarak salgının, kişi, yer ve zaman özelliklerine göre dağılımı konusunda güncel verileri paylaşma, yaygın bir tarama testi ve aktif vaka tespitine yönelmiş bir sağlık politikası gerekliyken bu tercih edilmedi. Sağlık Bakanı Fahretin Koca aracılığıyla her akşam turkuaz zemin üzerine birer rakama indirgenen yaşamlara dair açıklamalar dinliyoruz. Bu açıklamalarda; “İstersek başarırız, tarihimiz buna şahittir” şeklindeki milliyetçi, şoven demagojileri ile zamanında ve doğru bilgileri kamuoyu ile paylaşmak yerine; rejimin bekası adına tablonun bu denli ağır olmasının sorumluluğunun örtbas edilmesi tercih ediliyor.

Yurt dışından gelen kişilerin karantinaya alınması uygulamasına çok geç başlanması, çeşitli kentlerdeki KYK yurtlarına yerleştirilen kişilerin; sağlıklı bir karantina ortamında olamaması, bu kişilerin tamamına test yapılması gerekirken sadece ateşi yüksek çıkanlara test yapılması virüsün yayılmasının önemli nedenlerinden biri olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Umre için yurt dışına çıkışları 27 Şubat gibi oldukça geç bir tarihte durdurmuş olması, yine camide ibadete 16 Mart tarihinde ara verilmesi geç alınan tedbirler arasındadır. Umreden gelenlerin karantina uygulamasından muaf tutulmaları için paresetamol ile ateşlerinin düşürülmesi, polis eşliğinde bir bürokratın kızının karantinadan kaçırılması ise devletin gizleyemediği gerçekler arasında yerini alan örneklerden sadece birkaçıdır.

Soylu’nun istifasına kılıf uydurduğu ilk sokağa çıkma yasağının ardından yaşanan gelişmeler ise; oldukça ‘seçici’ bir ekipten oluşturulan ve tavsiye kararlar vermek dışında bir yetkisi bulunmayan bir danışma kurulu niteliğindeki bilim kurulu üyelerinin dahi tepkisine yol açmıştır.

Faşist şeflik rejiminin toplumu İslamcı temelde restore etme ve erkek egemenliğini güçlendirme çabaları da salgın döneminin koşulları avantaja çevrilerek devam etti. Koronavirüs salgınının resmi olarak kabul edilmesinin hemen ardından çıkarılan HSK genelgesiyle, şiddet gören kadınların başvurularıyla ilgili 6284 sayılı yasanın pandemi koşullarına dikkat edilerek uygulanmasına karar verildi. Erkek egemen rejim, koronavirüs salgınının görüldüğü ülkelerde kadına yönelik şiddet verilerini inceleyip, daha çok önlem almak yerine; kadınları en çok şiddet gördükleri mekânlara korunmasız bir şekilde kapatmayı tercih etti. Erken yaşta evlilik, çocuk tecavüzcülerine evlilik yoluyla cezasızlık utkusundan vazgeçmeyen rejim; daha önce toplumun çok geniş bir kesiminin tepkisiyle geri çekilen bu düzenlemeyi yeniden gündeme getirdi.

Yine koronavirüs nedeniyle rejim krizinin doğrudan yansıdığı alanlardan biri olarak 13 milyon öğrencinin yaşadığı eğitim sorunu öne çıkıyor. Eğitim Bilişim Ağı (EBA) üzerinden uzaktan eğitim emekçi yoksul evlerin kapısından giremedi. OECD’nin pandemi sırasında eğitim ihtiyaçlarının karşılanmasında yol gösterici olması gerekçesiyle 70 ülkenin koşulları incelenerek hazırlanan raporda; Türkiye, sessiz bir çalışma yeri olan öğrenciler listesinde 49. sırada, eğitim için kullanılacak bilgisayarı olan öğrencilerin sıralandığı listede 64. sırada yer aldı.

Sağlık alanında çalışan; hasta bakıcılar, hemşireler, hekimler, hastanelerde çalışan temizlik işçileri ve diğer sağlık görevlileri ise çok büyük bir risk altında çalışmaya devam ediyorlar. Tüm bu tablo; devletlerin böyle bir salgına hazırlıksızlığının yanı sıra, sermayenin bugüne kadar kimin çıkarı için ne yaptığının ve yapmadığının, böylesine olağan dışı bir dönemde kimleri daha açık ifadeyle hangi sınıfı ve hangi toplumsal kesimleri gözden çıkardığının da göstergesi oldu.

Yasaklar: Temel Bir Yönetme Biçimi

Kapitalizmin krizini derinleştiren bir unsur olarak koronavirüs salgının yarattığı sonuçlar, faşist devlet politikalarını da elbette yeniden şekillendiriyor. Derinleşen yönetememe krizinin yarattığı açık; faşist şef tarafından daha çok yasak, zor ve baskı ile kapatılmaya çalışılıyor.

2016 yılında ilan edilen OHAL dönemi boyunca Kanun Hükmünde Kararnamelerle ve kalıcı OHAL yasalarıyla yönetim esas alınırken, bugün faşist şefin genelgeleriyle yönetim esas alınıyor. Mevcut yasaları bir anda geçersiz hale getirebilecek tüm konular ve bütün bir OHAL yetkisi bu genelgelerle düzenleniyor.

Sokağa çıkma yasakları ve il dışına çıkma yasakları başta olmak üzere tüm yasaklar; salgının yayılmasını önleme amacından ziyade, derinleşen çelişkiler ve Soylu’nun istifası ile gayet aleni hale gelen yönetememe krizi karşısında kitleleri hareketsiz hale getirmenin aracı olarak kullanılıyor.

AKP, MHP, Ergenekon ve bir kısım ulusalcıların ittifakına dayanan faşist şeflik rejimi, bir yandan savaş politikasını sürdürürken buna paralel olarak iç politikada da faşist yasa ve yasaklarla olağanüstü hal uygulamalarına girişmiş durumda. Salgın nedeniyle dönemsel olarak alınması kaçınılmaz kimi önlemler; özgürlükleri sınırlayıcı ve kalıcı antidemokratik uygulamalar olarak dizayn ediliyor. Yasaklara itiraz etmemenin hatta hayatta kalmanın yegâne biçimi olarak kimi yasaklara daha uygulanmadan gönüllü olunmasının da koşulları hazırlanmış oluyor.

Fiziki mesafelenmenin ve evde kalabilmenin salgının yayılması bakımından etkisini tartışmak değil amacımız. Ancak, iktidarından muhalefetine büyük bir toplumsal seferberlikle yapılan “Evde kal” çağrılarının toplumun tüm kesimi bakımından bir karşılığının bulunmadığını ve yasakların salgını önlemenin biricik yolu olmadığını, aksine koronavirüs dönemi faşizmin tüm politikalarına rıza üretiminin aracı haline geldiğini görmek gerekiyor.

Tüm yetkileri elinde toplayan faşist şeflik rejimi, milyonların gözünde gayrimeşruluğunu yitirmiş değil. Ancak kitle tabanını da istediği gibi kuvvetlendirmeyi başaramıyor. Rejim bu açığını da salgın döneminde sokağa çıkma yasağında cisimleşen pek çok yasağa rıza üreterek kapatmaya çalışıyor. Bu dönem salgın nedeniyle getirilen yasakların siyasal özgürlük mücadelesini engellemeye dönük olduğunu ve pandemi sonrası da kalıcı olabileceğini pek çok deneyim bize gösteriyor. Türkiye’de OHAL’in ilan edilmesiyle birlikte, bu dönem çıkarılan pek çok Kanun Hükmünde Kararname OHAL’in kaldırılmasıyla birlikte yürürlükten kaldırılmamış, aksine yasal hale gelmiştir. Fransa’da 2015’de IŞİD saldırıları bahane edilerek ilan edilen OHAL 2 yıl devam etmiş, ancak sona erdirilirken, çıkarılan terörle mücadele yasasında bazı OHAL uygulamaları yasalaştırılmıştır.

Bugün koronavirüs nedeniyle olağanüstü hal ilan eden Japonya, Lübnan, Peru ve Çekya’nın yanı sıra Fransa, İspanya, İtalya, Sırbistan ve Irak’ta da sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bu ülkelerdeki uygulamaların da genel olarak amaç dışı bir şekilde özgürlüklere yönelik bir tehdit olarak tezahür ettiğini söyleyebiliriz. Modi Hindistan’ı, Orban Macaristan’ı, Duterte Filipinler’i, Bolsonaro Brezilya’sı faşist politikaların geliştirildiği ülkelerin başında gelmektedir.

İlk sokağa çıkma yasağının, önceden haber vermeden iki saat önce ilan edilmesi Saray’ın siyasi OHAL ilanı için prova niteliğindedir. OHAL dönemi KHK’ları ile askeri yasak bölgeler ve güvenlik bölgeleri mevzuatının genişletildiğini; uygulamada Kuzey Kürdistan illeri, ilçeleri ve köyleri, Rojava sınırı bakımından gündeme gelen ancak bu dönemde de Batı’da ve özellikle de büyük kentlerde, kısmi (mahalle düzeyinde) yasak bölge-sokağa çıkma yasağı uygulamasının denenecek olması ihtimal dâhilindedir.

Sokağa çıkan yaşlıların linç edilmek istenmesini, evde kalamayan milyonların “geri zekâlılık” ile suçlanmasını, yasak başlamadan birkaç saat önce ilanıyla alışverişe giden insanların “cehalet” ile aşağılanmalarını ve bir kesimin sürekli sokağa çıkma yasağı ilan edilmesini talep etmesini bu amacın bir tezahürü olarak görebiliriz. Devletlerden sokağa çıkma yasağı talep etmenin, iktidara verilmiş açık bir çek olduğunun propagandasını daha güçlü yapmak, bunun yerine ücretsiz sağlık, bilimsel eğitim ve ücretli izin taleplerinin kitlelere daha çok mal edebilmek gerekmektedir.

Egemenlerin yönetme biçimi bakımından bu dönem içerisinde çıkarılan genelgelere, meclis tatile girmeden önce çarçabuk gündeme getirilen yasalara ve hızlıca girişilen pratiklere ve hükümet sözcülerinin yaptığı açıklamalara baktığımızda bu yönelimi daha net görürüz.

COVİD-19 sonrası dünyanın şifrelerini, milli yeterlilik ve küresel işbirliği olarak açıklayan diktatör başdanışmanı Kalın; devletin güvenliğinin artacağını, kamu güvenliği perspektifinin öne çıkacağını ilan ederken; devlet güvenliği adına tüm yasaklara meşruiyet çağrısı yaptı adeta.

Kapitalizmin tüketim ilişkileri onu oluşturan üretim ilişkilerinden azade ele alıp boş bir kapitalizm suçlaması yapan Kalın; “Kapitalizm ve tüketim kültürü dünyadaki kıyımlarını sürdürdükçe, gezegenimiz bize daha fazla virüs, pandemi ve felaket ile karşılık verecektir. Sonuç olarak şu gerçeği gözden kaçırmamalıyız ki burada asıl mesele zengin ya da fakir olmak, gelişmiş ya da gelişmekte olmak değil hikmet sahibi, merhametli ve erdemli insan olmaktır” diyerek, salgının yayılma biçiminin son derece sınıfsal olduğu gerçeğinin de üstünü örtüyor. Yaşamak için çalışmak zorunda kalan, kendini ve ailesini geçindirmek için salgına açık işyerlerinde, inşaatlarda, madenlerde, marketlerde, tersanelerde çalışan milyonlarca işçinin çoktan gözden çıkarılmış olduğu gerçeğini yalanlarla gizliyor.

AKP ve MHP’nin uzun bir zamandır üzerinde çalıştığı ancak kimi politik ayrım ve pazarlıkların konusu olması hasebiyle son biçiminin verilmediği infaz düzenlemesi iktidar ortağı MHP’nin lehine af olarak yasalaştı. COVID-19 nedeniyle İran, Bahreyn, ABD’de Los Angeles, Cleveland ve New York, Endonezya ve Afganistan’da ve dünyanın pek çok ülkesinde sayıları ve biçimleri farklılık gösterse de mahpusların tahliyelerine karar verilirken; uluslararası pek çok kurum devletlere ayrımsız bir şekilde tüm mahpusları serbest bırakma çağrısı yaparken faşist Saray rejimi; virüs bakımından en büyük risk grubunda bulunan mahpuslar için böyle bir düzenlemeye girişmedi. Aksine ayrımcı infaz düzenlemesiyle Alaattin Çakıcı gibi devlete hizmet etmiş çeteciler, kadınlara yönelik suçların failleri hiçbir tedbir alınmaksızın serbest bırakılırken; siyasi tutsaklara düşman hukukunun gereği yapıldı ve politik tutsaklar infaz düzenlemesinin kapsamı dışında bırakıldı. Hasta ve yaşlı mahpuslar, çocuklarıyla birlikte hapishanede bulunan kadın mahpuslar bakımından bile bu ayrımcı uygulama devam etti. Rejim; kadın örgütlerinin güçlü itirazlarına kayıtsız kalamadı ve taslakta cinsel suçlar yönünden hüküm almış faillerle ilgili koşullu salıverme kısmında değişikliğe mecbur kaldı. Ancak yaralama, hakaret, tehdit gibi kadınlara karşı işlenen suçlarda kalıcı olarak ceza indiriminin de yolu açıldı. Dahası aynı düzenlemeyle -biraz gölgede kalmış olsa da- 2000’li yılların F Tipi hapishaneleri ve TMY saldırısı düzenlemesinin bir devamı olarak görülebilecek politik tutsakların hapishanedeki örgütlü tutumlarına dönük bütünlüklü bir saldırıyı hedef alan bir infaz rejimine geçildi. Yine bu yasayla “örgüt üyeliği” maddesinde ceza artırımı da düzenlenerek sosyalistlerin, devrimcilerin, antifaşistlerin, feministlerin, yurtseverlerin siyasi düşünceleri ve eylemleri nedeniyle daha uzun bir tutsaklıkla karşılaşmalarının önü de açıldı.

Siyasi iktidar; pandemi koşullarında fiziki mesafelenmenin de getirdiği zorunlulukla siyasal mücadelenin değişen koşullarına göre yasa ve yasaklarını şekillendirdi. Sosyal medya operasyonlarıyla çok sayıda kişi gözaltına alınırken, iletişimin, haberleşmenin ve propaganda faaliyetinin önemli bir bölümünün yapıldığı dijital platformlarla ilgili çeşitli yasaklar, sınırlandırmalar ve bunlar üzerinden kurulan iletişimin denetimini arttırıcı düzenlemeler de rejimin yeni yasakları arasındaki yerini aldı. Foks Tv, Tele1 ve Halk TV’ye RTÜK üzerinden aba altından sopa göstermek de bu kapsamda değerlendirilebilecek bir pratikti. Rejim, dijital iletişimin öne geçtiği bu günlerde, medya tekelini elinde tutuyor olmasına rağmen, sosyal medya sahasını kendi politikaları lehine kullanma konusunda da açılım yaptı. Kurgu tweet yazan binlerce hesap, para ile viral atan sahte hesaplardaki artış daha şimdiden dikkat çekici durumda.

Faşist şefin “Biz bize yeteriz” kampanyasıyla duyurduğu, ardından Süleyman Soylu’nun tüm valilere gönderdiği genelgeyle Vefa Koordinasyon Grubu isimli devlet vakfı dışında hiçbir kurumun yardım yapamayacağı ilan edildi. Başta HDP olmak üzere, devrimci parti ve kurumların, demokratik kitle örgütlerinin, çeşitli yerel halk inisiyatiflerinin halk dayanışması göstermelerinin önüne geçilmek istendi. Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı hafta sonları belediyelerin ekmek dağıtımı dahi yasaklandı. Faşist şefin genelgesiyle belediyelerin en temel yetkilerinden biri de ortadan kaldırıldı. Faşist şef; peşin peşin ekmek dağıtmayı, erzak ve hijyen malzemesi teminini “terör faaliyeti” olarak niteledi, devletin hedef tahtasına yerleştirdi. Toplumsal dayanışma ve örgütlenmenin de bir aracı olan her türlü yardımlaşmanın Saray’ın tekeline alınması Erdoğan faşizminin pandemi dönemindeki belirgin politikalarından biridir.

Salgın döneminde halk sağlığı bakımından önemli inisiyatif alabilecek; rejimin adeta dönem sözcüleri gibi konumlanan sağlık bakanlığının ve bilim kurulunun çalışmalarını denetleyebilecek ve alternatif bir süreç yönetimi oluşturabilecek kurumların başında gelen TTB ile SES’in de benzer baskılarla karşı karşıya olduğunu da vurgulamalıyız.

Faşist şefin aynı kampanya ekseninde IBAN numarası paylaşarak para istemesi ise rejimin içine yuvarlandığı sefaletin dip noktasıydı. Büyük tepki toplayan bu açıklama aynı zamanda yaratıcı mizahın da konusu oldu. Toplumun pek çok kesiminden gelen tepkilere oldukça öfkelenen diktatörün tepkisi de aynı ölçü de sert olmalıydı. Erdoğan; tekâlif-i milliye göndermesiyle, halkın ve rakip burjuva kliklerin mallarına el koyacak saldırganlıkla kendisini yetkilendireceğinin sinyallerini verdi.

Rejim, kendi içindeki çelişkili ve heterojen yapısına rağmen savaş ve sömürgecilik hattını sıkı sıkıya sürdürdü. AKP-MHP ittifakı; Libya’da, Rojava’da, Güney Kürdistan’da ve içeride kirli yayılmacı savaş politikasını sürdürüyor. Faşist şef, korona krizi koşullarında işbirlikçisi Saray ve politik İslamcı milisleri Hafter güçlerine karşı hamle yapmaları için saldırı başlatmasını örgütlüyor. Sömürgeci Türk burjuva devleti; İdlib’deki Türk gözlem noktalarına askeri sevkiyatlara devam ederken, Maxmur kampında hava saldırısıyla katliam yapıyor, Medya Savunma Alanları’nı aralıksız bombardımana tabi tutuyor. Dahası KDP’yi yanına alarak Kandil’e abluka ve saldırı planlıyor. HDP’li belediyeler kayyum saldırısıyla işlevsizleştiriliyor.

Biz İşçiler Neden Evde Kalamıyoruz?

Bütün hükümetler krizi tekellerine bütçeden mali yardım boca etmek için kullanırken, kapitalizmin kar çarkının durmaması için büyük işletmelerdeki işçileri çalıştırmaya devam ederek işçileri ölümün kıyısına atıyorlar. “Evde kal” çağrısına çalışmak zorunda olduğu için uyamayan işçiler, koronadan ölüm veya açlık ikilemiyle karşı karşıya kalıyorlar. Motor üzerinde başını kaskına koyarak dinlenmek zorunda olan kuryelerin, ailelerini riske atmamak için geceleri evlerine gitmeyip, hastanede sedye üzerinde uyuyan sağlık emekçilerinin, virüsle doğrudan temas eden atık kâğıt işçilerinin haftalardır yaşadıkları onlarla aynı gemide olmadığımızı gösteriyor.

Ücretli izne çıkarılmayan ve açlıktan ölmemek için çalışmak zorunda kalan işçi sınıfı ve ezilenlerin burjuva hükümetlere güvensizliği hızla yükseliyor. İşçi sınıfının emekçilerin daha kararları bir şekilde sormaya başladıkları dönemin en esaslı sorularından biri de “Biz işçiler neden evde kalamıyoruz?” sorusu oluyor. Zorunlu üretim ve hizmet alanları dışında kalan inşaatlarda, madenlerde, tersanelerde, tekstil fabrikalarında ve daha pek çok sektörde kar yasaları işliyor.

COVID-19’un ekonomik ve sosyal etkilerine dair yürürlüğe giren 7244 sayılı yasa faşist şeflik rejiminin sınıf karakterinin alamet-i farikası niteliğinde. İşten çıkarmaların 3 ay süreyle yasaklandığına dair büyük bir iş güvencesi manipülasyonuyla pazarlanan yasa; işten çıkarılmaları yasaklamadığı gibi, işçileri zorunlu ücretsiz izin ve ayda 1.168 TL ile açlık dışında bir şey vaat etmiyor. Bu rakam, 2 milyon işçiye yapılması planlanan bu ödeme ile işsizlik sigortası fonunda biriken 132 milyar liranın sadece 7 milyar lirasının işçiler için kullanılacağı anlamına geliyor. Bu fondan defalarca patronlara “teşvik ve destek” adı altında ödeme yapılırken, koronavirüs salgını gibi benzeri yaşanmamış böylesi bir dönemde dahi bu fon işçiler için kullanılmıyor. Rejimin tüm varını yoğunu sermayenin çıkarları için seferber edişinin, işçi sınıfının yıllara varan mücadelesi sonucu kazandıkları hakların da pandemi vesilesiyle gaspı anlamına geliyor.

Pandemi Koşullarında Faşizmle Mücadelenin Öncelikleri

Pandemi koşulları aynı zamanda; üretimi durdurmayıp “evde kal” çağrısı yapanlarla, hayatta kalmak için çalışmak zorunda olanların; sermayesini büyütüp paralarını sayanlarla, ölülerini saymak zorunda kalanların savaşında; ezilenler lehine tutunmak zorunda olduğumuz bir “olanak” olarak beliriyor. Sermayenin talanından kurtulmuş bir doğanın, toplumcu halk sağlığının, cins ayrımsız bir toplumun ancak emek sömürüsünün ortadan kalktığı bir dünyada mümkün olduğu gerçekliği tüm berraklığı ile karşımızda.

Toplumcu halk sağlığına duyulan ihtiyaç, karantina koşullarında tüketim nesneleriyle kurulan ilişki ve çeşitli biçimlerde gelişen dayanışma örneklerinin kitlelerde sosyalizm fikrinin tecessüm etmesine de vesile oluyor. Burada yeni başlangıçlar için kalıcı bir zeminin verilerini görmek mümkün.

Pek çok salgının, özellikle de 14.yüzyılda Ortaçağ Avrupa’sında yaşanan veba salgınının, siyasal ve toplumsal yapı üzerinde etkide bulunduğu hatırlanmalıdır. Koronavirüs salgını ile yüzyıllar önce gerçekleşmiş bir salgının tüm dünyayı aynı biçimde etkilemesi elbette beklenemez. Ancak toplumu oluşturan tüm kurumların ve tüm ilişki biçimlerinin sorgulanacağı, gözden geçirileceği bir dönemin içerisinde olduğumuzu unutmayalım. Bu sorgulamanın başında da egemenlerin yönetim biçimi, devletin ideolojik aygıtları ve burjuvazinin tüm kurumlarının geleceği ortadadır.

Devrimci olanaklar bakımından bu elverişli zeminde; egemenler cephesinde gelişecek her politik hamlenin okumasını doğru ve zamanında yapmak, krizin yönetilemediği her anı politikanın konusu haline getirmek, ezilen tüm kesimleri faşist şeflik rejimine karşı politik özgürlük bayrağı altında saflaştırmak kaçınılmaz. Burjuvazinin politik ve ideolojik hegemonyasının da sarsıldığı; bunun yoksul milyonlar tarafından daha güçlü bir şekilde sorgulanır hale geldiği bu koşullar sosyalizm propagandası bakımında da elverişli bir zemin oluşturuyor. Bunun başarılamadığı her durumda salgına karşı önlem adı altında yapılan her düzenleme kalıcı hale gelecek, rejim rıza üretme ve hegemonya tazeleme imkanı kazanacak ve en nihayetinde faşist diktatörlük tahkim edilmiş olacaktır. Her ne kadar bu dönem, kapitalizmin teşhiri bakımından sınırsız bir zemin sunuyor olsa da; salgından korunmanın kitlelerde hayatta kalabilmek, kendisini ve yakın çevresini korumak adına bireyciliğin, bencilliğin toplumsal bir olgu olarak daha fazla üretildiği de açık bir gerçek. Bu durumun karşısına daha güçlü ideolojik argümanlarla çıkılmadığı; bireyselliğe karşı toplumsallığı, bencilliğe karşı fedakârlığı, paylaşım ve dayanışmayı, stokçuluğa, istifçiliğe karşı ihtiyacı kadar tüketmeyi bir yaşam biçimi olarak inşa etmediğimiz her durumda, başkalarını yaşatmak değil, hayatta kalabilmek adına her şeyin mubah görüldüğü bir burjuva ideolojinin güçlenmesi kaçınılmaz olacaktır.

Lüks ve savurganlığı öven, erkek egemenliğinden beslenen ne varsa içselleştirmiş, asalaklık, bencillik ve hamaseti, ikiyüzlülüğü yaşam tarzı edinmiş, vicdan ve etik değerlerden yoksun olmayı diktatörlüğün yaratmak istediği insanın temel özellikleri olarak sayabiliriz. İşte bu dönem iki ideolojinin de çarpışacağı bir dönem olacaktır. Kapitalizmin günlük yaşamımıza sirayet eden tüm yanlarının güçlü teşhiriyle birlikte alternatif bir yaşamın mümkünlüğü ve zorunluluğu da politikanın konusu haline gelecektir.

Toplumsal yaşamın tüm unsurlarının faşist ideolojik normlara göre şekillendirilmeye çalışıldığı bu koşullarda, kitlelerde gelişen sorgulama bilincini; sistem karşıtı devrimci bir bilinç ve eyleme doğru derinleştirmek ve ilerletmek de sürecin en temel devrimci sorumluluğudur.

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi