Kanal İstanbul’un Maliyeti 75 Milyon TL mi?

 “...tefeciliğin, hırsızlığın ve eşkıyalığın batağı, tüm canlı varlıkları: sudaki balıkları, gökteki kuşları, toprak üzerindeki bitkileri kendi mülkleri yapan prensler ve beylerdir.

Müntzer[1] prens ve beylerin tüm canlı varklıkları mülk olarak görme, kendine mülk edinme mantığı ve ‘becerisi’nin nasıl da hem bugünün yöneticilerine hem de toplumun geneline sirayet edebildiğini görse şaşırır mıydı acaba? Altyapıda sürekli emek ve doğa sömürüsüne ihtiyaç duyan bir sistemin üst yapıda bu ikisini de meşrulaştıracak ideolojileri ve düşünsel örüntüleri dayatacağını duysa hak verirdi belki. Bu sömürünün doğa ayağını azaltmak ya da doğanın bir kısmını korumaya çalışmak adına bazı iktisatçılar piyasa içinde bulunmayan insan dışı varlıkların ekonomik değerini göstermeye çalışıyor.

Temelde ekosistem servislerininin (temiz hava, orman, tarım alanları vs.) insanlara sağladığı fayda üzerinden parasal değer biçiliyor. Örneğin kirli havayı soluyan insanların sağlık masrafları ya da hastalanıp iş gücüne katılamaması üzerinden temiz havanın değerinin ölçülmesi. Bir diğer parasal ölçü yöntemi ise bir ‘şeyin’ (örn. bitki örtüsü, buzul, bir canlı türü vs.) ‘değer’ini insanların ona biçtiği değerin parasal ifadesi ile ölçmek. Yani buzulların erimemesi için bütçelerinden vazgeçebilecekleri para ya da korunması için ödeyebilecekleri miktar ile. Bu çabalar aslında doğanın ekonomik olarak ne kadar değerli olduğunu göstererek aslında korunma altına sağlanmasını amaçlasa da insan dışı varlıkların var olabilme hakkını gözden kaçırıyor ve neoliberalizmin tam da yapmak istediği gibi hayatımızın her alanına ve ilişkisine giren ekonomik bakış açısına yenik düşüyor:

En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.”[2]

Kanal İstanbul tartışmalarında da rastlanan doğayı ekonomik değerini göstererek korumaya çalışma yöntemlerinin etik açıdan olduğu kadar pratik açıdan da ne kadar yetersiz ve indirgemeci olduğunu detaylıca değerlendirmek bu yazının sınırlarını aşıyor. Konuyla ilgili bir tartışmaya şuradan ulaşılabilir: [3]

Bu yazıda amaçladığım Kanal İstanbul’un maliyetini ve bedelini değerlendirirken tek bir ölçevi merkeze alıp diğerlerini yan unsur olarak belirtmemek ya da diğer unsurları tek bir ölçeve, paraya, indirgemeden, temelde ekolojik ekonomik ve sosyal maliyetinin bütünselliği, birbirinden ayrılamazlığı ve birbirinin yerine konulamazlığı üzerinden bir tartışma yapmak ve sadece ekonomik değil ekolojik ve sosyal maliyetin de eşitsiz dağılımına vurgu yapmak. Buradan doğru da ekoloji ve emek sömürüsünün ilişkiselliğine dikkat çekmek. (Yazıdaki ekolojik maliyetten büyük ölçüde WWF Tr- Ya Kanal Ya İstanbul Raporu [4], Kanal İstanbul ÇED Raporu [5] ve Prof. Dr. Doğanay Tolunay’ın Kanal İstanbul’un Çevresel ve Ekolojik Etkileri raporundan [6] hareketle bahsedilmiştir.)

Öncelikle pek çok raporda ve değerlendirme yazısında belirtildiği gibi bu Kanal Projesi’nin ekolojik bedeli, tahribatı ve maliyeti çok yüksek. Üstelik bu maliyeti doğrudan ve en fazla ödeyecek olan, hali hazırda zaten yoğun kentleşme, betonlaşma, endüstrileşme baskısı altında olan su ve kara ekosistemleri. Ekosistem derken belirli bir alan içindeki canlı ve cansız bütün varlıkların birbiriyle ilişkiselliği kastediliyor. Her ne kadar belirli bir alan dense de bu alanlar bizim yapay ülke, il ya da ilçe sınırlarımız gibi değil daha geçişgen, çoğunlukla katı sınırlar barındırmayan ve genellikle geçiş koridorlarına ihtiyaç duyan alanlar. İstanbul ve İstanbul Boğaz’ı tam da hem denizel hem de karasal anlamda Anadolu ile Avrupa’yı ve Karadeniz ile Marmara’yı sonra dolaylı olarak da Karadeniz ile Ege ve Akdeniz’i birbirine bağlaması açısından bir koridor özelliği görüyor. Binlerce yıllık döngülerle akış dengesini bulmuş İstanbul Boğazı’nın bir yapayını yapmak, yoğunluk, sıcaklık, tuzluluk, barındırdığı besin miktarı ve oksijen bakımından birbirinden farklı Karadeniz ve Marmara’nın dengesini bozacak, hatta uzmanların belirttiğine göre besin yüklü ve yoğunluğu düşük Karadeniz’in suyunun üst akımlarla Marmara’ya girişini hızlandıracak; ilk yıllarda belki Marmara’da balık bolluğuna yol açabilecek olsa da uzun vadede Karadeniz’in kirli ve oksijensiz suyunu Marmara’ya taşıyacak ve Marmara Denizi’ni adeta öldürecek.

Marmara Denizi’nin dibinde oksijensiz ortamda biriken H2S, kenti çürük yumurta kokusuna boğacak. Üstelik belki bu kadar yoğun olmasa da bozulan dengenin hem Karadeniz’i hem de Ege ve Akdeniz’i olumsuz yönde etkileyeceği belirtiliyor. Kanal Projesi, denizlerin akış dengesini bozması ve deniz canlılarının yaşamını tehdit etmesi dışında ormanları, sulak alanları, kumul, mera ve fundalıkları ile buraların barınak olduğu binlerce bitki, hayvan ve kuş türünü tehdit ediyor, habitatlarını parçalıyor, yaşam alanlarını daraltıyor, zaten yoğun nüfus birikimi ve şehirleşmeyle baskılanmış ekosistem akışını bozuyor. Dahası yapay bir ada yaratılması sonucu ekosistemlerin geçişini bıçak gibi kesmesi ve ada içinde kalan canlıların akıbetine dair yoğun adaptasyon sorunları yaşanması, daranlan habitatlarda birbiriyle çiftleşmesi sonucu genetik bozukluk oranının artması gibi sorunlara davetiye çıkarıyor.

Kanal İstanbul’a dair tartışmaların çoğunda kanalın hem kendisinin hem etki alanının içme suyu havzalarından geçmesinden dolayı özellikle Avrupa yakasında oluşturacağı içme suyu baskısına genişçe yer veriliyor. Kanal projesi, İstanbul’un önemli su kaynaklarından Sazlıdere Barajı’nı doğrudan yok ediyor, Terkos’un ise çok yakınından geçiyor ve pekçok bilim insanı tuzlu suyun içme suyuna karışma riskinin yüksekliğine dikkat çekiyor. Bunların sonucunda ise Sazlıdere Barajı’nda 375 milyon metreküp, Terkos’ta ise 52 milyon metreküp su kaybı olabileceği varsayılıyor. Bu kayıpların İstanbul civarı su kaynaklarından ve yapım aşamasındaki Sakarya-Melen Barajı’ndan giderileceği söylesense de tüketim alanlarına çok yakın kaynakları kullanmak varken dışarıdan içme suyu temini hem ekonomik hem ekolojik açıdan daha maliyetli. Üstelik bu maliyetin faturası da büyük ölçüde kent yoksullarına kesilecek. İstanbul su kıtlığı tehdidi altındaki 11 büyük kentten biriyken [7] su kaynaklarının bu şekilde heba edilmesi toplumsal ve ekolojik faydadan çok uzak, kar ve güç hırsının bir göstergesi. Su kıtlığının en ağır koşullarda yaşandığı metropol kent Cape Town’da suya erişimdeki eşitsizliğin gelir dağılımı ve sınıfsal farklılıklarla birebir ilişkisi bize olası bir su kıtlığının İstanbul’daki sonuçlarına dair ipucu verebilir: Cape Town’da su kıtlığı yaşanırken nüfusun çok küçük bir kesimini oluşturan zenginler özel şirketler aracılığıyla kendinlerine yeni su kuyuları açtırabilir, kirlenmiş yer altı suyunu arıtıp yüzme havuzlarını doldurabilir, arabalarını yıkayabilir ve fahiş fiyatlarla şişelenmiş içme suyu satın alabilirken, nüfusun büyük kısmı kamusal çeşmelerden devletin belirlediği kotalar kadar su kullanabiliyor, üstüne çıkmaya çalıştıklarında ödeyemeyecekleri para cezalarına çarptırılıyorlar. [8]

Henüz Türkiye iklim değişikliğinden Afrika kadar etkilenmemişse de hatta altyapısal, ekonomik ve doğal kaynaklar açısından farklılıklar taşısa da neoliberalizmin ‘azalan’ bir kaynağı daha fazla özelleştirme ve kar aracı haline getirme refleksi, paran kadar kirletebilir ve tüketebilirsin mantığının egemenliğinden dolayı muhtemelen nüfusu 20 milyona dayanacak bir şehrin su kıtlığı çekmesi durumunda yaşanacaklar bundan çok farklı olmayacak. Sadece bu örnek bile ekolojik mücadelenin, doğa savunusunun ne kadar sınıfsal olduğunu göstermeye yetiyor. “Yoksulluk hiyerarşik, kirlilik demokratiktir” [9] gibi ekolojik sorunların herkesi eşit derecede etkilediği görüşleri ise hem kirliliğin yaratılmasındaki sorumluluğun hem de bunun sonuçlarından etkilenme oranlarının ve biçimlerinin eşitsizliğinin ve sınıfsallığının üzerini örtmeye çalışıyor.

IBB’nin belirttiğine göre proje 136 milyon metrekare tarım alanını ortadan kaldıracak. Bu tarım alanı kaybı hem Kanal Projesi’nin doğrudan tarım alanlarından geçmesinden hem de civarının imara açılmasından kaynaklanıyor. Yani bu alanlara kamulaştırılarak el konulacak, bir kısmından doğrudan Kanal geçerken, bir kısmı özel şirketlere devredilecek ve yapılaşmaya açılacak. Hatta Erdoğan’ın belirttiğine göre Kanal Projesi’nin tamamının ‘yap-işlet-devret’ modeliyle yapılması muhtemel. Projenin yaklaşık %52’sinin tarım alanlarından oluşması, üzerinden geçtiği köylerin sosyal, ekonomik ve ekolojik yapısını bozacak olması, bunlara doğrudan devlet aracılığıyla el konulacak olması ve sonuçta kimini daha da zengin ederken kimini daha da yoksullaştıracak olması yani yoksunlaştırarak birikim sağlaması [10], 17. yüzyılda İngiltere’de başlayan çitleme (çevreleme) hareketine çok benziyor. O zamanki birikim ve dolayısıyla yönetim krizinin yansıması olan çitleme hareketi 1980’lerin başından itibaren bütün dünyada ama özellikle kırsal yaşamı ve tarımsal üretimi görece daha fazla olan ‘yeterince gelişmemiş’ ülkelerde ‘ikinci çitleme’ (çevreleme) olarak uygulanıyor. Türkiye’de de etkisini 2000’lerle beraber daha hızlı gördüğümüz ikinci çitleme (çevreleme) hareketi diğer bir ifadeyle henüz piyasa mekanizmalarının ihtiyaç duyduğu kadar özelleşmemiş tarımsal üretim alanları ya da ormanlar, meralar, kıyılar gibi ortak kullanım ve kamusal alanları enerji, maden, inşaat ve turizme açıyor. [11] Böylece hem tarım alanları azalıyor hem de toprağın, havanın, suyun bu endüstrilerle kirletilmesiyle civardaki tarımın verimi ve kalitesi düşüyor. Bu da halkın giderek gıda güvencesinden uzaklaşılması ve gıda üzerindeki enflasyon baskısına yol açıyor. Aynı zamanda, kırsalda son ve küçük nüvelerini barındıran ortak yaşam ve üretim kültürü kente göç baskıyla dibi görüyor; insanlar kentin bireyci, doğadan ve doğal yaşamdan uzak, tüketime dayalı ve havası,suyu, gıdası kirli yaşamına mecbur ediliyor. Bütün bunların sonucu olarak ise doğanın sermaye birikimine katkısı artarken sınıfsal eşitsizlikler derinleşiyor.

Kanal Projesi’nin bir başka etkisi ise yaklaşık %60’ının tarım, mera alanları ve yaklaşık %30’unu çayır, fundalık, kıyı kumulu ve ormanların oluşturduğu güzergah ve etki alanının giderek betonlaşarak kentsel ısı adası oluşturması, fosil yakıtlara bağımlılığı ve CO2 salınımlarını arttırması. Bu birbirine bağlı üç durum hem birbirinin nedenine hem de sonucuna katkı yapıyor. Isıyı tutma ve yansıtmama kapasitesi daha yüksek olan betonlar şehirlerin kırsala göre yaklaşık 5-6 derece daha sıcak olmasının temel nedenini oluşturuyor. Betonlaşma ve şehirleşmeye bağlı nüfus akışı ise yoğun trafiğe ve bina içi yakıta dayalı CO2 salınımlarını arttırıyor. Artan salınımlar ısıyı daha da arttırıyor ya da ekstremleştiriyor ve özellikle bina içi enerji kullanımını (klima, doğalgaz vs) arttırıyor. Enerji kullanımındaki artış da daha çok salınıma yol açıyor ve kısır ama genişleyen bir döngü oluşturuyor. Kentsel ısının artması ise mikro iklimler oluşturuyor ve daha büyük ölçekte küresel ısınma ve iklim değişikliği ile birleşince ekstrem hava olaylarına (ısı dalgaları, ani ve yoğun yağışlar sonucu taşkınlar vs) davetiye çıkarıyor. Ekstrem hava koşulları gibi iklim değişikliği sonuçları ile hava kirliliğinin faturasını ödemeye mecbur bırakılan yine büyük oranda kent yoksulları ile dezavantajlı konumdaki gruplar (yaşlılar, kadınlar, çocuklar, azınlıklar vs) olurken [11], madde ve enerji tüketimini sürekli arttıran, doğadan kopuk, hizmet sektörüne dayalı yoğun nüfuslu kentler ise metabolik yarılmayı derinleştiriyor.

92 bin İstanbullu’nun itirazına rağmen Kanal İstanbul Projesi’ne izin çıkması ve hükümetin bu konudaki söylemleri ise göstermelik ÇED süreçlerinin ve burjuva liberal demokrasisinin halkı karar alma süreçlerinden ne kadar uzakta tuttuğunun bir göstergesi. Göstermelik bir şekilde halka tanınmış itiraz hakları bir şeye itiraz edebilme imkanı sunarken, fiiliyatta bu itirazların nasıl ve ne kadar değerlendirileceği, kararlar alınırken nasıl bir etkisi olacağına dair bir şey söylemiyor. Ne projeninin yapım aşamasına ne de karar aşamasına halk dahil edilmiyor. Diğer taraftan böyle büyük rant projeleri sermayenin ihtiyaçlarına göre şekilleniyor. Toplumsal eşitsizliğin varlığı sermaye gruplarının bu projelerin karar katılım mekanizmalarına her zaman daha müdahil olmasını sağlarken halkın karar alma süreçlerine katılımı engelleniyor, yok sayılıyor. Böylece ne katılımcı karar alma süreci, ne de bu sürecin sonuçları, çevrenin korunmasını ve ekolojik adaleti mümkün kılıyor. Çünkü tüm paydaşların sürece eşit biçimde katılmaları ve eşit söz hakkına sahip olmaları yalnızca bir yanılsama olarak kalıyor. [13] Bunun yanında birikim krizinin sonucu olarak doğanın rant projelerine daha da fazla alet edilmesi ve doğanın neoliberalleşmesi, [14] hükümetlerin otoriterleşmesini de beraberinde gerektiriyor. Bu yüzden benzer otoriterleşmeyi son yıllarda işçi grevlerinin yasaklanması [15], HES, RES, JES direnişleri, kent hakkı mücadeleleri ya da herhangi bir demokrasi talebine karşı gördüğümüz gibi başından beri şeffaflıktan uzak yürütülen bu proje için de hükümet yetkilileri ‘aleyhine konuşmanın yasaklanması’ tehditleri savurabiliyor. [16] Ancak A.Çoban’ın da [17] belirttiği gibi böyle süreçlerin hem doğa hem toplum üzerindeki yıkımı o kadar fazladır ki toplumsal muhalefet üretmesi kaçınılmazdır.

Sonuç olarak burada hepsine değinilemeyecek kadar fazla miktarda ekonomik, ekolojik ve sosyal maliteyi var. Kanal İstanbul projesinin. 3. köprü ve İstanbul hava limanı örneklerinde de olduğu gibi halka tepeden ihtiyaç dayatılması yoluyla meşrulaştırılmaya çalışılan, gayri safi milli hasılatı balon gibi büyütecek, birikim krizine girmiş sermayeye nefes aldıracak ama, eğer olursa, karının bölüşümünün nasıl geçekleştiğinden asla söz edilmeyecek ‘milli gurur kaynağı’ bu mega projeler, hem doğanın hem emeğin en vahşi sömürüsüyle hayata geçiriliyor ve geçirilmeye çalışılıyor. Havalimanı inşaatı sırasındaki vahşi çalışma koşulları ve orman katliamlarının da gösterdiği gibi birikim krizine girmiş sermaye ve destekçisi iktidarın ne emekçilerin alınteri ve yaşam koşulları umurlarında ne ormanların varlığı, içme suların yeterliliği, habitatların bütünlüğü, yüzlerce kuş türü ne de binlerce yıllık döngülerle oluşmuş doğal dengeler. Ücretli çalışanların, mülksüzlerin, kırdan kente sürüklenenlerin, geleceksizliğe mahkum edilen gençlerin yani bizlerin ise kaderi ve çıkarı o doğal dengelerle, ormanlarla, kuşlarla ve ekosistemlerle birdir. Evet projenin ekonomik maliyeti kuşkusuz ister doğrudan kamu hazinesinden karşılansın ister “yap-işlet-devret” modeliyle yapılsın yine bizim cebimizden çıkacak ama yalnızca maliyetin 75 milyar mı 118 milyon TL mi olduğuna, kaç yılda ödenebileceğine ya da kara geçip geçmeyeceğine odaklanmak yerine hem cebimizden hem ‘çevre’mizden çıkacakların çok boyutluluğuna ve çeşitliliğine odaklanmak, emeğimizin ve doğamızın sömürü mekanizmalarının birliğini görmek, mücadeleyi de bu çok yönlü ve bütüncül yanıyla kurmak çok önemli. Bu projenin geri döndürülemez ekolojik etkileri olacak ve hem emeğimiz hem doğamız için tüm gücümüzle mücadele ederken özneyi hem gelecek nesiller hem de doğayla birlikte kurmamız gerekiyor.

KAYNAKÇA

1 Engels, F. (1999).Köylüler savaşı. (Kenan Somer, Trans). Ankara: Sol Yayınları.

2 Marx, K (1966).Felsefenin sefaleti: M. Proudhonun sefaletin felsefesine cevap. (Başar Erdoğan, Trans.). Ankara: Sol yayınları.

3 Adaman, F. ve Özkaynak, B., 2012, ‘Doğaya Fiyat Biçilebilir mi? Biçilmeli mi?’, EKO IQ dergisindeki Kasım ayındaki söyleşi. http://ekoiq.com/dogaya-fiyat-bicilebilir-mi-bicilmeli-mi-prof-dr-fikret-adamandoc-dr-begum-ozkaynak/

4 WWF Tr. (2018).Ya Kanal Ya İstanbul- Kanal İstanbul Projesinin Ekolojik, Sosyal ve Ekonomik Değerlendirilmesi.

5. T.C. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Altyapı Yatırımları Genel Müdürlüğü. (2019). Kanal İstanbul Projesi Çed Raporu. Ankara.

6 Tolunay, D. (2020). Kanal İstanbul’un Çevresel ve Ekolojik Etkileri.

7 11 Büyük Kent Su Kıtlığı Tehdidi Altında: Cape Town "Bitti", Ya İstanbul? - İklim Haber. (2018). Retrieved 20 January 2020, from https://www.iklimhaber.org/11-buyuk-kent-su-kitligi-tehdidi-altinda-cape-town-bitti-ya-istanbul/

8 Sieff, K. (2018). Divided by drought. Retrieved 20 January 2020, from https://www.washingtonpost.com/news/world/wp/2018/02/23/feature/as-cape-towns-water-runs-out-the-rich-drill-wells-the-poor-worry-about-eating/

9 Beck, U. (1992) Risk Society: Towards a New Modernity, İng’ye Çev. M .Ritter, Londra, Sage. pp.36-40.

10 Harvey, D. (2005). A Brief History of Neoliberalism, Oxford University Press, Oxford

11 Çoban A., Özlüer, F., Erensü, S., “Türkiye'de Doğanın Neoliberalleştirilmesi Ve Bu Sürece Karşı Mücadeleler.” Yerel yönetim Kent Ve Ekoloji: Can Hamamcı'ya armağan, Çoban Aykut, İmge Kitabevi, 2015, pp. 399–456.

12 Socially vulnerable groups sensitive to climate impacts | Climate Just. (2014). Retrieved 20 January 2020, from https://www.climatejust.org.uk/socially-vulnerable-groups-sensitive-climate-impacts.

13 Keleş, R., C. Hamamcı, A. Çoban (2012) Çevre Politikası, 7. Baskı, Imge, Ankara.pp.371-379.

14 Castree, N. (2008) "Neoliberalising Nature: The Logic of Deregulation and Reregulation," Envİronment and Planning A, Vol. 40, No. 1, 131-152.

15 AKP hükümeti 16 grev yasağı ile işçilerin grev hakkını gasbetti (2019). Retrieved 21 January 2020, from https://www.evrensel.net/haber/370882/akp-hukumeti-16-grev-yasagi-ile-iscilerin-grev-hakkini-gasbetti

16 Barış Yarkadaş: Kanal İstanbul aleyhinde konuşmak yasaklandı. (2019). Retrieved 20 January 2020, from https://www.birgun.net/haber/baris-yarkadas-kanal-istanbul-aleyhinde-konusmak-yasaklandi-281910.

17 Çoban, A.(2013) "Sınıfsal Açıdan Ekolojik Mücadele, Demokrasinin Açmazlan ve Komünizm,"Yaşayan Marksizm, Yeni Seri Sayı 1,243-282.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi