Siyasi Bağımsızlıktan Mali-Ekonomik Sömürgeci Boyunduruğa

Türk ulusal mücadelesi (TUM) siyasi bağımsızlığı kazanarak emperyalizme yarı-sömürge bağımlılık statüsünden kopuşmuş, kimi kamu işletmelerini millileştirmiş ise de emperyalistlerle iktisadi ilişkilerini süreklileştirmiş, zamanla daha da geliştirmiştir. 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı giderek İngiltere ve Fransa’nın yarı-sömürgesi oldu. Yüzyılın sonlarında Alman emperyalizmi de bunlara katıldı. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'nda Alman emperyalizminin güdümüne girerek, savaşta onunla birlikte hareket etti.

Savaş kaybedilince Türk burjuvazisinin temsilcisi İttihat ve Terakki’nin önder kadroları galip devletler tarafından cezalandırılmamak için ülkeyi terk etti. Devlet bürokrasisi ve ordu içindeki İttihat ve Terakki’nin, B takımı olarak adlandırılabilecek kadroları Anadolu ve Mezopotamya’da bir direniş örgütleyerek yeni bir önderlik inşa etmenin yolunu açtı. M. Kemal’in başını çektiği yeni ekibin emperyalist kapitalist sistemle bir sorunu yoktu. Amaçları işgali kaldırabildikleri ölçüde kaldırmak, hiç olmazsa İstanbul Meclisi’nin Mısak-ı Milli’de dile getirdiği alanda Türk ve Müslüman egemenlerin iktidarını gerçekleştirmek ve bölünmeyi durdurmaktı.

Sivas Kongresi’nde ABD mandacılığı gündeme geldiğinde M. Kemal karşı çıkmadı, kongre kararı ile ABD Senatosu’na manda konusunda mektup yazıldı. Mandacılığın önündeki engel Türk burjuva önderliğinin karşı çıkışı değil ABD’nin isteksizliğiydi.

Türk burjuva önderliğinin antiemperyalist olmadığının bir diğer verisi ise emperyalistlerle olan ekonomik bağlara dokunmayıp, sadece askeri işgale ve bölünmeye karşı tutum almış olmalarıdır.

Türk burjuva önderliğin Sovyetlere yanaşmasının asıl amacı emperyalistlere karşı ilişkiyi şantaj aracı olarak kullanarak onları işgalsiz bir uzlaşmaya razı etmekti. O yüzden esasta anti-işgalcidir.

TUM ve onun burjuva önderliği bu nitelikleriyle emperyalistlerin, Sovyetlerin etrafında örmeye çalıştıkları Bolşevizm karşıtı bariyerin güney ayağının hayata geçirilişini geciktirmiştir. Diğer yandan bu sürecin kazanımları ve yarattığı nesnel çelişkiler Cumhuriyet ilan edildikten sonra da TC’nin parçası olduğu Sovyet karşıtı setin yükselmesini ve katılaşmasını frenleyerek 1940’lı yıllara kadar esnetmiştir.

Yanı sıra TUM, emperyalistlerin Anadolu ve Mezopotamya’yı aralarında sorunsuz paylaşma planlarını bozarak -ezilen halkların aleyhine de olsa- revize etmek zorunda bırakmıştır. Bunlar Türk burjuvazisinin temsilcileri M. Kemal ve arkadaşlarının antiemperyalist bir bilinç, perspektif ve amaca sahip oldukları için değil, anti-işgalci mücadelenin nesnel sonuçlarıdır. Bu nitelik TUM’a sınırlı antiemperyalist karakter kazandırır. Siyasi bağımsızlığı elde etmenin dayanağı, bir süre bunu koruyabilmenin temeli olur.

Sovyetler ve Lenin’in TUM ve M. Kemal ile kurdukları ilişki ve yaptıkları ekonomik, askeri ve siyasi yardımların nedenlerini buradan okumak gerekir.

Derinleşen Uzlaşma ve Ekonomik İlişkiler

1923 yılı, TC’nin bugüne kadar varlığını önemli oranda koruyan niteliklerin temellerinin atıldığı bir eşiktir. 1920’den beri kısmi demokratik ve sınırlı antiemperyalist niteliğe sahip TUM önderliği, bu yıldan itibaren halk düşmanı, emperyalizmle uzlaşmaya geçip onunla ekonomik, daha sonra da askeri ve siyasi ilişkilerini derinleştiren gerici bir karakter kazandı. Bu yol karşı devrimin ayağa kalktığı, niteliksel adımların atıldığı darbe yılı olarak anılmayı hak ediyor. Nisan’da görece heterojen ve kısmi demokratik niteliğe sahip BMM; 1921 Anayasası ve İç Tüzüğü çiğnenerek M. Kemal’in  ısrarlı çabalarıyla dağıtıldı. Kısa süre içinde mebus adaylarını M. Kemal’in yakın çalışma arkadaşlarıyla birlikte belirlediği 2. Meclis oluşturuldu. Cumhuriyetin ilanı ise ayrı bir oldu bittidir. Yine Anayasa ihlal edilerek, meclisin ve hükümetin demokratik niteliği törpülenerek tek şef sistemine geçilir. 1924 Anayasası ise, 1921 Anayasasının bütün demokratik ve ilerici niteliklerinin inkarıdır. Karşı devrimci darbe süreci uygulamalarının Anayasal güvenceye alınarak mühürlenmesidir.

Temmuz’da Lozan Anlaşması'yla emperyalistlerle uzlaşma resmi bir nitelik kazanır, TC devletinin varlığı, eşit devlet statüsü teyit edilir.

Lozan’la Türk burjuvazisi safını açıkça belli eder. Emperyalistlerin yönlendirmesiyle SB’nin görüşmelerden dışlanmasında Türk heyetinin özel bir rolü olur. Bir emperyalist paylaşım metni olan Sevr Anlaşması fiilen hükümsüz kalmıştır, bu durum resmileşir. Diğer yandan ezilen ulus ve ulusal toplulukların uğradığı tarihsel haksızlıklar statü kazanarak, ulusal haklarının daha da geriletilmesinin zemini oluşur. Kürdistan’ın  dört parçaya bölünmesi resmiyet kazanır. Sonraya bırakılan Musul ve Hatay meseleleri ve 1924 Nesturîlerin isyanı gibi konular emperyalistlerle yer yer diplomatik gerilimlere yol açsa da genel olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerin giderek güçlenmesini engelleyecek kerteye vardırılmaz.

Keza hükümetler ve yönlendirdiği basın, birçok Kürt isyanında İngiliz ve Fransız parmağı olduğunu sıklıkla dile getirseler de gerçeğin bu olmadığını kendileri de biliyorlardı. Bu söylemin bir ayağını emperyalistlerin bir gün Kürtleri destekleyebileceği korku ve paranoyasından beslense de, diğer ayağını emperyalistleri caydırıcı bir iç ve uluslararası kamuoyu oluşturmaktır. Yanı sıra içeride ve dışarıda antiemperyalist güçleri Kürt isyanlarına karşı yedeklemek, hiç değilse tepkisiz kalmalarını sağlamaktır. Diğer yandan gerek TUM sürecinde gerekse sonrasında içeriksiz ve sınırlı antiemperyalist söylem yabancı düşmanlığını besleyerek içte burjuvazinin iç  düşman gördüğü ezilen kesimlere kaşı baskı uygulamaya milliyetçi bir meşruiyet aracına dönüşür.

TC siyasi bağımsızlığını sürdürmekle birlikte Osmanlı’dan devralınan ekonomik düzen esasta varlığını korumaktadır. İttihat ve Terakki’nin savaş yıllarında kapitülasyonları kaldırma kararı resmileştirilir. Osmanlı hanedanının 85 milyon TL borcunu ödemeyi kabul ederek iktisadi ve siyasi köprüler korunur.

Zaman içinde tütün tekeli, demir yolları, tramvay, su-havagazı, elektrik şebekelerinin devlet eliyle satın alınarak millileştirilmesi, sanayinin devlet tarafından geliştirilmesi gibi önemli adımlar atılmakla birlikte sınırlı bir hamle olarak kalır. Emperyalist sermaye bu sayılan istisnalar dışında varlığını korur, yeni yatırımlar yaparak sermaye payını büyütmeye devam eder.

Cumhuriyet iktidarı ilk on yılında İngiltere, Fransa, ABD ve Almanya başta olmak üzere yabancı sermaye yatırımların artırılması, yeni yasal düzenlemelerle sürekli biçimde teşvik eder.

1920-1930 yılları arasında kurulan 201 Türk anonim şirketinden 66'sı yabancı sermaye ortaklığına sahiptir. İktidarın vekil ve bürokratları da ortaklar arasındadır. 1

Bu yatırımlar ekonomik ve mali bağımlılığı göreli olarak artırsa da henüz siyasi bağımlılığa yol açacak niteliğe ulaşmaz.1930’larda artan millileştirmeler, emperyalist sermayeye karşı olma politikasının değil, 29 buhranında yabancı sermayenin büyük ölçüde kendi ülkelerine doğru çekilmesi ve Türkiye'deki ortaklıkları satması sonucu gerçekleşmiştir.

Kurulu emperyalist düzeni doğrudan karşısına almamakla birlikte, çıkarı için kontrollü biçimde diplomatik gerilime girmekten geri durmaz. Sovyetlerle ilişkiler içeriksiz antiemperyalist söylem ve abartılı bağımsızlık vurgusunun, şantaj yoluyla taviz koparma isteğinden başka bir anlamı yoktur. 1940’da İngiltere ve Fransa’nın desteklediği taktirde Bakü’yü işgal etme yönelimini emperyalistlerin güdümünde bölgede rol kapma arayışı olarak okumak gerekir. 

Nazi Almanyasına Yanaşma ve Güdümüne Girme

Cumhuriyetin 10. yıl kutlamalarının yapıldığı yıl Almanya’da Hitler iktidara gelir. Almanya’nın emperyalist yayılmacı ve sömürgeci politikalarının ivmelendiği bir momenttir. Türk burjuvazisi yönünü yeniden Almanya’ya döner. Nazilerle ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesine hız verilir. Rejim Hitler ve Mussolini faşizminden esinlenerek dönüşüme uğratılır. 1941 yılında Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması imzalanarak işbirliği pekiştirilir.

Almanya ile dış ticaret hızla büyür, 1930’ların sonlarına kadar TC’nin dış ticaretinin yarıdan fazlası Almanya iledir. 1939’da imzalanan Türk Alman Havacılık Anlaşmasıyla, Alman Havacılık Şirketi Türk hava trafiğini bütünüyle tekeline alır. Almanya’nın ihtiyaç duyduğu savaş sanayinin önemli ham maddesi olan kromun yarıdan fazlası gönderilir. Halklarımız açlık ve sefaletle boğuşurken, Alman ordusunun tahıl ihtiyacının bir kısmı karşılanır. Bunlara, oranları farklı düzeyde başkaca metal, gıda ve ticaret malı da ekleyebiliriz.

Kemalistler Almanya’nın teşvikiyle Azerbaycan’ı işgal planları yaptı. Bu amaçla Nazilerle işbirliği içinde Turancılığı örgütlediler. II. Dünya Savaşı sırasında Doğu’da ve Trakya’da Sovyet sınırına askeri yığınak yapıldı. Montrö Anlaşması ihlal edilerek, Sovyetlere karşı kullanılmak amacıyla Boğazlardan Alman ve İtalyan savaş gemileri ile cephane geçirildi. Sovyetlere karşı provokasyonlar, casusluk faaliyetleri, sınır ihlallerinden geri durulmadı. 16 Mart 1921’de imzalanan 1925’de ve 1935’de onar yıllığına yenilenen Türk-Sovyet Dostluk ve İşbirliği Anlaşması, tek taraflı olarak adeta rafa kaldırıldı. Kemalist rejimin Nazilerle birlikte savaşa girmemesinin tek nedeni Sovyetlerin, Almanların ilerleyişini durdurması ve caydırıcı güç olarak varlığını korumasıdır.

Kemalist burjuvazi sadece Nazilerin yayılmacı, ırkçı, şoven politikalarından etkilenmedi; antisemitik politikalardan da esinlendi. 1942-44 arasında Türk burjuvazisine sermaye devri amacıyla Rum, Ermeni ve Yahudi ulusal toplulukların mal ve mülklerine el koymak için Varlık Vergisi Kanununu çıkardı. Bunu yaparken emperyalist devletlerin özellikle Almanya, İngiltere ve ABD’nin doğrudan desteklediği ulusal topluluklara ait şirketlerden “varlık vergisi” ya hiç alınmadı ya da çok düşük miktarda tutuldu.

Nazilerin yenilgisi kesinleştikten sonra İngiltere ve ABD’nin zorlamasıyla Nazilerle ilişkilerini kesti, pratik hiçbir karşılığı olmayacak bir zamanlamayla 23 Şubat 1945’de Almanya’ya savaş ilan etti. Savaşın bitimine doğru Kemalist rejim önce İngiltere’den “koruyuculuk” talebinde bulundu; kabul edilmeyince de ABD’ye yanaştı. Rejimin liderleri  Nazilere desteğin hesabının SB tarafından sorulacağı kaygısını taşıyorlardı. Telaşla Sovyet düşmanı ABD’yi kendilerine kalkan yaptılar.

Resmi ideolojinin ve yaygın propagandanın aksine savaşta tarafsız bir politika izlenmedi. Savaş yılları, hem ekonomik, hem siyasi bağımsızlığın sözde kalmaya başladığı yeni bir süreçti. Savaşın bitmesiyle Almanya’nın güdümünden çıkarak kısa süre içinde ABD’nin güdümünde yeni sömürge bir ülke oldu. 

Yeni sömürgeci dönem

Almanya’nın yenildiği ve ABD’nin öne çıktığı yeni uluslararası koşullarda Türk egemen sınıfları efendi değiştirmek zorunda kaldı. Bu yön değişikliğinden dolayı yeni bağımlılık süreci ABD ile birlikte anılmaya başladı. Türkiye’nin geleceğine damgasını vuran yeni sömürgecilik bakımından 1946 önemli bir dönemeçtir.

İsmet İnönü 1945’de San Francisco konferansında BM anlaşmasını imzalayarak çok partili rejime geçme taahhüdünde bulunur. Çünkü faşist rejimler yıkılmış, dünya halkalarında diktatörlüklere karşı büyük bir tepki vardır. ABD önderliğindeki emperyalist kamp bu tepkiyi yedeklemek için “hür dünya”nın sözcülüğüne soyunarak Sovyetlerden rol kapmaya çalışmaktadır. Bu demagojik söylemin inandırıcı olabilmesi için “tek parti diktatörlüğü rejimi” revize edilmelidir. Emperyalistlerin yönlendirmeleri Türk egemen sınıfların tercihi, özü yine diktatörlük olan, çok partili parlamenter rejime geçmektir.

Türkiye’deki sermaye birikimi kapitalizme özgü sınıfsallaşmayı büyütmüştür. Burjuvazi iki politik kliğe ayrılmıştır. ABD şemsiyesi altında CHP gibi DP’de birçok tavizi vermeye hazırdır. 1946’da “Truman doktrini” benimsenir, “Marshall planı” kabul edilir. IMF’ye, Dünya Bankasına ve Avrupa İktisadi Birliği Örgütüne üye olma, ilk devalüasyon kararı yabancı sermayenin teşvik edilmesi İnönü döneminde gerçekleşir.

Türkiye bu adımları atarak yabancı malların ülkeye girişini kolaylaştırır. Dış ticaret açığı büyüyerek kronikleşir. Ekonomi, yabancı sermayeye, dış borca ve emperyalist yardıma bağımlı hale gelir. Etkisine girdiği girdap onu her geçen gün daha fazla yeni sömürgecilik bataklığının derinliklerine sürükler. Emperyalist kuruluşların ülkedeki denetimi ve nüfuzları artar. Ülke emperyalist dünya ekonomisinin bir halkası haline gelir. Artık görünüşte bağımsızdır. Gerçekte ise siyasi bağımsızlığı biçimselleşir.

“Emperyalizme bağımlılık 1940’ların sonundan itibaren yeni sömürgeci boyunduruğa dönüştü. Büyük burjuvazi giderek işbirlikçi tekelci burjuvazi haline geldi. Türkiye, emperyalist sistemde yer alan bir yeni sömürge olarak ekonomisini emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenledi. Tarımsal ürün ihracatına ve mamul mal ithalatına dayalı, sanayinin çoğunluklu tekstil, gıda gibi emek yoğun meta üretiminde geliştiği, kırk- elli ailenin iç pazarda tekelci hakimiyet kurduğu bir ekonomik temel inşa edildi.”2

Derinleşen Mali Ekonomik Bağımlılık

1946 sonrası Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) emperyalizmle kurduğu ekonomik, mali, politik bağımlılık ilişkisiyle Demokrat Parti’nin (DP) ve sonraki hükümetlerin uygulamaları arasında özsel bir fark yoktur. Marshall planı, IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) dayattığı şartları yerine getirmeye CHP başlamış, DP ve sonraki hükümetler bunlara yeni bağımlılık ilişkileri ve şartları ekleyerek sürdürmüştür.

1947’de IMF ile cumhuriyet tarihinin ilk devalüasyon anlaşması imzalanır. Bir dolar 1.28’den 2.80 TL’ye çıkar. 1954’de devalüasyon kalıcı hale getirilir. Yeni devalüasyonlar, TL değer kaybetmeyi sürdürür, 1980 devalüsyonunu ile 1 Dolar 70 TL’ye çıkar.

1946, dış ticaret fazlası sağlandığı son yıldır. Sonrasında dış ticaret açığı onlarca milyon TL’den DP döneminde yüzlerce milyon TL’ye; 1960’lı yıllarda yüzlerce milyon dolardan 1970’lerde 3-4 milyar dolara sıçrar.

Bütçe açığı için de aynı şey geçerlidir. 1951 yılı cumhuriyet döneminin açık vermeyen son bütçesidir. Sonrasında bütçe açığı katlanarak büyür. 1952’de yaklaşık 13 milyon TL olan bütçe açığı 1961’de yaklaşık 450 milyon TL’ye çıkar. Sonrasında bütçe açığının kronikleşmiş hali varlığını sürdürür.

1946-80 döneminde dış borç onlarca milyon dolardan, katlanarak büyür. Dönem sonunda 20 milyar doların üzerine çıkar.

IMF ile “Stand By” anlaşması 1958’de imzalanır. 1980’e kadar anlaşma sayısı 13’e çıkar. Her “Stand By” anlaşması öncekinden daha ağır şartlar getirir. Bu da ekonominin dümeninin önemli oranda IMF ve uluslararası emperyalist kurumların eline geçmesi anlamına gelir.

Emperyalist dönemde sermaye ihracı ön plandadır. Önceden sermaye yatırım projeleri ağırlıktayken II. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizmin başat yöntemi yeni sömürge ülkeleri borçlandırarak kendine bağlamak olur. Türkiye örneğinde olduğu gibi bağımlı hale gelmiş, emperyalist metropollerin ihtiyaçlarına göre yapılan üretim ekonominin kendi kendine yeterli hale gelmesini engellemektedir. Borçlar sürekli büyüyüp geri ödemeler zorlaşmakta, yapılan devalüasyonlarla borçlar durduğu yerde katlanmaktadır. Bu da ülkeyi belli aralıklarla iflasın eşiğine getirmektedir.

1948-63 yılları arasında alınan 4 milyar dolar borcun yanında doğrudan sermaye yatırımları 250 milyon dolarla 1/8 gibi küçük bir oranda kalmıştır.

1947’den başlayarak yabancı sermaye yatırımlarını kolaylaştırmak için üst üste ülkeyi yabancı sermayeye peşkeş çeken yasalar çıkarıldı. Bunları bir çok başkaca kanun ve düzenleme takip etti. Bu yasa ve düzenlenmelerle yabancı sermayeye geniş imtiyazlar verilerek daha çok yatırım yapmaları ve karlarını parça parça yurt dışına çıkartmaları kolaylaştırıldı. Devlet-yerli-yabancı sermaye ortaklığı teşvik edildi. Bazı istisnai mallar dışında dış ticaret serbestleştirildi.

Yapılan yabancı sermaye yatırımlarının yarısına yakını Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kaynaklıdır. Gerisini Batı Avrupa, İsviçre, Hollanda ağırlıkta olmak üzere diğer ülkeler oluşturur.

Artan dış ticaret ve bütçe açığını kapatmak için taviz verilerek daha fazla borç alınmış, büyüyen borcun taksitlerini ödemek ve yeni borç alabilmek için daha fazla taviz verilmiş, sorunlar aşılamayınca yeni tavizler verilmeye devam edilmiştir. Giderek hem ekonomi, hem rejim, hem de egemen burjuva sınıflar emperyalizme daha fazla bağımlı hale gelmişlerdir. Sonuçta rejim ve burjuvazi işbirlikçi bir karakter kazanmıştır.

Siyasi ve Askeri Bağımlılık

Emperyalizme yeni ekonomik ve mal bağımlılık sürecinin 1940’ların ortalarında temelleri atılmaya başlandı, siyasi, askeri ve diplomatik bağımlılık birleşerek 1940’ların sonunda yeni sömürgeci boyunduruğa dönüştü. Ekonomi, ABD, aynı anlama gelmek üzere IMF ve DB uzmanları tarafından denetlenmeye başlandı. 1950’de Kore’ye asker gönderme ve 1952’de NATO’ya üye olma ve askeri üslerin kurulması, ordunun donanımının ABD’den alınan borçla ve atıl durumdaki silah ve cephaneyle yapılması, siyasi ve askeri bağımlılığın kilometre taşları olur.

Bayar, Menderes, Demirel, 12 Mart ve 12 Eylül darbecileri ve Özal emperyalizme taviz verme ve boyunduruğu büyütmede fütursuz olduklarına şüphe yok. 1940’dan itibaren İnönü ve Ecevit’in bunlardan tek farkı yer yer emperyalistlerle oluşan bağımlılığın düzeyinden şikayetçi olup diğerlerini suçlamaktan ibarettir. Birkaç istisna dışında -ki bunları bedeli emperyalistler tarafından ödetilmiş ve sorumluları tasfiye edilmiştir.- 1960 darbecileri dahil emperyalizme bağımlılığı sürdürmek, esasında da derinleştirmek dışında bir şey yapmamışlardır.

1960 darbecileri, 1971 ve 1980 darbecileri  gibi daha ilk günlerinde NATO ve CENTO’ya bağlılıklarını bildiren açıklama yayınladılar. Bir yıl içinde tamamen sermayenin ve ABD’nin güdümüne girdiler.

12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ise en başından ABD ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin güdümünde hazırlanıp gerçekleşti. O yüzden de ABD ve IMF ile uyumlu, iç ve dış siyasal çizgi izlediler.

ABD, birçok yeni sömürge ülkeye yaptığı gibi “ortak savunma” adı altında Türkiye’yi kendi  uluslararası çıkarları doğrultusunda her türlü riske sokmaktan geri durmadı.

I. Dünya Savaşı’nın ardından yeni efendi ABD’nin uyarı ve önerilerine uyarak faşist hükümet tasfiye edilir. Ancak gerici faşist, antikomünist ve Sovyet karşıtı zihniyet önemli oranda varlığını korur. Bu refleksleri güçlü devletlerden biridir. Bu yüzden “Soğuk savaş politikaları daha yürürlüğe girmeden, soğuk savaş politikalarına başvurdu. Türkiye’nin ‘komünizm tehlikesi’ altında olduğunu göstermek için sürek avı başlattı, provokasyonlar düzenledi. Sözde ‘Sovyet talepleri’ ile ilgili kıyamet kopardı, savaş çığırtkanlığı yaptı.”3

NATO’ya üyelik için CHP hükümeti başvurdu. “Komünizm tehlikesi” adı altında TKP’lilere ve demokrat, ilerici kurum ve aydınlara dönük gözaltı ve tutuklamalar emperyalistleri kendilerini NATO’ya almaya ikna içindi. DP ise çıtayı biraz daha yükselterek Kore’ye asker gönderip bine yakın  emekçi çocuğu gencin emperyalist çıkarlar uğruna ölümüne yol açtı. ABD Dışişleri Bakanı Türk askeri için “maliyeti çok ucuz, 23 sente mal oluyor” diyerek, Türkiye’ye bölgede biçtiği rolü itiraf etti. Yine 2001’de ABD’li mali fon sahibi  Soros “Türkiye'nin stratejik konumu nedeniyle en iyi ihracat ürünü ordusudur” diyerek 1950’lerden bu yana pek bir şeyin değişmediğinin adeta kanıtını ortaya koydu.

Emperyalizme sözde kafa tutmaları ise trajedi ile güldürü arasında salınan durumlar yaratır. 1958’de DP siyasi kaygılarla da olsa emperyalizmin bazı buyruklarını geciktirmeye ve uygulamamaya niyet etmiş ancak olası sonuçlarını göze alamayıp hızla çark etmiştir. Esas olarak da pazarlığı kızıştıracak daha çok borç alabilmek için kimi sözde ayak diremeleri “kurnaz, üç kağıtçı ve şantajcı” olarak damgalanmalarına yol açmıştır.

27 Mayıs darbecileri sermayeye ek vergi getirmeyi ve toprak referandumunu dillendirmiş, yabancı sermayenin korkup kaçacağı uyarıları yapılınca onlar da çark etmiştir.

1964’de İnönü hükümeti Kıbrıs’a asker çıkarma kararı alır. Böyle bir harekatta NATO silahlarının ABD’den izin alınmadan kullanılamayacağı ve Akdeniz’de bulunan 6. Filonun müdahale edeceği tehdidiyle uyarılır. Bununla da kalmayan ABD, Genelkurmay Başkanı aracılığıyla İnönü hükümetinin çekilmesini ister.

Sonrasında İnönü ibretlik açıklamalar yapar. Devlet bürokrasisi ve orduyu ABD’nin ele geçirdiğini, karar ve talimatlarının nasıl boşa düşürüldüğünü anlattıktan sonra, “Bir görev veriyorum, neticesi bana gelmeden Washington’un haberi oluyor” diyerek bağımlılığın geldiği düzeyi çarpıcı biçimde ifşa eder. Bu belirttikleri ve yine İnönü’nün Jüpiter füzelerinin sökülmesi sırasında nasıl aldatıldıklarını anlattığı başka bir konuşması hükümetlerin emperyalizme karşı çaresizliğinin ibretlik vesikalarıdır. Ki benzer çaresizliği ‘74 ve 78’de Ecevit tecrübe edecektir.

Kıbrıs işgali ve Afyon ekiminde ısrar eden Ecevit benzer tehdit ve yaptırımlarla karşı karşıya kalır. Aynı şekilde 1978’de IMF yaptırımlarına itiraz eden Ecevit, neticede IMF buyruklarını uygulamak zorunda bırakılır. Yetmez, emperyalistler işbirlikçi tekelci burjuvazi ve siyasi sözcüleriyle birlikte Ecevit hükümetini çekilmeye zorlar.

Diplomatik Bağımlılık

Türkiye NATO üyeliğiyle birlikte ABD’nin başını çektiği emperyalist blokun politikalarını destekledi. Ortadoğu’da emperyalist politikaların aktif savunucularından biri ve NATO'nun ileri karakolu oldu. BM’de onların politikaları doğrultusunda tutum aldı ve oy kullandı.

1951’de Suveyş Kanalı krizinde antiemperyalist bir tutum alan Mısır’a karşı İngiltere’yi; Cezayir ulusal direnişine karşı 1952’de Fransa’yı ve yaptığı soykırımı destekledi. İran’da petrol şirketlerinin millileştirilmesini savunan Musaddık’ı 1953’de ABD desteği ile deviren darbenin yanında yer alarak ABD’yi; 1952’de Filistin ulusal direnişine karşı emperyalizmi arkalamış İsrail devletleşmesi ve zulmünü uluslararası platformlarda destekledi.

1958’de Mısır-Suriye Birleşik Arap Cumhuriyeti ilan ettiğinde (Irak da katılma kararı vermişti) bölgedeki hegemonyaları sarsılan emperyalistlerin yardımına koştu. Suriye’ye siyasi, diplomatik ve askeri baskı uyguladı. Tankları sınıra yığdı, sınır hattını boydan boya mayınla döşedi.

İncirlik, NATO ve ABD’nin bölgedeki saldırılarının üssü oldu. 1958’de Lübnan halkının demokratik mücadelesi bu üsten kalkan ABD askerlerince bastırıldı, Lübnan işgal edildi. 1991’de ve 2004’de Irak’a karşı kullanıldı. Özal’ın “bir koyup üç alacağız” politikasıyla 1991’de Irak’la savaşın eşiğine geldi. 2003’de bu sefer AKP hükümeti benzer bir sonucu doğuracak savaş teskeresini meclisten geçirmeye çalıştı. Her iki durumda da Irak’da daha fazla ileri gidilmemesinde sokağı tutan halklarımızın ve işçi sınıfının savaşa karşı antiemperyalist tutumu etkili oldu. İncirlik, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlara yönelik çok sayıda açık ve gizli saldırıların üssü olarak kullanıldı. NATO bünyesinde Afganistan, Bosna- Hersek, Somali ve bir çok yere asker gönderildi.

NATO’ya hizmet karşılığında Malatya Kürecik’e füze kalkanı sistemi kurarak İran devletinin tepkisini çekti.

Bağdat Paktı gibi emperyalist amaçlarla kurulan küresel ve bölgesel birçok kuruluşa katıldı ve anlaşmalara imza attı.

1955’de “Bağlantısızlar Hareketi” toplandığında NATO’daki emperyalist efendilerinin ısrarıyla toplantıya katıldı. Toplantının amacı, katılımcıların emperyalist devletlere mesafe koymaya çalışan duruşuyla dalga geçer gibi toplantıda “Bağlantısızlara” NATO’ya girme çağrısı yapabildi. Mısır ve Hindistan başta olmak üzere katılımcıların çoğu tarafından haklı eleştirilerin muhatabı oldu.

ABD casus uçaklarının Türkiye’den kalkmasına izin verildi. Bu uçaklardan U-2 Sovyetler’de düşürülünce büyük bir uluslararası krizin ortasında kendisini buldu.

ABD’nin isteğiyle 1959’da “nükleer bomba” taşıyan 15 “jüpiter füzesi” İzmir Çiğli Askeri Üssüne yerleştirildi. Bu adımla olası bir büyük savaşta Kruşçev, “İzmir’in 3. dünya savaşının Hiroşiması olacağı” tehdidinde bulunurken, ülkeyi nükleer felaketle karşı karşıya bırakacak bir çılgınlığa imza atıldı.

Üç yıl sonra “Küba füze krizi” çıktığında, ABD hükümeti CIA aracılığıyla adeta operasyon çekerek, Türk hükümetini ve kamuoyunu aldatıp “füzeler arızalı” diyerek söküp götürdü. Böylece Türk hükümetinin iradesi baypas edildi. Bundan ders alınmamış olacak ki bu sefer “Polaris füzeleri”ni taşıyan denizaltı İzmir Limanına getirildi. Ayrıca gizlice onlarca “atom bombası” başta olmak üzere ülke nükleer ve kimyasal silahın üssü haline getirildi.

1960 ve 70’lerdeki dünyada ve ülkedeki antiemperyalist dalganın, içeride gençliğin kitlesel  devrimci antiemperyalist hareketinin politik etkisi sonucu Arap-İsrail savaşı, Kıbrıs işgalinde ve afyon yaprağına karşı antiemperyalist efendilerine rağmen  farklı  sesler ve alınan tutumlar ise istisnai durumlar olarak kaydedildi. Kaldı ki tutumlar çoğunlukla antiemperyalist kaygılarla değil, milliyetçi ve yayılmacı saiklerle yapıldı.

Mali Ekonomik Sömürgeci Dönem

Kapitalist emperyalist sistemin yaşadığı yapısal tıkanıklığı aşmak için ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Thacher’in girişimleriyle 1970’lerin sonundan itibaren sistemin yeniden yapılandırılmasına girişildi. Emperyalist kapitalizm, emperyalist küreselleşmeye dönüşürken ona bağlı olarak yeni sömürgecilik de mali-ekonomik sömürgeciliğe evrildi. Bu yapısal dönüşümde IMF, DB ve DTÖ başı çekti.

Türkiye için bu sürecin momenti 24 Ocak 1980 tarihli IMF programı oldu. Mimarı uluslararası emperyalist kurumlarda stajını yapmış Özal’dır. 12 Eylül cuntası, MGK dahil bugüne kadar kurulan bütün hükümetler 24 Ocak kararlarının rotasında hareket etti.

1980’e kadar IMF, Türkiye ile toplam 13 “Stand By” anlaşması imzalamıştır. 1980’de imzalanan “Stand By” anlaşması ülkedeki emperyalizmin ağırlığı artmıştır. 1981’de günlük kur politikasına geçilmesiyle TL uluslararası piyasaya bağımlı hale gelerek baş döndürücü bir hızla değer kaybetmeye başlamıştır.

Özal’ın başında bulunduğu hükümetler emperyalizme tamamen angaje bir politika izledi. Verdikleri yeni tavizlerle siyasi ve askeri bağımlılığı sürekli biçimde derinleştirdiler. Özal emperyalistlerle ilişkilerinde o derece fütursuzlaştı ki, işbirlikçi tekelci burjuvazinin sözcüsü değil de emperyalistlerin atadığı sömürge valisi gibi davrandığı durumlar oldu.

80’lerde gündeme gelen özelleştirmeler, 90’larda hızlandı, Ecevit’in başında bulunduğu DSP-ANAP-MHP koalisyonunda ekonomiden sorumlu devlet bakanı Kemal Derviş’in “15 günde 15 yasa” parolasıyla özelleştirmelerin önü tamamen açıldı. 2000’lerde kamu işletmelerinin tamamına yakını sermayeye peşkeş çekildi. Yabancı sermaye payı 80’lerde yavaş yavaş, 90’larda hızlanarak yükseldi.

Sermaye girişi ve çıkışının serbest olması; emperyalist tekellerin politik ve ekonomik yaşama dolaysız müdahale kuvveti kazanması, piyasaların tekellerin denetimindeki özerk kurullar tarafından yönetilmesi, merkez bankasının özerkleştirilmesi, ithal-ucuz iş gücü-ihracata dayalı büyüme, borsa spekülasyonları yoluyla emperyalist tekellerin kısıtlama olmadan fazla sermayelerini yatırma ve elde ettikleri karları sınırlama olmadan çıkarmaları bu sömürgeleştirmenin birkaç görünümüdür. Emperyalist tekeller herhangi bir yerli sermayedar gibi yatırım ve kar transferi yapma olanağı elde etti.

Emperyalist tekeller ihracatta belirleyici konuma yükselirken iç pazarda da işbirlikçi burjuvazinin tekelci hakimiyetine ortak oldu. Bu durumda emperyalist mali, sanayi ve ticari tekeller işbirlikçi tekelci burjuvazi ile birlikte sermaye oligarşisini oluşturdu.4

2008 krizinden sonra derinleşmekte olan emperyalistler arası bölünme, Arap devrimleri ve devam etmekte olan isyan dalgalarıyla birleşerek bölgede emperyalist hegemonya boşluğu doğurdu. Türk burjuva iktidarı uluslararası sermayenin ağırlığını ve ona bağımlılığının düzeyini unutarak bölgesel hegemonya hayallerine kapıldı. Rusya ve ABD arasındaki çelişkilere oynayarak kısmen alan tutmaya çalıştı. Emperyalist efendilerinin mali baskısı, Mısır ve Tunus’ta İslamcı iktidarı düşürme manevraları, Libya iç savaşına müdahaleleri, “Mavi Vatan” seferine başka bir emperyalistin kısa müdahalesi, Erdoğan’ın faşist şeflik rejiminin  gücünün sınırlılığını kendisine de göstermiş oldu.  

Özal’dan Demirel’e, Çiller’den Erbakan’a, Ecevit’ten günümüzün politik İslamcı şefi Erdoğan’a bütün yönetimler AB’ye üyelik sürecini gündemde tutmayı sürdürdüler. AB ile yapılan bir dizi politik, ekonomik, mali ve askeri anlaşma emperyalist sisteme daha derinlikli entegrasyonun bir başka ayağını oluşturdu.

Devlet içinde orta sınıfların ve bürokrasinin bir kısmını arkalayan ordu merkezli sahte antiemperyalist söylemle gerici ulusalcı/Avrasyacı bir eğilim çıktı. Bu eğilim yenilgi aldıktan sonra bu sefer eskinin “değişimci” yeninin statükocu güçlerinin merkezinde durduğu politik İslamcı sahte antiemperyalist gerici bir saflaşma oluştu. Eskiden hedef aldığı ulusalcı artıkları ve geleneksel faşist kesimleri yedekledi. Bir ileri iki geri gitmenin ötesine geçemediler.

Burjuva cumhuriyetin 100 yıllık tarihi emperyalizme bağımlılığın bütün parametrelerde derinleştiğine tanıklık eder. Türkiye'nin emperyalizmin ekonomik mali sömürge statüsünden kurtulması siyasi bağımsızlık ya da devlet bağımsızlığı sorunu değil, bizzat işbirlikçi  tekelci burjuvazinin sınıf egemenliğinin yıkılması, antifaşist, antisömürgeci, cins özgürlükçü demokratik devrimin zaferi sorunudur.

Notlar

1 Bknz. Gündüz Ökçün; 1920-1930 Yılları Arasında Kurulan Türk Anonim Şirketlerinde Yabancı Sermaye

2 Rojhat Zagros Temel Görüşler, Syf: 9, Varyos Yayınları

3 Akın Yılmaz, İşbirlikçiliğin NATO’yla 60 yılı, Atılım 18 Şubat 2012

4 Rojhat Zagros Temel Görüşler, Syf: 10, Varyos Yayınları

 

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi