Kemalizm ve “İlericilik-Gericilik” Tartışmalarının Mahiyeti

Cumhuriyetin 100. yılı tartışmaları her sınıfta, kesimde yaygın biçimde yapıldı, yapılıyor. 100. yılında cumhuriyet ve onu şekillendiren Kemalizm ve lideri Mustafa Kemal ilerici, çağdaş, antiemperyalist, kamucu-devletçi ve hatta sosyalizan olarak sahipleniliyor. Paneller, sempozyumlar yapılıyor, kimileri onun ‘devrimciliğini’ mücadele için ölçü sayan burjuva gerici iddialarda dahi bulunuyor. Gençlerle,  emekçilerle buluşmalar, tartışmalar düzenleyerek mücadeleci kesimleri etkilemeye çalışıyorlar. Tam da bu zemine basarak başta TKP, TKH, TİP, Sol Parti gibi örgütler gelmek üzere, emekçi sol hareketin belli kesimleri “Kemalizm’den neden kopamıyor, onu neden sahipleniyor?” sorularının cevabını bulmaya çalışacağız. Hiç kuşkusuz adı geçen örgütler işçi sınıfı ve ezilenler mücadelesinde burjuva ideolojik hegemonyaya zemin yaratarak su taşıdıkları, devrimci kitle mücadele dinamiğinin yön ve enerji kaybına neden oldukları için temel eksende duruyorlar.

İlericilik-gericilik tartışması temelde burjuva egemenler arası mücadelenin, burjuva iktidar olma kavgasında saflaştırmaya dönük ideolojik mücadele biçimlerindendir. Osmanlı’dan günümüze Türkiye'nin kapitalist gelişiminde son 200 yıllık sürecin özeti “ilericilik” iddiası ile var olagelmiştir. Burjuva klikleri ya da egemenler, egemenlikleri için bu ilericilik üzerinden ideolojik konumlanma ve çekişmelerle iktidarı ele geçirmeye ya da egemenliğini savunmaya çalışır. Egemenler kampında ilericilik olarak tanımlanan duruma baktığımızda temel düsturun ‘muasır medeniyet seviyesi’ne çıkmak olduğu görünür. Yani modern çağa uygun, kapitalist bir toplum ve güçlü devlet olma hevesi, iddiası demektir bu. Temelde de bu, dış güçlere, emperyalistlere (tek dişi kalmış canavar diye tarifte ortaklaştıkları), Levantenlere (memleketin kaynağını dışa peşkeş çeken çorbacı, uluslararası tüccarlar) karşı çıkmak, milli bir ekonomiye sahip olmak ve bütün bunlara bağlı olarak da temel hedef “devleti kurtarmak” demektir. Bu “devleti kurtarmak” kendini ilerici olarak tanımlayanlar nezdinde temel eksendir.

19.yüzyıl Osmanlı aydınlarının Osmanlıcılık, Garpçılık (Batıcılık), İslamcılık, Turancılık (Türkçülük) ve hatta düzen içi sosyalizm anlayışlarının (Osmanlı Sosyalist Fırkası vb.) temelinde o meşhur ‘devleti kurtarmak’ burjuva düsturu vardır. Sadece aydınları değil, bir bütün egemenler kampındaki kesimler de 1699’dan sonra bu temel eksene yaslanırlar. Karlofça antlaşmasından sonra Mehmet Rami Paşa, Lale devri yöneticileri, 1839 Tanzimatçıları M. Reşit Paşa ve Genç Osmanlılar, Mithat Paşa, II. Abdülhamit ile Panislamcıları, 1908 sonrası İttihatçıları ve Mustafa Kemal ve Milli Müdafaacıları, cumhuriyetle birlikte de CHP ile başlayan ve sıralanıp giden TCF, SCF, DP, AP, ANAP, AKP vb. unsurları için de devleti kurtarmak, devletin bekası en temel meseledir. Bunun içinde ‘Batıcılık, ilericilik’ olarak tanımlanan şey hepsinin ortak kesenidir. Avrupa’nın tekniği, siyaseti, bilimi alınmalı (Haşa kültürü, dini alınmasın!) ve sürekli taklit yoluyla peşinden gidilmelidir. Bu da çağdaşlığın ölçüsüdür. Diğer bir anlamda çağdaşlığın ölçüsü burjuva yaratmak oluyor ancak o da yerli “milli” burjuva olmalı. Müslüman ve Türk sermayedar sınıfın, patronların yaratılması temel eksende durur. İşte bu temelde görünen şey; devleti kurtarmak, esas olarak, egemen sınıfların burjuva egemenliğini, düzenini korumak ve kurtarmaktan, onların sömürü, yağma ve fetih düzeninin sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Devletler, egemen sömürücü sınıfların hakimiyet aracıdır: “Devlet, egemen sınıfın bireylerinin kendi ortak çıkarlarını geçerli kıldıkları ve bir çağın burjuva toplumunun tamamını özetleyen biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, tüm ortak kurumlar devlet aracılığıyla oluşur ve politik bir biçim kazanır…”1

Egemenler kampının son 200 yüzyıllık tarihi boyunca devleti kurtarmak isteyenlerin tüm bölükleri feodallerden burjuvaziye; generaller ve bürokratlardan büyük toprak sahiplerine tümü kendi egemenliklerini savunmakta, onu korumak veya kurtarmak istemektedir. Egemenler kampı tabii ki içyapısı ve ilişkileri itibarıyla düz bir evrim sürecine, tekdüze bir yapıya sahip değildir, değişik katmanları vardır; kliklere, çıkar çevrelerine vb. bölünürler, birbirleri ile mücadele ederler, ittifaklar kurarlar,  birbirlerini tasfiyeye de girişirler vb. İşte bu mücadeleler içinde de birbirlerini toplumsal kitle tabanından yoksun bırakacak; ilerici-mürteci, kökü dışarıda-milli, liberal-yerli milli, komprador işbirlikçi-yurdum malı gibi ideolojik tasavvurları kullanarak kitleleri kamplara bölme, kutuplaştırma yöntemlerini kullanırlar. En yaygın ayrımları ise dini devletin nasıl denetleyeceği, kullanacağının ton farkı (Diyanet işlerinin parası çok mu az mı olacağı, din kültürü derslerinin zorunlu mu seçmeli zorunlu mu olacağı vb.) ile Türk İslam ya da İslam Türk siyasal anlayışında hangisinin öncelikli olacağı meselesi gelir. Böylece de kendi toplumsal egemenliğinin ideolojik şekillenişini ve toplumsal tabanını sağlarlar. Hakimiyet aracı devlete hangi kesimin egemen olacağı ise meselenin özünü oluşturur. Bu egemenlik mücadelesi de doğal olarak egemenlerin ideolojik hegemonyasının ve kapsayıcılığının etkisiyle emekçiler, ezilenler cephesinde de temelde ilericilik-gericilik ve buna bağlı unsurlar biçiminde karşılık bulur. Bu eksende politik pratikler, aileden gelen kalıntılarla parti tutmalar, burjuva rejimin karakterine uygun alışkanlıklar ve de özelde de Kemalizm’e dair teorik, ideolojik ezberler oluşmuştur.

İlericilik/gericilik tartışma ve kamplaşması tarihsel bakımdan politik bir sınıf olarak burjuvazinin kendi egemenliğini kurmak için feodal aristokrasiye karşı yürüttüğü egemenlik mücadelesinden türemiştir. Burjuvazinin tarihsel gelişiminde aristokrasiye karşı egemenlik kurmaya çalıştığı zamanın kritik eşiklerinde İngiliz (1648) ve Fransız (1789) burjuva demokratik devrimleri yaşanmıştır. Marx, 1848 ayaklanmalarının sıcağında, burjuvazinin, 1848 ayaklanmacılarını bölme çabaları için ideolojik aygıtları eliyle servis ettiği burjuva egemenliğine dönük ilericilik iddialarını proletaryanın devrimci arayışının tasfiye edilerek düzen içine hapsedilmesi yönelimi olarak tanımlar. Gelişen burjuvazi ve onun siyasal egemenliği talep etmesiyle, onu engellemeye çalışan feodal aristokrasi, kiliseci parti ve örgütleri, burjuva gelişmeyi durdurma çabasını ve buna bağlı her girişimi gerçeği, durumun somut halini görmediği için ‘gerici’ olarak tanımlar. Bunu üretim tarzının tarihsel gelişim zorunluluğuna dayandırır: "Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler."2 Marx, kapitalist üretim tarzının gelişiminin geldiği düzey ve onun siyasal, toplumsal, ideolojik egemenliğinin zorunluluğunu anlamayan bir önceki dönemin üretim tarzının ilişkileri içindeki egemenlerini ve onların siyasal, toplumsal, ideolojik direncini “gerici” olarak tanımlar. Marx, çok açık biçimde üretim ilişkileri ile egemenler arasındaki bağı sımsıkı ortaya koyar. Kapitalizmin egemen sınıfı olan burjuvazi ve bağlı unsurları egemenlik mücadelesinde kendi sınıfsal üstünlüğünü siyasal ve toplumsal anlamda kurmak için ilericilik iddiasında bulunur. Tam da buradan hareketle Türkiye sathında kapitalizmin gelişimi meselesine tarihsel bakımdan odaklanmak bize Kemalistlerin ilericiliği meselesi ile ilgili somut veriler sunacaktır.

Bu coğrafyadaki egemenler için kapitalizmin gelişmesi ve geliştirilmesi meselesi, özünde burjuvazi "yaratmak" meselesidir. Ayrıca eğer bu yaratım belli bir asgari varoluşa kavuşturulmuşsa, var olan burjuva unsurları sermaye biriktirmeleri için olanaklı olan her biçimde desteklemek, yani müsadere (el koyma), mallara çökme, emvali metrukeleri (Ermeni, Süryani soykırımının, Rum mübadelesinin arkasından kalan mallar) peşkeş çekme, varlık vergisi, OHAL, KHK vb. uygulamarı bunun somut pratikleridir. Tam da devlet ve egemenler için bu sayılanların sürekliliği ve davranışın kaynağı ortak ve temel görevdir: Osmanlı’dan cumhuriyete önce Müslüman sonra da Türk, yani iki durumda da yerli ve de milli burjuvazi yetiştirmek temel esastır. Türk burjuvazisinin oluşum hikayesinin başlangıcını Kemalistlerle başlatmak ve onun bu temelinden dolayı onu ilerici görmek, Türkiye iktisadi gelişim tarihinden bihaber olmak demektir. 

Daha eskiye de gidilebilir ama biz III. Selim döneminden başlayalım. 1795’lerde gelişen sanayi devrimi sonrası uluslararası ticaret ve bunun içerideki sanayi gelişimine etkisiyle birlikte Müslüman Tüccar yetiştirmek isteyen III. Selim, Hayriye Tüccarları (Şirket-i Hayriye) adıyla gemi işletmeleri, taşımacılık vb. için teşvik vermiş, şirketleşmeyi desteklemiştir. Temel hedef yerli Müslüman tüccar, banker ve sanayici yetiştirmektir. Bunu yaparken 17. yüzyıl Avrupa’sının Akdeniz’deki sömürgecilik faaliyetinin şirketleri olan İngiliz Levant Company (1592), sonra Fransız Levant Campany (1670), Hollanda Levant Campany’lerin (1602) kuruluşundaki ticari teşvik, bağlı oldukları devletin hukuki koruması ve sermaye desteğinden oluşan sermaye birikimine odaklanmıştır. Bu "company"ler devletin sermaye gücü olarak kendi tüccarlarını tek bir bayrak altında ayrıcalıklı antlaşmalar ile desteklerken, tüm tüccarların bir şirket bayrağı altında ticaret yapmasını, kredi bulmasını, devleti arkasına almasını sağlıyordu. Avrupa merkantilizminin gelişiminde bu şirketleşme ve devletin teşviki temel yerde durur, bu companylere engel oluşturanlara karşı da sömürgeci savaş mesaisinin doğrudan etkisi çarpıcıdır. Osmanlı’da yine III. Selim kapitalistleşme önünde engel oluşturan esnaf tekellerini (gedik sistemini) de kaldırarak şirketleşme sürecini, pazar ekonomisini geliştirmeye çalışmıştır. Önce III. Selim sonra halefi II. Mahmut benzer uygulamaların en azından devlet teşvikiyle olan kısmında Müslüman girişimciler başarısızlığına müdahale etmek ve onlara peşkeş düzeni yaratacak devlet karhaneleri (Feshane, tuz ve maden İşletmeleri, tütün idaresi -Rejiden oluşan devlet tekelleri- vb.) biçiminde devam ettirdi. Bunların yanında her ikisi de kapitalistleşmeyi yerli eksende sağlamış ve Müslüman tüccarlara muafiyetler (Gümrük rejimleri, borçlar, vergilerden vs) getirmiş, ayrıca yerli malını da teşvik etmiştir. Bu durum 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması uyarınca iç gümrük ortadan kaldırılınca bir kısım teşvik ve destek alan sanayiciler, ticarethaneler yıkıma uğradı. Bu antlaşmadan sonra 1845’te İstanbul Üsküdar’da 5 bin dokuma tezgahı kapandı, yünlü ve ipekli dokuma tekstil kentlerinde (Bursa, Edirne, Manisa-Gördes, Kayseri-Bünyan vb. yerler ki hala buralar muhafazakar tepkinin önemli merkezleridir) işsizlik, tepkiler gelişti. Ancak Osmanlı’da bu yerli burjuvazi yaratma çabası devam etti. II. Abdülhamit’te bu konuda adımlar atarak Haydarpaşa-Bağdat demiryolları, devlet maden işletmeleri (Linyit, kömür işletmeleri devreye sokuldu), tramvay, havagazı devlet işletmeleri kuruldu.

Düyun-u Umumiye olarak bilinen Osmanlı borçlarını tahsil için kurulan İngiliz-Fransız sömürgeci sermaye örgütü, Osmanlı tütün idaresi (Reji idaresi), gümrük harçları ve vergileri, demiryolları geliri gibi devlet tekellerine el koydu. Buna rağmen kapitalistleşme çabası Abdülhamit döneminde sürdü, Almanların da yardımıyla Anadolu içlerinde demiryolları, Fırat, Dicle Vapur işletmeleri ile ‘başta Orta Anadolu tahıl üreticisi büyük toprak sahipleri olmak üzere yeniden pazara açılma fırsatı yakalayan kapitalistleri destekleme ve buna bağlı biçimde yeniden bir sermaye birikim süreci başlattı.

“Milli tüccar” ve “Türk patron” yaratılması meselesi, İttihatçılar için de temeldi. Bunun içinde onlara göre emperyalist tekellere, işbirlikçi Rum-Yahudi-Ermeni tüccarlara karşı Türk-Müslüman burjuvazi yaratılması temel bir ilericilik ve uluslaşma biçimiydi. İttihatçılar 1916’dan itibaren bu iki gruba karşı kapitülasyonları ve ona bağlı ayrıcalıkları kaldırdılar. İttihatçılar Kara Kemal, Vasfi Bey, Doktor Nazım’ın başında bulunduğu ekip İstanbul’daki Türk-Müslüman tüccarlar, Kayseri-Ankara çevresindeki, Söke-Çukurova, Kuzey Makedonya’daki büyük toprak sahipleri ve 1915 Ermeni Soykırımı’ndan kalan mallar yani emvali metrukeden zenginleşen memur ve subayları sermaye sahibi kılmak ve onları korumak için her yolu denemiş, buna bağlı pratikleri uygulamışlardır. Balkan Harbi sonrası Millî İktisat politikasını (1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nin temelini ve hedeflerini oluşturur) uygulamak isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti bu fırsatı emperyalist paylaşım savaşının başlamasıyla elde etmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “Küçük Efendisi” Kara Kemal, millî iktisat uygulamalarının en önemli aktörlerinden biri olmuştur. Kara Kemal’in gerçekleştirdiği ekonomik faaliyetler, savaş sırasında Türk-Müslüman burjuva yetiştirilmesinin temel halkalarından birisidir. Sakarya ve Eskişehir’deki harp sanayinden demiryolları teknolojisine, Zeytinburnu’ndaki savaş fabrikalarına kadar bir dizi devlet işletmesine, ek olarak Söke-Çukurova başta gelmek üzere tarımsal tekellerin ve kapitalistleşmenin de teşvikçilerindendir.

1918’de savaşın bitmesiyle İttihatçıların sürdürücüsü (İttihatçıların 193 şubesinin 165’i sonradan Milli Müdafaa Cemiyeti olmuş, bunların çoğunluğu daha sonra CHF’yi oluşturmuştur) Milli Müdafaacı Kemalistler de aynı çizgiden yürümüşlerdir. Daha 1921’de komünistlerin ve işçilerin örgütlerini yasakladılar, onların yayınlarını “Sahte TKP” ile kendine katarak “komünizm ihtiyaçsa Kemalistler getirecek” pazarlamasıyla Ekim Devrimi’nin etkisini yok etmeye çalıştılar. Bunu yaparken de kendi sınıfsal pozisyonu ve kendi gerçeğine uygun biçimde devrim ve enternasyonalizm düşmanı tutum aldılar. Yine onun sınıfsal karakterine uygun biçimde, ikiyüzlü bir burjuva olduğunu ilan edeceği bir eşik vardır. O da savaşın bitiminde yaptıkları İzmir İktisat Kongresi’dir. Bu kongreyle milli iktisat anlayışı çerçevesinde Kemalistler milli burjuvazinin, tüccarın, büyük toprak sahiplerinin temsilcisi olduğunu ilan ettiler.

Kemalistler kendilerinden öncekilerden aldıkları burjuvaziyi teşvik etme biçimlerini değişik araç ve biçimler ekleyerek devam ettirmişlerdir. Antiemperyalizmi kullanarak sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşında Bolşevikler, Hint Müslümanları, Afganlardan para yardımları topladılar. Bolşeviklerden, Hint ve Afgan Müslümanlardan savaş için gelen para ile İş Bankası kuruldu, “Aferistler” (Çıkarcılar, yiyiciler) adıyla bilinen olayla kredi, teşvik, borç adı altında burjuvaziye, tüccara, büyük toprak sahiplerine, emvali metrukeci devlet görevlilerine peşkeş çekildi.

Hemen aynı dönemde 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu ile arazi, hammaddenin yarısı, enerji, ulaşımı devletin karşılayacağı bir burjuva teşviki yapıldı. Bundan öncede 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile grev yasaklanmış, işçi-çiftçi örgütlenmeleri, yayınları yasaklanıp derneklerin mallarına çökülmüştür ki burjuvazinin önüne herhangi bir engel çıkartılmasın. Aynı kanuna dayanarak aynı dönem içinde Kemalist iktidarın egemenliği için ayrıksı duran kimi İttihatçı artıkları Doktor Nazım, Kara Kemal, Kara Vasfi Bey vb. 1926’da İzmir’de M. Kemal’e karşı suikast yapılacak bahanesiyle yargılanarak tasfiye edildiler. Bu suikast komplo tezgâhıyla suikast girişimleri canlarıyla ödediler. Kemalist burjuva diktatörlüğün burjuva muhalefetine bile yaşama şansı vermeyen tipik en gerici burjuva stratejisi böylece tamamlanmış oldu. Ayrıca daha çok 1915 Ermeni Soykırımı sırasında ele geçirdikleri Ermenilerin kalan malları yani emvali metrukeler, Esnaf Cemiyeti’nin pazar tekelinden elde ettiği sermaye de bu yargılamalarla M. Kemal ve CHP’ye geçmiştir. M. Kemal öldüğünde ülkenin en zengini olması bizi şaşırtmamalı. Ayrıca çeteci yöntemlerle elde edilen sermaye de devlet geleneği olarak sürdürülmüştür.

Burada devletçilik uygulamasını bir çeşit sosyalizan pratiğin biçimleri olarak görüp göklere çıkaran bir emekçi sol gerçekliğinin varlığına da dikkat çekmekte yarar var. Hem İzmir İktisat Kongresi hem de Teşvik-i Sanayi Kanunu’nda açıktan yasal hüküm altına alınan burjuvaziyi her koşulda semirtmeyi amaç edinen bir rejimin sınıf karakteri ortadadır. Özel sermayenin henüz gücünün yetmediği alanlarda devletin yatırım yapmasında, devlet işletmeleri kurmasında sosyalizmin zerresi yoktur. Kapitalist devlet işletmeleri düpedüz burjuva yetiştirme siyasetinin tamamlayıcı bir perspektifle yapılan uygulamalardır. Bütün bu sayılanların tarihsel arka planına baktığımızda Türk-Müslüman olmayan halkların mallarına çökülmüş, savaştan semirtilmiş, uyuşturucu ile beslenmiş bir burjuvazinin egemen sınıf sürekliliği, yağma, soykırım, el koyma, çökme düzeni ortadadır. Yerli milli patron, Türk-Müslüman burjuvazisi yetiştirmek, olanları büyütmek üzerine kurulu bir düzen hedefi vardır. Bütün burjuva gericiliğinin her türüyle sermaye birikimini temel alan Kemalistleri ve onun burjuva cumhuriyetini yukarıda adı sayılan emekçi sol örgütlerin “ilerici” adıyla sahiplenmesi düpedüz bu yağma, sömürü düzeninin ortağı, destekçisi, takipçisi yapmaz mı?  Türk Müslüman bir burjuvazi yaratarak ve buna muasır medeniyet hedefiyle ilerici demek burjuvazinin değnekçiliği demektir. Bu aynı zamanda burjuva ideolojik dünyasının sularında yüzmek demektir. Burjuva düzenin ideolojik mücadelesinde emekçilerin, ezilenlerin kafasını karıştırma, bilincini bulandırma rolüne de soyunan bu emekçi sol örgütler yanılsamalar yaratıp egemen düzenin su taşıyıcılarıdır.

"İlericilik" eğilimi ve fikrinin kapitalistleşme sürecindeki egemenlik mücadelesinden kaynaklandığı  gerçekliği yok saytılıp, M. Kemal şahsında fışkıran bir devrimci yaratıcılık olarak tanımlanıp sunulduğunda onun kuyruğuna takılma sonucunu verir, veriyor. Marx ve Engels, “Tarihin akışını ele alırken, eğer egemen sınıfın düşüncelerini, egemen sınıfın kendisinden ayrılarak, onlara bağımsız bir varlık atfedersek, hangi koşulların ürünü olduklarına ve kimlerin ürettiğine aldırış etmeksizin verili bir zaman diliminde şu ya da bu düşüncenin egemen olduğunu söylemekle yetinmiş oluruz.”3 derken sanki bugün bizdeki tarih okumasının öznelciliğinden, burjuva eklektizminden bahsediyorlar. M. Kemal ve bilinmeyen arkadaşları köksüz, sınıfsız, mitolojik ‘bir düşün" hali olarak sunuyor,  M. Kemal’i İttihatçılardan, II. Abdülhamit Osmanlısından, 200 yıllık Osmanlı Müslüman, Türk burjuva yetiştirme teşvik ve çabasından, “devleti kurtarma” arayışından bağımsızmış gibi gösteriyorlar. Hiç kuşkusuz buradaki yanılsama da rolü olanlar TKP tarihi kadar Kadro hareketi ve dergisindeki ihanetçi, dönek TKP’liler Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir, Kemalizm’le uzlaşmacılığı temel alan “Şefik Hüsnü TKP’si”, onların yanında burjuvazinin kadrine uğrasa da ağa, ayan, bölgeler arası tüccar, esnaf egemen kliğine karşı mücadele ettiğini iddia edip Kemalistleri savunan aydınlar, gazeteciler vardır. Bunların burjuva zeminde, burjuva ideolojik çemberinde olduğunu kesin biçimde söylemek gerekir. Sosyalizm mücadelesi yürüttükleri hele de Marksist-Leninistlik iddiası tamamen asılsızdır, ancak bunun sürmesini sağlayan şey ise bunların tarihe, topluma, ML’ye, mücadeleye ve örgüte yaklaşımlarında sergiledikleri yöntemde verilidir. Benimsedikleri yöntemleriyle teoriden istediklerini alıp kendilerine göre işleyerek kendi pozisyonlarını korumaya çalışıyorlar ancak mücadeleyi tahrif etmeye de devam ediyorlar.

Lenin, ilk eserlerinden biri olan “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?”da (1894) o dönem Rusya ve Avrupa’da sosyalistler içerisinde kendini gösteren öznel toplum bilim yöntemini eleştirir. Bu yöntemin burjuva ideolojisine, onun düzeniçi reformist siyasetine, hizmetteki rolüne değinir. “Toplum bilimindeki öznel yöntem her şeyden “iyi olanı” alın der. Bu yöntemin en tipik özelliği, gerçekliğin doğrudan ve kesin bir tanımından korkması, küçük burjuvazinin idealler dünyasında uçmayı yeğlemesidir.”4Öznel toplum bilim ile meseleleri ele almaya başlayınca üretim ilişkileri ile siyasal, toplumsal, ideolojik unsurların doğru ve kesin bir tanımını vermekten kaçınmak, doğal olarak, temel meselelerde sizin duruşunuzu, konumunuzu, örgüt ve mücadele biçimlerinizi de “duruma” göre uyarlamanıza hizmet ediyor. Bu öznel toplum bilim yöntemi bizde en çok rejimin yapısının analizinde, Kemalizm’in savunulmasında, sahiplenilmesinde, rejimin sömürgeci üniter yapısının gerçeğini kavrama, buna karşı mücadelede ve buna bağlı Kürt sorununda, Ermeni-Süryani soykırımındaki tutumda, Türk ve Müslüman olmayan halkların, inançların inkar, imha ve asimilasyonuyla kurulan ilişkide, soykırıma, sürgüne uğratılan halklardan kalan mallarının milli yerli burjuvaziyi yaratmasında, bunun tarih okumasında, SDHP’yi (Sosyal Demokrat Halkçı Partisi) devrimci kök olarak tanımayıp kökleri, geleneği TKP ile sınırlı tutup Türk köklerinin, kaynakların korunmasında, laikliğin burjuva egemenlik aracı ve toplumsal saflaştırmayla mücadelenin burjuva ideolojik zemine hapsedilmesinde vb. kendini gösterir. Doğal olarak öznel toplum bilim ile burjuva radikal fikirler ve anarşist lafazanlığı birleştirerek ve buna da ML sosu katarak gerekçeler bulmak, eklektik alıntılar ile reformizmin, oportünizmin kılıfını yaratmak bu yöntemin tipik davranışıdır.

Kemalistlerin ve M. Kemal’in ilericiliği ile ilgili bir diğer ezber ise Asyatik üretim tarzından gelen ağa ya da büyük toprak sahiplerinin Kemalistlerce tasfiye edildiği iddiası ve masalı gelir. Bu tasfiye ile modern ya da çağdaş Türkiye’nin önü açılmış ancak 1950’lerden sonra önce DP (Demokrat Parti), sonra ardılları ve AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) ile gelen diğer gerici, dinci, yobaz egemen klikler bunu sabote edip bu kesimleri beslemişlerdir. Ancak bu iddianın sahiplerine hemen baştan söyleyelim. Bırakın ağaların tasfiyesini Kemalistler ağalarla ortaklaşıp birlikte devleti hem "kurtarmışlar" hem de CHP’nin kaymakamları ve parti temsilcileri olarak devleti birlikte yönetmişlerdir.

Osmanlı’da Kürdistan hariç "ağalar" 1800'lü yıllar boyunca devlet teşviki ile pazar için üretime yönlendirilmişlerdir. II. Abdülhamit’in Şark Demiryolları Projesi’nde kapitalistleşerek pazara dahil edilme ile en somut halini alırken II. Meşrutiyet burjuva devriminden sonra İttihatçılar da bu ortaklığı devam ettirdiler. İttihatçılar 1915 Ermeni Soykırımı’yla iş birliğini suç ortaklığı şeklinde sürdürdüler, ağalar bu soykırımcı ortaklığın ödülünü Ermeni ve Asuri-Arami halklardan kalan mallara, yeni emvali metrukelere el koyarak aldılar. 1916’da İttihatçılar kapitülasyonları kaldırınca Esnaf Cemiyeti vb. adlarla Müslüman-Türk yani yerli/milli sermayedarlar yaratmak için bu ağa, ayan takımını kullandı. Bunlar savaşa da katılmadıkları için Anadolu köylüsünün, ittihatçı devlet eliyle ve desteğiyle, kalan yaşlı, kadın ve çocuk köylünün topraklarına çöktüler. Meşhur Hacıağa figürü de oradan gelir. Ulusal kurtuluş hareketi sırası ve sonrasında zaten Güney Cephesi ağa ve beylerin önde ve egemen olduğu bir cepheydi. Kürdistan’da da Diyap Ağa öncülüğünde kimi aşiret-ağa ortaklığıyla da Erzurum Kongresi’ni bağlamıştır. 1923’ten sonrası ise 1923-24 Rum mübadelesiyle Rumların kalan topraklarına, bağlarına çöktüler.  Ermeni emvali metrukeleri Kemalistlere tescillendi ve Türkçü tarih-yazımıyla da üzerine beton döktü. İzmir İktisat Kongresi ile de çiftçiler adıyla ağalara mutlak teşvik, destek ve koruma sağlanacaktı. Ağaların isteğiyle toplanmasında asker, küçük bürokratlar baş ağrıtıyordu. Aşar Vergisi kaldırıldı. Böylece emekçi köylülüğün de desteğini alacak, itaatini sağlayacak bir düzenleme yapılmış oldu. CHP’nin 1923’ten sonra il ve ilçe başkanları doğal olarak devletin kaymakam ve valileri, mebuslarının önemli bir kısmı işte bu ağalardır. Burjuva ilericiliği iddiasının emekçiler bakımından en temel davranışlarından olan toprak reformu ise M. Kemal döneminde Rumların Yunanistan’a gönderilmesinden (1924’te 1,5 milyon Rum gönderirlerken 480 bin Müslüman-Türk gelmiştir) kalanların topraklarının dağıtılması dışında bir dağıtım olmamış, sadece Iğdır, Çoruh, Ardanuç, Artvin’de vb. yerlerde o da çok sınırlı olmak kaydıyla bu göçten kalan ve kimi tekke arazileri bölgede yerleşik köylülüğe dağıtılmıştır. Çiftçiyi topraklandırma kanunu da 1922-50 döneminde bir kez yasallaşmıştır. O da 1945 yılında yasalaşmış, bu kanunla da ancak çok sınırlı biçimde, o da hazine ve orman alanları çok sınırlı birkaç bölgede dağıtılmıştır. DP’nin 1946 yılı seçim çalışmalarının başındaki ağaların müfettişi olan Adnan Menderes’in etrafında toplanan ağalara, CHP iktidarının köylülük tehdidi üzerinden mesajını içerir. M. Kemal, 1 Kasım 1936 günü yaptığı TBMM açılış konuşmasında Meclise şöyle seslenir: "Toprak kanununun bir neticeye varmasını Kamutay'ın (meclis) yüksek himayesinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin, geçineceği ve çalışacağı toprağa malik olması, behemahal (ne olursa olsun) lâzımdır. Vatanın sağlam temeli ve iman bu esastadır. Bundan fazla olarak, büyük araziyi modern vasıtalarla işletip vatana fazla istihsâl (üretim) temin edilmesini teşvik etmek isteriz.”5 Burada da küçük köylüyü kandırma, onun imanını taze tutma, diğer yandan da büyük toprak sahibinin gelişimine, onun teknik olarak donatılmasına hizmet ve ortaklık vardır. Her türlü kararnameyle istediğini el koyma ve kamulaştırma hakkına sahip M. Kemal, şahsının memurları olan milletvekillerine rica da bulunuyor. Bu salt bir emekçiler nezdinde yanılsama örgütlemek dışında burjuva ikiyüzlü siyasetinin tipik davranışıdır. CHP ve Kemalistler büyük toprak sahiplerini desteklemeye M. Kemal öldükten sonra 1942’de de sürdürmüştür. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda TC, Nazilerin ekonomik olarak ortağı durumundaydı. Türk ırkçılığı en üst düzeyde benimsenerek “Anadoluculuk” adı altında Türk-Müslüman olmayanlara karşı saldırganlığa dönüştürülmüş, ekonomik olarak da Müslüman-Türk olmayan halklara Varlık Vergisi ile çökülmüştü. Aynı dönemde emekçi köylülüğün mallarına da çöküldü. 1942 Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) yasası ile savaş bahanesiyle buğdayın satış fiyatı piyasada 50 kuruş iken devlet köylüden jandarma sopasıyla ve ağaların yardımıyla toplayarak tahılı 20 kuruşa almıştır. Savaşta destekledikleri Nazilere hem hububatı hem de krom gibi metalleri yüksek karla sattılar. Böylece savaşla zenginleşme atağı yaşandı.6 

Bu ikiyüzlü yağmacı karakter, Türk-Müslüman burjuvazisinin temel karakteridir. 1945’te göstermelik olan, köylünün (küçük ve orta köylülük) savaşta çökülen tahıllardan vb. dolayı oluşan tepkisini ortadan kaldırmak isteyen CHP, serbest seçimlerin de etkisiyle, toprak reformunu yasalaştırdı. Ancak bu yasanının uygulanması da birkaç ilde ve o da hazine, orman arazileri dağıtımından öteye gitmemiştir. Çünkü sırtını dayadığı ağalar toprak reformuna karşı çıkıyordu. CHP Eskişehir Milletvekili Emin Sazak büyük toprak sahipleri adına TBMM kürsüsünden şöyle seslenir: "Padişahı devirdik, Halifeyi kovduk, şapkayı giydik, Latin harflerini kabullendik, tekkeleri kapattık, bazı gerekçelerle Varlık Vergisi’ni bile kabul ettik. Fakat bunu kabul edemiyorum." Toprak reformunun en tartışmalı dönemi ise ilginçtir; 1954’te DP'nin toprak reform girişimi dönemidir ki toprakların belli bir oranda dağıtımının yapılmasına girişilmiştir. Şimdi soru şu, kimin yöneteceği dışında bir çelişkisi olmayan bu egemenler arası mücadelede büyük toprak sahipleri tasfiye edilmiş midir? Her türlü olağanüstü hakka sahip olan, kararnamelerle mallara çöken, vatandaşlıktan çıkaran M. Kemal ve Kemalistler neden toprak reformunu hayata geçirmemişlerdir? Çünkü burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve ağalar ittifak ve kader birliği içerisindedirler, egemenliklerini sürdürmenin dışında dertleri yoktur. Buradaki temel yanılsama Şefik Hüsnü’nün Komintern’e sunduğu raporları ve Kadro Dergisi çevresinin, ardılı Aydınlık gazetesinin yarattığı yazın politikasının etkisi ile Şeyh Sait üzerinden Kürt isyanlarının bastırılmasına dönük biçilen yanlış yönlendirmesi vardır. O dönem her Kürt ayaklanması feodallerin, mürtecilerin (gericilerin) hareketi olarak görülmüş, onların bastırılması, tedip (uslandırma-yola getirme) ve tenkili (uzağa gönderme – uzaklaştırma) de üniter yapıyı güçlendirdiği için ilericilik olarak alkışlanmıştır. Ancak bu tamamen şovenizmin, Türk sömürgeciliğinin alkışlanması ve desteklenmesidir. Bu durum, onların burjuva zeminde durduklarının ve şovenist olduklarının somut verisidir. Bunların içinde o dönem TKP’si ile ilişkisine rağmen Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürt sorununda 1930’larda yaptığı çözümlemeler ve bu yanıyla tuttuğu incecik dal ise ayırt edici olarak farklılaşır. Son olarak Kemalistler büyük toprak sahipleriyle hem sermaye oluşturmada hem de burjuva-gerici rejimini yönetmede birlikte çalışarak, ittifak halinde ortak bir tarihi yaratmışlardır.

İlericilik üzerine tartışmanın son temel halkası ise hilafetin ve buna bağlı unsurların kaldırılmasına yaslanarak yapılan tartışma, yani meşhur laiklik meselesidir. Hemen baştan söyleyelim, laiklik tartışması burjuva zeminde ve burjuva ideoloji çemberinde, egemenler arasındaki iç mücadelenin ideolojik, toplumsal ve politik bir biçimidir. Osmanlı’da 1838’de padişah olan Birinci Abdülhamit, Tanzimat Fermanından önce cülus fermanında (padişahlık beyanı) şeriat düzenini şöyle anlatır: “Allah beni ‘Emirül-Müminin ve Halife-i ruy-i Zemin’ (Müminlerin emiri ve yeryüzünün halifesi-temsilcisi) tayin eylemiştir. Uhde-i hilafetime teslim edilen halkı korumak vazifemdir. Memurlar namaz vakti ‘sokaklarda’ camiye gitmemiş olanları gördükleri halde sual ile şeriata göre gereken cezayı verecektir.”7 Biçimsel olan bu beyannameden sadece 4 ay sonra Tanzimat Fermanı ile padişah ve devlet Osmanlı’da modern-kapitalist bir devlet yönetimine geçeceğini ilan etti ve böylece I. Abdülhamit’in dediği biçimden öte bir anlamı kalmadı. Sırasıyla 1856 Islahat Fermanı, 1876 I. Meşrutiyet (Kanun-i Esasi Anayasa ) ile de Müslüman olmayanlara da  Batılı kapitalist tarzda modern mülkiyet, can güvenliği, vergi ve askerlik işleri getirildi. Böylece Osmanlı'da uzun süredir fiilen süren ikili hukuk, yeni modern-kapitalist ve şeri-dini hukuk yan yana, iç içe uygulanmaya, yaşanmaya başlamıştır. Şeri düzen II. Abdülhamit devrinde Mecelle adlı Medeni Kanun’la egemen kılınmaya çabalanmış ama modern kapitalist/burjuva hukuku da birlikte “Devletin dini İslam’dır” anlayışına uygun sürdürülmeye çalışılmıştır. 1908 2. Meşrutiyet rejimi ile modern hukukun ağırlık kazandığı burjuva devlet düzenine dönük temel adımlar atılmıştır. Peki, Osmanlı'da nasıl bir şeriat düzeni vardı ve düzende halifenin rolü neydi? Halifenin salt siyasal bir temsiliyeti vardı, o da padişahta birleşiyordu. Rusların Kırım’ı işgaline kadar halifeliğin devlet yönetiminde sembolik bir anlamı varken özellikle 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasından sonra halife, Sünni Müslümanların dini-siyasal (ekümenik) lideri kabul edildi. Bu liderlik sembolizmi, özellikle II. Abdülhamit’in devleti kurtarmak için İslam Birliğini (Panislamizm) kurma çabası döneminde en üst noktasına çıktı. Bu İslam Birliği, İttihatçılar ve hatta ilk dönem Kemalistler dahil devleti kurtarmak isteyen tüm egemenler kampı içinde paylaşılan ortak bir görüştür. Ancak ilk önce 1912’de Arnavut Müslümanlarının Osmanlı’ya karşı bağımsızlık hareketi, ardından 1913-15’teki Arap Müslümanların İngilizlerle iş birliği yaparak Osmanlı’ya saldırısı, ayrıca Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda bağımsızlık vaadiyle Hintli Müslümanların Osmanlı’ya karşı birkaç cephede savaşması Panislamizmi ve onun ekseninde yeniden kurgulanan halifelik kurumunun uluslararası etkisini yerle bir etti. Kemalistler, 1919-22 arası savaş döneminde İngilizler tarafından yedeklenen Hintli Müslümanları kendi yanına çekmek için antiemperyalist olduklarını ileri sürdüler ve “halifeyi kurtarmak istediklerini” iddia ettiler. 

Osmanlı’da padişah-halifeler, şeri düzende istedikleri gibi kanun koyamazlardı. Ulemanın başında şeyhülislam vardı, müftüler-imamlar buna bağlıydı. Savaş-barış, ahidnameler (Kapitülasyonlar), vakıflar ve her türden dini iş, bunlara sorulur, fetva eliyle de verdikleri cevaplar resmiyet kazanırdı. Eğitim ve yargı kadı askerlere bağlıdır, o da doğrudan padişaha bağlıdır. Kadı-naipler, adalet işinde hakim-kaymakamdırlar, hoca ve danişmendler de eğitim işinde medresede temel muhataptılar. Bunların işbölümü tüm Osmanlı tarihi boyunca sürdürülmüştür. Kanuni’den itibaren bütün kanunlar şeri düzene mecbur kılmıştır. Ancak dönemin en temel kuralı ihtiyaç temel belirleyendi, buna göre karar verilirdi. Ebussuud gibi bir şeyhülislam dahi buna bağlı olarak faizi (%20’ye kadar) toplum yararı varsa uygun bulmuş ve uygulanmıştır. Sarraf denilen bankerler esasında tefecilik-faizciliğin Osmanlı’daki biçimiydi. Sarraflar, bankerler, tefeciler vb. sınıfı ekonomik işleyişe egemendi, bunlara göre şeri düzen işlerdi. Devlete isyan etmek, Mehdi iddiasında olmak, bir Müslümanın kafir olması yani başka dine geçmesi dışında kalan bütün suçlar şeri düzende çeşitli diyetlerle (bedellerle) en çok da para cezaları ile karşılanırken padişaha, devlete ve düzenine karşı gelmenin ise cezası doğrudan ölümdü. Şeyh Bedreddin, Bozoklu Celal gibi isyancılar, İsmail Maşuki, Hamza Bali gibi mehdi-kutup iddiasında bulunan tarikat-komüncüleri, şeriat düzenine karşı çıkan Molla Kabız, Molla Lütfi gibi aydınlar da ibretlik idamlara, işkencelere uğramıştır. Bu uzun aktarımda da görüldüğü gibi padişah ve onun şahsında devlet, İslam diniyle bütünleşmeyi ifade ediyordu. 19. yüzyılda Osmanlı’da ise hukuk düzeni, eğitim, yargılamalar ikili bir karakter kazandı, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte modern-kapitalist hukuk, uygulamalar ve düzeni egemen olmaya başladı. Lale devriyle başlayan somut reformlar, III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde köklü bir hal almış, Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla kapitalist hukuk, kurum ve uygulamalar egemen olmuştur. 1908’den sonra ise şeri kurallar tamamen modern devletin kurallarına göre zayıflatılmıştır. Şeri uygulamaların sınırı en asgariye indirilmiştir. İttihatçıların iktidarında ise Türk Müslümanlığı ile halifenin Türkleri birleştirmesi hedeflendi. Halife sadece siyasi bir unsur olarak devletin egemenliğini sağlarken, İttihatçılar döneminde iktidar aparatı haline getirildi, kendilerine bağlı bir unsura dönüştürüldü ve dini konularda iktidarın politikalarını meşrulaştıran bir yapı biçimine büründürüldü.

Şimdi 1924 yılına gelindiğinde bütün bu söylenilenlerin yanında ve dışında ne vardı ki laiklik denilen uygulama hayat buldu ve gerçekten devlet, dinden ayrıldı mı, devlet, toplum laikleştirildi mi? Bu sorunun cevabı burjuva zeminde kalsa bile buna da bakmak gerekir. 3 Mart 1924’te halifelik kurumu kaldırıldı. Medreseler kapatıldı, tekke ve zaviyeler tasfiye edildi, eğitimdeki ikilik (modern-dini) Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birleştirildi. Mecelle yerine Medeni Kanun getirildi. Kemalizm ve uygulamalarına ilerici diyenler işte açıktan alkışlamaya buradan başlıyorlar. Gericiler, yobazlar, dinciler gitti laiklik geldi, diyorlar. Buna da ilericilik atfediliyor. Bu, Kemalistlerin kendinden önce İttihatçıların aynı politikasını sürdürdüğünü, kurumların adlarını değiştirerek işlev ve rollerini devam ettirdiğini görmeyen bir yaklaşımdır. Kemalist burjuvalar bakımından bu atılan adımlarda, sadece kendi iktidarını kurmak ve güçlendirmek, kendi sınıfsal egemenliğini dini ve ona bağlı unsurlarla sürdürmek, dini denetleyerek, bunlara bağlı unsurları kendi egemenlikleri altına almak ve yeni bir biçim vererek devletli din anlayışını sürdürmekten öte bir şey yoktur. Buradan hareketle 1924 ve sonrasına kısa bir göz atmak bu söylenen durumu somutlamaya yeter.

3 Mart 1924’te halifelik ve şeyhülislamlık kaldırıldı, yerine aynı işlev için “Diyanet İşleri Başkanlığı” kuruldu.Evkaf (vakıf işleri) başkanlığı kaldırılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Osmanlı’da da gelirlerini süreklileştirmek ve devletin mallara el koymalarından kaçınmak için temel kurum olan vakıflar kurma, böylece tarikat ve cemaatlerin faaliyetleri yasal bir hüviyete kavuşturuldu. (Hâlihazırda 2023’te dahi tüm cemaat-tarikatlar, vakıflar üzerinden örgütlülüğünü sürdürür, para kaynaklarının temeli de burasıdır). Diyanet İşleri Başkanlığı ve vakıflar doğrudan reis-i cumhura M. Kemal’e bağlandı (Aynı padişahta olduğu gibi). Vakıflar Genel Müdürlüğü eliyle de tarikat, cemaatlerin denetim ve himayesi sağlandı. Bütün imam-vaizlerin atanması, maaşları, camilerinin giderleri, yapımı, tadilatı devletin sorumluluğuna alındı, Osmanlı’da köy ve kasabaların önemli kısmında mahalleli kendi imamını seçiyordu. Yabancı ve azınlık okullarının özerklikleri sonlandırılarak ‘milli’ eğitim sistemine ve bakanlığına (Türkçe öğrenme, tarih, kültür dersleri Türkçe ve Türk öğretmenler tarafından zorunlu verilmesi şartlarıyla) bağlandı. Bütün okullarda Ziya Gökalp’in çizdiği çerçevede din kültürü ve ahlak bilgisi dersi getirildi. İmam yetiştirmek için devlet 25’i ilk etapta olmak üzere her kentte imam hatip okulları (medreseler yerine) açıldı. Elmalı Hamdi’ye ısmarlama Kur’an meali ve tefsiri yaptırılıp devlet matbaası aracılığıyla “bastırıldı”, yaygın dağıtımı yapıldı. İslam tek din, Hanefilik tek mezhep, maturidilik tek itikadi yapı oldu. Kimlik bilgisinde yer alma zorunluluğu getirilerek herkes için kimlikte “Dini İslam’dır” ibaresi zorunlu kılındı. Göründüğü üzere şeyhülislamlık ve sonra DİB, Osmanlı’nın son 150 yılı ve İttihatçıların II. Meşrutiyetten sonraki uygulamalarının yeni bir adlandırması ve M. Kemal’in iktidarı döneminde de iktidarların mutlaklaştırılmasından başka bir rol ve işleve sahip olmayan devletin dini kontrol etme ve dini devlet eliyle sürdürme aracından başka bir şey değildir.

Hem İttihatçılar hem de Kemalistlerdeki laiklik anlayışına, onun ideolojik temeline de bakmak meseleyi daha anlaşılır kılar. İttihatçıların devamı olan Kemalistlerde iki temel kavram bunların bakış açısı ve düşünüşünün özetini verir: Türklük ve İslamlık. Bu iki kaynağın şekillenmesinde Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’in doğrudan etkisi vardır. Yusuf Akçura Rus Çarlığı’na karşı Türkistan ve Astarhan merkezli Müslüman Türklerin-Tatarların mücadelesinde (İsmail Gaspıralı, Samet Ağaoğlu vb. ile) öne çıkan isimlerdendi. Bu isimlerle İttihatçılar ve Kemalistler aynı paradigmaya sahiptir. Zaten Yusuf Akçura 1932’de kurulan Türk Tarih Kurumu başkanlığına getirilmiş, “Güneş Dil Teorisi”, Etiler-Sümerlerin dahi Türkleştirilmesinin mimarlarındandır. Bunun Üç Tarz-ı Siyaset kitabındaki fikir haritasında Osmanlılık, İslamlılık, Türkleşmek temel esastı. Ancak önce Balkan uluslarının isyanı ve ayrılmaları, sonra da Arnavut ve Arap isyanları Osmanlılık fikrinin, projesinin terk edilmesine neden olmuştur. Bunun yerine Ziya Gökalp’in sınırları Anadolu’da olan Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (çağdaş medeniyetler seviyesine çıkmak) yargısına dönüştü. Mustafa Kemal’in kendisinin veyahut o dönem hatırasını yazanların da söylediği gibi Z. Gökalp, M. Kemal’in zihin dünyasının temelini oluşturan bakış açılarının kaynağı olmuştur. Bu zeminden hareket edilirse İttihatçılar ve Kemalistlerin “laiklik” anlayışları da anlaşılır. Bunun için de kısaca Z. Gökalp’i tanımlarsak; I. Dünya Savaşı sırasında İslamcıların “gerçek” İslamlaşma (Sırat-ı Müstakim) fikirlerini, Türk Yurdu Dergisi etrafında toplanan çoğu Rusya’dan (Kırım, Astarhan’dan vs.) gelen Türkçü-Turancıların Türkçülüğünü, laik-modern bir toplum isteyen Garpçıların (Batıcıların) muasırlaşma tezlerini (Hüseyin Cahit, Celal Nuri vb. ile İçtihat Dergisi) E. Durkheim’in sosyolojisinin yorumuyla uzlaştırma ve sistemleştirme çabasıdır. Bütün bu üç kaynak, aynı zamanda, Durkheim-Comteci yöntemle M. Kemal’i ve onun burjuva cumhuriyetini, aydınlarını biçimlendirmiştir. Laiklik anlayışı da devletin dini kontrolü, kullanımı ve işlevlendirilmesi ile buradan gelir. Laiklik anlayışına baktığımızda ise bu uzlaştırmayı Z. Gökalp şöyle somutlar: Kavme, Ümmete, Devlete, Vatana, Çileye, Sınıfa, Hirfet Ocağına ve ilah… Mensup ne kadar mefkûreler varsa, cümlesi ‘milli’ mefkûrenin muavinleridir. İktisadiyat sahasında bile sınıf mefkûresi ‘millet’ mefkûresinin bir tabiidir.”8Tam da buradan hareketle cumhuriyetin laiklik anlayışını, kaynaklarını somutlar ve bu laiklik anlayışının en temel düsturunu yine aynı kitabında ortaya koyar; “Tesettür ilkel arzulara İbtida-ı iştiyakları (ilkel arzulara fazla kapılmayı) ve çok eski içtimai müesseselere kadar uzanan bir adettir. Bu alışkanlığın hala devam etmesi Türk kadınlarına en büyük hakarettir.”9

Laiklik anlayışına Gökalp, Türk milliyetçiliği üzerinden bir ulus inşa etme temelinden bakar. Ayrıca bu Türklük inşası için dilin kullanımını egemen kılmak için duaların Türk töresine, ezanın da dine uygun biçimde Türkçe okunmasını istemiştir. Bütün bunları esasen İslam öncesi Türk kültürü, töresi, gelenekleri ile İslam uzlaştırılmasını, uyumlulaştırılmasını yeni düzeyde bir devlet, Türk-İslam devletinin inşasının temeli olarak görür. Bu ve takipçileri için, Türk İslamiyet’tir ya da Türk-İslam inanç ve kültürüdür. Bu düpedüz 100 yıllık cumhuriyetin kurucu ve sürdürülen temel kodu durumundaki ideolojidir. Bu anlayış İttihatçılardan Kemalistlere, Menderesgillerden AKP’ye aynı Türk İslam anlayışıdır. Sadece bu ikisinin pratikte, uygulamalarda ton farkları vardır. Bu da milliyetçiliğin daha önde dinin tamamlayıcı ya da dinin önde milliyetçiliğin tamamlayıcı olacağı bir ton veya nüans farkıdır. Bugünkü AKP’nin, TC’nin politik İslamcı kökleriyle temelden uzlaşmaz bir karşıtlık oluşturmamak bununla ilgilidir. Ancak bu ton farkı egemenler cephesinde iktidar kavgasında, sermaye edinme ve servet birikim sürekliliğindeki rekabette kendini farklı şekilde gösterir. Devletli İslam anlayışıyla dini devlet eliyle kontrol ve ona hâkim olmak isteyenlerin laiklik saflaştırması var. Diğerleri ise geleneksel-muhafazakâr değerlerle Türklüğü ilerlemecilikle birleştirmeye, yerli milli olanla karşısındakini saflaştırmaya çalışır. Her iki egemen cephe bakımından devletin bekası, sermayenin egemenliği, Türk İslam ideolojisinin tekçiliği (tek devlet, tek millet falan filan) temel eksenlerdir. Kitleler laiklik ile muhafazakarlık saflaştırılmasıyla da burjuva egemenliğinin tahterevallisine oturturlar. Bizim emekçi sol da bu egemenler cephesinin gıcırdayan, paslanmış tahterevalli düzeninde emekçileri, ezilenleri, onların mücadele enerjilerini bu egemen düzene yağ yapmaya, enerjiyi berhava etmeye çabalıyor. Böylece küçük burjuva karakteri, burjuva ideolojik zemininden beslenmesiyle de bu düzende kendine yer tutmaya çabalıyor. Laiklik tartışması ya da saflaşması, burjuva egemen kliklerinin ideolojik mücadelesinin bir biçimidir. Emekçi solun laiklik üzerinden Kemalizm’den kopamayışında yöntem ve üzerinde bulundukları burjuva zeminden, küçük burjuva karakterinden dolayı işleri tersyüz etmesi vardır. Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç ise burjuva gericiliğinin faşizm pratiklerine sahip olan, İtalyan faşist yasalarını hukukun temeli yapan (141. ve 142. ceza kanunları), Nazilerin korporasyon politikasını ticaret ve ekonomik yasa haline getiren bir Kemalizm gerçeği vardır. Her bakımdan burjuva gericiliğinin temsilcisi olan M. Kemal ve Kemalistlerin savunulması emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesine zarar vermek, o mücadeleyi burjuva düzene yedeklemektir.

 

1 K. Marx- F. Engels- Alman İdeolojisi, s. 66-67)

2 K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz-K.Marx).

3 K. Marx, Alman İdeolojisi, s.53

4 Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar? S.88

5 Atatürk’ün söylev ve demeçleri, s.369

6 Şevket Pamuk, 200 yıllık Türkiye İktisat Tarihi

7 Halil İnalcık, Devlet-i Âliyye, c. IV, s.162)

8 Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak

9 Ady.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi