Teori Ve Eylem Dergisine Bir Eleştiri: Saray Rejimi Ne Zaman Faşist Olacak?

Emekçi sol hareket içinde Erdoğan’ın saray iktidarının siyasi karakteri üzerine çeşitli tartışmalar sürüyor, birbirinden farklılaşan analizler yapılıyor. İskender Bayhan’ın Teori Ve Eylem dergisinde yayınlanan, “Tek Adam Yönetimi, Cumhur İttifakı Ve Faşizm Özlemi” başlığını taşıyan 7 Ocak 2022 tarihli yazısı bu analizlerden biri.1Yazı, hemen başlıktan anlaşılacağı gibi, Erdoğan’ın saray iktidarını, bir faşist devlet biçimi olarak değil, henüz sadece “faşizm özlemi” halindeki bir siyasi yönelim olarak nitelendiriyor. Hatırlanacaktır: Dergimiz dört sayı önce, Teori Ve Eylem dergisinde aynı içerikle yer alan bir başka analiz yazısının eleştirisini yapmıştı.2 Bu kez İskender Bayhan, dergimizce yöneltilen eleştiriye yanıt vermemekle beraber, eleştiriye konu olan görüşlerin bir tekrarını ve özetini sunuyor.

Bayhan, “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adlı siyasi rejim biçimine geçişi sağlayan anayasa değişikliğine atıf yaparak, şöyle diyor: “Türkiye’de tekelci kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğinin bir aracı olan burjuva devlet, esas olarak antidemokratik bir karaktere sahipti ve zaman zaman da faşist baskı ve terör yöntemlerini kullanıyordu. Ancak Erdoğan ve Bahçeli, yapılan bu anayasa değişikliğiyle devletin antidemokratik yapısını daha da pekiştirerek, kapitalist sömürücülerin, tek adam yönetimi ve Cumhur İttifakı’nın sınıf çıkarlarına bağlı olarak gerici-faşist bir yönetim biçimini devreye sokma hedeflerini açıkça ilan etmiş oldular.

Bu görüşteki iki vurguya dikkat çekelim:

  1. a) Türk burjuva devleti, “esas olarak antidemokratik bir karaktere sahipti ve zaman zaman da faşist baskı ve terör yöntemlerini kullanıyordu.”
  2. b) Erdoğan yönetimi ve AKP-MHP bloku, “gerici-faşist bir yönetim biçimini devreye sokma hedeflerini açıkça ilan etmiş oldular.”

Teori Ve Eylem dergisinin sahiplendiği siyasi geleneğin, eskiden, Türk burjuva devletinin belirli dönemlerini faşist diktatörlük kavramıyla değerlendirdiğini biliyoruz. Keza derginin, 12 Eylül’ün darbeci generallerince oluşturulmuş devlet yapısını, “faşist baskı ve terör yöntemlerini kullanan” bir rejim olarak değil, askeri faşist diktatörlük formunda bir rejim olarak gördüğünü tahmin ediyoruz. Bunlar bir yana, derginin temel görüşlerinden ilham aldığı EMEP’in, 1990’ların ortalarında, EP adıyla kuruluşundan kısa bir süre sonra kapatılması karşısında, “Faşizme ölüm halka hürriyet” ve “Kahrolsun faşist diktatörlük” sloganlarını yükselttiğini anımsıyoruz.

Bütün teorik-politik görüşler ve kavramlar elbette zamanın akışında sabitlenmez. Olabilir, bazı değerlendirmeler ve kavramlaştırmalar değiştirilebilir, yıllarca savunulmuş olan temel bir görüşün aslında yanlış olduğu da fark edilebilir. Peki, Teori Ve Eylem, daha önce geçerli olan faşist Türk burjuva devleti analizinin sonradan yanlışlığını mı fark etmiştir? Ya da burjuva devletin faşist biçiminin belirli bir dönem içinde, mesela ’90’larda veya 2000’lerde, siyaseten çözüldüğünü, ne faşist ne de demokratik olan gerici ve baskıcı başka bir devlet biçimine dönüştüğünü mü düşünmektedir?

Teori Ve Eylem’in teorisindeki istikrarı, değişimi ve gelişimi sorunlaştıran ama yanıtları orada kolaylıkla bulunamayan bu soruları şimdilik geçelim.

İskender Bayhan’a göre, Erdoğan’ın saray rejimi, onun tanımıyla “tek adam yönetimi”, devlet aygıtını gerici-faşist temelde yeniden örgütlemek için attığı adımları hızlandırıyor. Ama halihazırda, bu “tek adam yönetimi”, faşist bir devlet biçimine tekabül etmiyor, faşist bir devlet biçimine geçmeyi hedefliyor.

Saray rejiminin henüz bir faşist diktatörlük olmadığı, faşizmi kurumsallaştırma sürecini halen tamamlayamadığı görüşü emekçi sol hareket içinde hayli yaygın. Bu görüşün bazı varyasyonları, Erdoğan’ın zirvesinde oturduğu mevcut devlet biçimini otokrat, otoriter, despotik, totaliter veya sağ popülist gibi sözcüklerle, liberal burjuvaziye özgü bu kavramlarla nitelendiriyor. Bayhan ise, bu kavramları kullanmaksızın, faşizm özlemine ve hedefine sahip gerici bir tek adam yönetimi diyerek, aynı koroya katılıyor.

Devletin Faşist Temelde Yeniden Örgütlenmesi Nasıl Ve Ne Zaman Tamamlanır?

Faşizme geçişin, faşizmin kurumsallaşmasının ya da burjuva devlet aygıtının faşist temelde yeniden örgütlenmesinin, hangi sözcüklerle tanımlanırsa tanımlansın bu sürecin, nihayete ermesini tayin eden faktörler nelerdir?

Türkiye emekçi sol hareketinin özellikle reformist ve legalist birçok bileşeninin teorik-politik kavrayışında, liberal burjuvaziden dolaysız esintiler sayılmazsa bile, Poulantzas’ın tarihsel faşizm analizinin derin izleri bulunur. Adı açıkça anılsın veya anılmasın, onun, faşizmi iki dünya savaşı arası dönemdeki Almanya ve İtalya örnekleriyle sınırlı ele alan teorisi halen revaçtadır. Aynı dönemin ürünü olan Bulgaristan, Macaristan, Avusturya, Portekiz, İspanya, Japonya, Romanya ve Hırvatistan faşizmleri Poulantzas’ın incelemesinde faşizm kategorisine girmez.3 Onun İtalya ve Almanya örneklerinden soyutlayıp genellediği faşist hareket ve faşist devlet modeli, devamında birçok akım tarafından, değişen zamanın ve mekanın, somut koşulların ve ilişkilerin ötesinde adeta mutlaklaştırılmıştır. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki uzun bir dönem boyunca yeni-sömürge ülkelerdeki politik sınıf savaşımına damgasını vuran askeri faşist darbelerce kurulan faşist rejimler, sırf bu mutlak modele uymuyor diye, faşizm dahilinde değerlendirilmemiştir. Ve aynı gayri-diyalektik şabloncu görüş açısından bakıldığında, faşist devlet biçimine geçişin tamamlandığı neredeyse hiçbir ülkeye rastlanmamıştır.

Biz İskender Bayhan’ın değerlendirmesiyle devam edelim.

16 Nisan 2017’de düzenlenen hileli referandumdan itibaren, Bayhan’ın vurgusuyla, “Türkiye’nin burjuva parlamentosuna dayalı hükümet sisteminin yerini tek adam-tek parti düzeni almış olur.” Yani rejimin biçiminde, yürütmenin ve yasamanın düzenlenişinde temel bir değişim gerçekleşir. Bayhan, bu yeni biçimdeki siyasi rejimin, KHK’larla ve kayyumlarla nasıl ilerlediğini, mahalle bekçiliği kurumu, içişleri bakanına dernek ve vakıfları kapatma yetkisi, baroları ve meslek örgütlerini etkisizleştirme düzenlemesi, sosyal medyayı denetleme ve sansürleme yasası, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı gibi hamleleri nasıl art arda gerçekleştirdiğini anlatır. Yine onun vurgusuyla, “Erdoğan ve AKP hükümeti, sendikal hak ve özgürlüklerden basın özgürlüğüne, gösteri ve yürüyüş hakkından düşünceyi ifade özgürlüğüne birçok alanda darbe dönemlerini bile aratacak bir resmi baskı ve terörle yönetmeye başlar.

“Tek adam-tek parti düzeni” kurulmuş ve “darbe dönemlerini bile aratacak bir resmi baskı ve terör” hakim olmuştur, yine de “devletin faşist temelde yeniden örgütlenmesi” henüz başarılamamıştır. Ama neden? Çünkü saray rejimi, henüz, seçimler ve siyasi partiler sistemini rafa kaldıramamış, burjuva meclisi tasfiye edememiş, Cumhur İttifakı’nı desteklemeyen siyasi partileri, sendikaları, meslek örgütlerini, odaları, birlikleri ve dernekleri büsbütün yasaklayamamıştır. Çünkü o, halen, toplumda ideolojik-kültürel hegemonyasını tesis edememiş, sömürülenlerden ve ezilenlerden bu devlet biçimine yeterli desteği alamamış, tekelci burjuvazinin bütün kesimlerinden güçlü bir destek bulamamıştır. Teori Ve Eylem’de İskender Bayhan’ın, Erdoğan yönetiminin devleti faşist temelde yeniden örgütlenmeyi başarması için sıraladığı kriterledir bunlar. Yani Erdoğan’ın saray rejimi, bugün için, Almanya ve İtalya modeline bire bir uymamakta, dolayısıyla bir faşist diktatörlük derecesinde olgunlaşmış sayılmamaktadır.

Faşist devlet yapısı, doğal ve kaçınılmaz olarak, oluşup geliştiği ülkedeki toplumsal ve siyasal gelenekler, tarihsel ve kültürel etmenler, gerek alt sınıfların gerekse orta ve üst sınıfların özgün özellikleri, baskın toplumsal ve siyasal çelişki ve çatışkılar, sermaye birikim modelindeki ve teknolojik yapıdaki değişimler, belirli bir dönemdeki somut sınıfsal ve siyasal güç dengeleri, devletler sisteminde mevcut ilişkiler hiyerarşisi gibi hususlara göre şekillenir. Komintern’in Dimitrov tarafından vurgulanan, faşist diktatörlüğün sınıfsal niteliğini ve emperyalist kapitalizm bünyesindeki siyasi işlevini sergileyen resmi tanımı elbette genel teorik kılavuzu sunar: “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür.” Ama bu kılavuzun materyalist diyalektik yöntemle doğru kullanımı, o zamanın İtalya ve Almanya örneklerini ebedi ve mutlak model kabul etmekle değil, şimdiki zamanda dönemin, ülkenin ve durumun somutluğunu incelemekle olur.

Öncesini şimdilik bir yana bırakalım. Temmuz 2015’teki saray darbesinden ve 7 Haziran seçim sonuçlarını iptal edişinden itibaren, Tayyip Erdoğan’ın adım adım inşa ettiği yeni rejim biçimi, Bayhan’ın ifadesiyle “tek adam-tek parti düzeni”, hangi temel özelliklere sahiptir?

Bugün, Türk burjuva devletinin yürütme gücü tamamen Tayyip Erdoğan’da ve onun saray bürokrasisindedir. MGK halen burjuva meclisin üzerinde bir siyasi konuma sahiptir, ama çoktan değiştirilmiş bileşimi ve mevzuatıyla tümden saraya bağımlıdır. Burjuva meclis devlet başkanına tabi kılınmış, yasama organı böylece işlevsizleştirilmiş, hatta Erdoğan neredeyse sınırsız KHK yetkisiyle yasama gücünü de doğrudan kendi ellerine almıştır. Dahası, 7 Haziran 2015’ten beri hemen her seçimde somut işaretleri görüldüğü üzere, saray rejimi, böyle bir yürütme gücünün ve asıl siyasi iktidarın seçimle el değiştirmesine fiilen kapıyı kapatan bir yapıda örgütlenmiştir.

Eski kadroların tasfiyesi ve yeni mekanizmaların kurulmasıyla, yargı gücü baştan aşağı sarayın güdümüne sokulmuştur. Keza saray rejimi, sayısız kadro tasfiyesinin, birçok yasal ve kurumsal düzenlemenin, fütursuz bir kadrolaşmanın ardından, poliste, orduda, istihbaratta, silahlı ve silahsız bütün yüksek bürokraside hakimiyetini pekiştirmiş durumdadır. Tasfiye dalgalarının dışında kalan ve doğrudan AKP’li veya MHP’li olmayan gerici ve milliyetçi kadroların büyük çoğunluğu da bu saray hiyerarşisine bağlanmıştır. Polise ağır silahları kullanma yetkisi, MİT’e ise her türlü silahlı operasyon yetkisi verilmiş, JÖH ve PÖH gibi resmi vurucu kuvvetlerin yanı sıra, yine resmi bir tür karşı devrimci milis kuvveti olarak bekçi teşkilatı kurulmuştur. Osmanlı Ocakları, Ülkü Ocakları ve Alperen Ocakları, aktif sokak kuvvetleri olarak sarayın hizmetindedir. Kontrgerilla örgütlenmesi, faşist mafya ağlarıyla, yerli ve yabancı politik İslamcı çetelerle, SADAT gibi paramiliter yapılarla ve tabii kıdemli faşist kadrolarla yenilenmiş, sarayda merkezileştirilmiştir. Yalnızca Kürdistan’ın Rojava ve Başûr parçalarındaki sömürgeci işgalleriyle değil, Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya kadar genişlemiş siyasi-askeri varlığıyla ve neo-Osmanlıcı ideolojik motivasyonuyla da, Türk burjuva devleti bölgesel karşı devrimin bir mızrak ucu olarak hareket etmektedir.

Faşist politik İslamcılık artık devletin resmi ideolojisidir. Bu yeni resmi ideoloji ilköğretim ve ortaöğretimde, hatta askeri okullarda kök salmıştır. Üniversitelerde öğretim elemanları faşist bir ayıklama sürecine tabi tutulmuş, medyadan aileye, sanattan spora kadar her alanda faşist ideolojik tahkimat yapılmış, toplumsal hayatı dinselleştirme zorlamaları günden güne boyutlanmıştır.

Kobanê’ye geçmek üzere Suruç’ta bir araya gelen sosyalist ve antifaşist gençliği hedefleyen, MİT-DAİŞ işbirliğiyle hazırlanan ve 20 Temmuz 2015’te gerçekleştirilen toplu katliam saldırısından itibaren, ki bu saldırı faşist saray darbesinin başlangıcını simgeler, halklarımız topyekun bir faşist taarruzla yüz yüzedir. Saray rejimi, kentleri yerle bir etmek pahasına Kürt ulusal demokratik hareketini bütünüyle ezme, Türkiye devrimci hareketini yok etme, antifaşist ve antişovenist kitleleri polis-mahkeme-hapishane cenderesine hapsedip boğma, kazanılmış bütün demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma çizgisindedir. Faşist yasalar ve yasaklar, faşist devlet terörü, tam bir mezarlık sessizliği yaratmak üzere, toplumu kuşatmış durumdadır. Siyasal ve sendikal haklar adına, söz, basın, toplantı, gösteri ve örgütlenme özgürlükleri adına ne kalmışsa, faşist yaylım ateşi altındadır. Öyle ki, burjuva muhalefetin bile yaşama imkanlarının ne kadar süreceği kuşkuludur.

Pratiğin sahasından tekrar teorinin sahasına geçelim.

Faşist bir rejim, burjuvazinin siyasi yürütme organı olarak hükümetin el değiştirmesinden öte, burjuva devletin siyasi ve hukuki yapılarının, yasama ve yürütme ilişkilerinin, devlet ve parti bağlantılarının, eski anayasal kabuk korunsa dahi, köklü biçimlerde değişime uğratılmasıyla meydana gelir. Yürütme gücü parlamenter denetimden kurtulur, devlet aygıtları alabildiğine merkezileştirilir ve hatta en nihayetinde devlet ile lider özdeşleştirilir. İdeolojik planda, faşist tarihsel özne olarak ulus yeniden tanımlanır, ulusun şanlı geçmişinin dirilişi vaat edilir, alt ve orta sınıfların şoven zehirlenişi için dışsal düşmanlıklar körüklenir. Tekelci sermayenin çıkarları en dolaysız biçimlerde korunurken, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadeleleri en gaddar karşı devrimci şiddet biçimlerine maruz kalır. Bu pervasız faşist terör “milli irade” ile özdeşleştirilip meşrulaştırılır. Faşizmi desteklemeyen siyasi partilere ve sendikalara, faşist korporatif örgütlenmeler dışındaki toplumsal ve siyasal örgütlenmelere, faşist çizgi dışındaki basın ve yayın organlarına yaşama hakkı tanınmaz. Kültüründen cinselliğine, sanatından hazlarına, eğitiminden ailesine ve nüfus planlamasına kadar toplumsal hayatın bütün ögelerinin faşist ideolojik normlara göre şekillendirilmesi hedeflenir.

Bu teorik soyutlama penceresinden bakmak, bize, Türk burjuva devletinin bugünkü biçimi olan Erdoğancı saray rejiminin düpedüz bir faşist diktatörlük olduğu gerçeğini gösterir.

İskender Bayhan’ın değerlendirmesinde ise, buna itirazın iki gerekçesi ön plandadır. Gerekçelerden biri, burjuva siyasi partiler ve seçim sisteminin, burjuva parlamentonun halen tasfiye edilmemiş olmasıdır. Diğeri, işçi sınıfı ve ezilenlerin söz, basın, toplantı, gösteri ve örgütlenme haklarının halen toptan yasaklanmamış olmasıdır.

Tam burada, Teori Ve Eylem geleneğinin de sıklıkla atıf yapmayı tercih ettiği Bulgaristan faşizmi bir kez daha hatırlatılmaya değer bir örnek teşkil eder. Komintern’in, Bulgaristan Komünist Partisi’nin ve Dimitrov’un görüşlerine göre, 1923’ten itibaren Bulgaristan’da faşist bir diktatörlük hüküm sürdü. Monarko-faşist diktatörlüğün 1923-1934 döneminde, bütün o faşist devlet terörüyle beraber, burjuva partilerin, seçimlerin, parlamentonun, demokratik nitelikte bazı hakların ve yasal örgütlenme imkanlarının varlığı halen devam ediyordu. Öyle ki, bu dönemde komünistler, Bulgaristan İşçi Partisi’ni kurarak, yasal örgütlenme imkanlarını devrimci amaçları doğrultusunda kullanabildiler. Monarko-faşizmin yığınsal desteğinin sınırları, gerek başlıca burjuva odaklar arasındaki gerekse işçi sınıfı ve emekçi köylülük ile egemen sınıflar arasındaki siyasi güç dengelerinin somutluğu, dahası faşizmin içinde doğduğu maddi toplumsal ve siyasal koşulların etkisi, Bulgaristan’da faşist devletin bu biçimdeki yapılanışını belirledi. Komünistlerin teorik ve politik analizleri, faşist Bulgar devletinin tarihini, artık her şeyin yasaklanmış olduğu 1934 sonrasıyla sınırlamadı.

Temel teorik-politik çıkarsamamızı yapalım: Erdoğan’ın faşist şeflik rejimi, 16 Nisan 2017 referandumunun ve 24 Haziran 2018 seçimlerinin imlediği eşikten geçildiğinde, “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı altında fiilen ve resmen kurulmuştur. Orada gerçekleşen olay, basit bir hükümet değişiminden, salt bir seçim kazanımından ibaret değildir. Orada gerçekleşen olay, 2015’teki faşist saray darbesinden itibaren kat edilmesi hızlanan Erdoğan diktatoryasını inşa yolunda atılmış yeni bir adımdan ibaret de değildir. Faşist devletin Erdoğan şefliğindeki yeni modelinin elde edilmesi, parlamenter biçimli faşist rejimden başkanlık biçimli faşist rejime geçişin sağlanmasıdır. Bu bakımdan, “inşa” süreci ya da “kurumsallaşma” süreci faşist şeflik ittifakının siyasi tekelinin fiilen olduğu kadar “yasal” olarak da kurulmasıyla sonuçlanmıştır.

Muhalif burjuva siyasi partilerin, burjuva parlamentonun ve seçimlerin halihazırdaki varlığı, faşist yürütme gücünün parlamenter denetimin tamamen dışına çıkmış ve yasama gücünü de kendi ellerine almış olduğu, siyasi tekelini kurduğu gerçeğini karartamaz. Siyasal ve sendikal hak ve özgürlük kırıntılarının halihazırdaki varlığı, tamamen mezarlık sessizliği yaratmaya koşulmuş faşist bir siyasi aygıtın işçi sınıfı ve ezilenlerin karşısında durmakta olduğu gerçeğini karartmaz.

Faşist şeflik rejiminin “inşa” veya “kurumsallaşama” sürecinin sonuçlanması, onun bütün amaçlarının hasıl olduğu anlamına gelmez. Faşist devletin Erdoğan şefliğinde yeniden örgütlenmesinin sağlanması, onun toplumda tam bir ideolojik-kültürel hegemonya tesis etmesiyle, ezici bir yığınsal destek düzeyine varmasıyla ve tekelci burjuvazinin bütün kesimlerini arkalamasıyla özdeşlik taşımaz. Bütün bu önemli faktörler, elbette siyasi güç dengelerinin somutluğunu ifade eder ve faşist rejimin siyasi hamle kapasitesini çerçeveler, fakat siyasi rejim biçiminin faşist olup olmadığının ölçüsü sayılamaz.

Erdoğan’ın Şeflik Rejiminden Önce Devlet Faşist Değil Miydi?

Teori Ve Eylem, Türk burjuva devletinin, Erdoğancı “tek adam-tek parti düzeni” öncesinde de, “esas olarak antidemokratik bir karaktere sahip” ve “zaman zaman da faşist baskı ve terör yöntemlerini kullanan” gerici bir siyasi rejim biçiminde örgütlendiği, dolayısıyla faşist diktatörlük karakterinde olmadığı fikrinde.

Öyleyse, bir de Erdoğan’ın faşist şeflik rejimi öncesi yıllara bakalım. Bu sayfalardaki eleştirel değerlendirme kapsamında, çok uzak geçmişe gitmemize gerek yok.

12 Eylül 1980 askeri darbesinin yeniden yapılandırdığı Türk burjuva devleti, muhtemelen İskender Bayhan’ın da kabul edeceği gibi, Amerikan emperyalizmiyle işbirliği halindeki darbeci generaller doğrudan siyasi yönetimi ellerinde tuttukları sürece askeri faşist nitelikteydi. Onların imzasını taşıyan anayasa ve yasalar, onların şekillendirdiği kurumlar ve mekanizmalar, onların resmileştirdiği ideolojik formlar, burjuva siyasi partilerin birbiriyle rekabet ettiği, genel ve yerel seçimlerin yapıldığı, burjuva hükümetin seçimler sonucunda kurulduğu, güdük bazı siyasal ve sendikal hakların tanındığı sonraki dönemde de devlete temel teşkil etmeyi sürdürdü. Üstelik, patlak veren Kürt ulusal isyanı karşısında, ırkçı ve inkarcı sömürgecilik, 1990’lı yıllarda siyasi rejimin tepeden tırnağa bir kontrgerilla cumhuriyetine dönüştürülmesini sağladı.

Burjuva hükümet organı seçimle oluşturuluyor, ama siyasi iktidar merkezinde generaller ağırlıklı Milli Güvenlik Kurulu (MGK) duruyordu. Bu, bir yarı-askeri faşist rejim biçimiydi, faşist MGK diktatörlüğüydü. Siyasi icra gücü olan sivil hükümetin gerçek siyasi iktidar gücü olamayan konumuna, buna karşılık “faşist generaller partisi”nin Türk burjuva devlet yapısındaki siyaseten belirleyici konumuna belki en çarpıcı örnek, başbakanlığı eline aldığı bir koalisyon hükümeti kuran, siyasi iktidara ortak olma, iktisadi dayanaklarını güçlendirme ve politik İslamcılığı rejimin resmi ideolojisi haline getirme yönlü hamlelere girişen Refah Partisi’nin 28 Şubat 1997’de gerçekleştirilen müdahaleyle hükümetin dışına itilmesiydi.

İlkin Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin Kuzey Kürdistan’ın bütününde bir devrim yangınına dönüşmesinin, ikinci olarak demokratik Alevi hareketinin faşist inkarcılığı zorlayan süreğen bir kuvvet haline gelmesinin, üçüncü olarak ise işçilerin, emekçilerin, kadınların ve öğrencilerin özgürlük taleplerinin bastırılamamasının kritik sonucu, faşist Türk burjuva devletinin 1990’larda derin bir yapısal rejim krizine sürüklenmesi oldu. Cumhuriyetin tekçi varoluş temellerinin büsbütün dikiş tutmaz hale geldiği bu rejim krizi açmazında, egemen sınıf siyaseten iki bloka ayrıştı. İşbirlikçi tekelci sermaye mevcut rejim biçiminde bir siyasi değişim isteğini dile getirirken, silahlı ve silahsız yüksek bürokrasi süregelen rejim biçiminde ısrar ediyordu. 2002 seçimlerinden tek başına hükümet kuracak çoğunlukla çıkan AKP, siyasi rotasını, egemen sınıfın bir bölümünün ileri sürdüğü bu siyasi değişim programına göre ayarladı.

Siyasi değişim programı, yapısal rejim krizine çözüm getirmekten aciz olmasına ve kadük kalmasına karşın, faşist rejimin biçim değiştirmesine hizmet etti. Türkiye’nin emperyalist küreselleşmeye entegrasyonuna ve mali-ekonomik sömürgeye dönüşümüne uyumsuz duran, emekçilerin ve ezilenlerin siyasi demokrasi istemininse ilk engeli durumunda olan “faşist generaller partisi”nin siyasi iktidar iradesi kırıldı, faşist diktatörlüğün yarı-askeri biçimi ortadan kalktı. Bu, Batılı emperyalizmin ve işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin sözcülüğüne soyunan, emekçi ve ezilen milyonların da desteğini arkalayan Tayyip Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin, 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçiminden 2010’daki anayasa referandumuna uzanan çatışmalı süreçte, bilhassa Ergenekon ve Balyoz tutuklamaları ve yargılamalarıyla, gerçek siyasi iktidar gücünü elde etmesi anlamına geliyordu.

Türk burjuva devletinin yarı-askeri biçiminin ortadan kalkması, onun faşist niteliğinin çözülmesiyle özdeş olmadı. Zira faşizmin kurumsal dokusu ve politikası esasen değişmeden kaldı. Erdoğan liderliğindeki AKP, eline geçirdiği siyasi iktidar gücünü, rejimin faşist politik İslamcı restorasyonuna, Erdoğan’ın daimi şefliğinde bir faşist rejim biçiminin inşasına kaldıraç kılmaya yöneldi. Faşist generaller kliğini siyasi iktidar konumundan düşürürken ittifak halinde olan iki politik İslamcı odak, AKP ve Gülen cemaati, faşist rejimin bir biçiminden diğer bir biçimine geçildiğinde, bu kez kendi aralarında siyasi iktidar kavgasına tutuştular. Öyle ki, bu iktidar kavgasının şiddeti, Temmuz 2016’da, Gülen cemaati yönetiminde yapılan ve cemaatin kesin yenilgisini getiren akim bir askeri darbeye varacaktı.

Daha önemlisi, 2013’te patlak veren Gezi-Haziran Ayaklanması, Türkiye’de alttan alta gelişen devrimci durumun gün yüzüne çıkışı oldu. Gezi-Haziran Ayaklanması’nı takiben, 2014’te tutuşan 6-8 Ekim Kobanê Serhildanı, yeni mevziler kazanarak ilerleyen Rojava Devrimi, Kuzey Kürdistan’da başlayan özyönetim direnişleri, antifaşist ve antişovenist güçlerin cepheleşme kapasitesindeki gelişimin ifadesi olarak HDP’nin 7 Haziran 2015 seçim başarısı yapısal rejim krizini güncelleyip derinleştirdi. Gerçek siyasi iktidar gücünü edindikçe yüzündeki demokrasi maskesini çıkarıp atan ve son olarak İmralı görüşmelerinin ürünü Dolmabahçe mutabakatını reddeden Erdoğan, bu koşullarda faşist bir saray darbesini ve “çöktürme planı” adlı stratejik saldırı konseptini devreye sokmaktan başka seçenek bulamadı.

Yukarıda önemli dönemeçleriyle özetlenen yaklaşık 10 yıllık süreç, rejim krizinin hızla derinleştiği, egemen sınıf blokları arasında siyasi çatışmanın alabildiğine şiddetlendiği, devlet aygıtında kapsamlı siyasi yarılmaların meydana geldiği, emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesinin ise bir devrimci durum düzeyine vardığı koşullarla karakterize olur. Bugünkü faşist şeflik rejiminin kuruluşundan geriye doğru bakarsak, tüm siyasi bilançosuyla bu 10 yılın, son derece çatışmalı ve gelgitli bir geçiş dönemine tekabül ettiğini görürüz. Türk burjuva devleti, önce yarı-askeri faşist diktatörlük biçiminden çıkmış, ardından faşist şeflik rejiminin kuruluşuna doğru yol almıştır.

Teori Ve Eylem için, Erdoğan’ın saray iktidarının içinde doğduğu bu özgün tarihsel-siyasal dönemde devletin çözülmeye uğramayan faşist niteliğinin kavranamayışı, bugünkü faşist şeflik rejimi gerçeğine gözleri kapamanın belirleyici bir halkasıdır. 

Teori Ve Eylem Neden Devletin Faşist Niteliğini Görmez?

Faşist diktatörlüğü yıkacak kapasitede bir devrimci savaşım, mücadelenin ve örgütlenmenin yasal, barışçıl ve silahsız biçimlerinin yanı sıra, yasadışı, zora dayalı ve silahlı biçimlerini de etkin kullanmayı gerektirir. Tüm tarihsel ve güncel deneyimler, mesela Teori Ve Eylem’in de gayet iyi bildiği ve soyutlama düzleminde benimsediği Komintern tecrübeleri, bu yalın hakikate işaret eder.

Ama bu gerekliliği karşılamak, açık ki, reformist, legalist ve parlamentarist bir siyasi varoluş tarzının sınırlarına sığmaz. Böyle bir varoluş tarzına sahip ilerici siyasi partinin, rejimi nitelerken kendi yasal varlığını sürdürebilme imkanlarını asıl analiz ölçüsü olarak almasında ve faşist diktatörlüğün dolaysız yok edici saldırısına maruz kalıncaya değin onu kavrayamamasında şaşılacak bir yan yoktur. Zira nasıl yaşarsan öyle düşünürsün!

Demek ki, devletin faşist temelde örgütlenmesinin henüz sonuçlanmadığı savı, Türk burjuva devletinin faşist niteliğini, faşist şeflik rejiminin mevcudiyetini esas alan bir devrimci stratejiye, devrimci taktiklere, devrimci mücadele ve örgütlenme biçimlerine mesafenin dile gelişidir.

Çok çarpıcıdır: Bu savın sahipleri, saray rejiminin henüz bütün siyasi amaçlarına ulaşamamış olduğunu ifade ederken, ki bu ifade doğrudur, onun önünde duran en güçlü barikatın antifaşist silahlı direniş olduğunu gerçeğini görmezden gelirler. Hatta İskender Bayhan daha da ileri gider. O, “Erdoğan’ın, PKK’nin kör terör eylemlerini ve daha sonra başkanlık konseyi üyelerinin taktik bir yanılgı olduğunu söyleyecekleri ‘hendek çatışmalarını’ gerekçe yaparak ırkçı-şoven saldırganlığını artırmaya yönelmesi” şeklinde sunulan ve içerdiği yanlışlar burada düzeltmekle uğraşılmayacak kadar çok olan laf salatasıyla, antifaşist silahlı direnişin faşist tahkimata yaradığı yanılsamasını yaymaya kalkışır.

 Erdoğan’ın faşist saray rejimi, bugün henüz, kazanılmış demokratik hakları ve yasal demokratik mevzileri bütünüyle ortadan kaldırmayı başarmış değilse, hatta burjuva muhalefet blokunun bütünüyle canına okumaya yönelmemişse, bunun ilk nedeni, olanca kuvvetiyle saldırmasına rağmen silahlı Kürt ulusal demokratik direnişini kıramamış, silahlı devrimci-demokratik mücadele odaklarını yok edememiş olmasıdır. Teori Ve Eylem dergisi de halen yayınlanabiliyor oluşunu buna borçludur. Bu direniş ve mücadele, emekçilerin ve ezilenlerin ileri bölükleri arasında faşist şeflik rejimine boyun eğmeme ve karşı çıkma duygu ve düşüncesinin kitleselleşmesine durmaksızın siyasi maya çalmaktadır.

İşçi sınıfı ve ezilenlerin ölesiye susamış oldukları politik özgürlüğün baş düşmanı faşist şeflik rejimidir. Politik özgürlüğü kazanmak için, kararlı ve tutarlı bir antifaşist mücadele şarttır. Böyle bir antifaşist mücadelenin gelişimiyse, tabii ki öncelikle atak bir devrimci-demokratik pratiğin işidir, fakat faşist devletin varlığını yadsıyan teorik-politik analizlerin fikri prangalarını söküp atmakla da yakından ilişkilidir.

Notlar 

1 https://teoriveeylem.net/tr/2022/01/tek-adam-yonetimi-cumhur-ittifaki-ve-fasizm-ozlemi/

2 Bkz. Saray Rejimi Faşist Değil Mi?, Ziya Ulusoy, Marksist Teori 49, Temmuz-Ağustos 2021

3 Örneğin bkz. Faşizm Ve Diktatörlük, Nicos Poulantzas, çeviren: Ahmet İnsel, baskıya hazırlayan: Murat Belge, Birikim Yayınları, Mayıs 1980, İstanbul

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi